İnsan doğuştan kötü müdür?


İnsan doğuştan kötü müdür?


“ Her ne arar isen, kendinde ara.”
Hacı Bektaşı Veli

” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varlık insandır
.”
Aristotales

“ İnsan toplumlarda gelişir ve bütün hayvanlarda üstündür. Ancak kanunsuz ve adaletsiz toplumda yaşarsa en tehlikeli hayvandan bile daha tehlikeli olur. “
Confucius

“ İnsanlar doğaya hükmedemez, ancak doğa insanı şekillendirir. “
Diogenes

“ İnsan yemeğini pişiren tek hayvandır.”
John  Gay

“ Herkes insan olamaz.”
 J.W. von Goethe

“ İnsanın en büyük üstünlüğü düşünmesi ve konuşmasıdır. “
Platon ( Eflatun)

“ İnsan topraktan yaratılmıştır, toprak gibi mütevazi olmazsa insanlıktan çıkar. “
Sadi

“Altın ateşte, insan mihnette belli olur.”
Türk Atasözü

" …1971' de David Bygot, komşu gruptan bir dişiye bu tarafın erkeklerinden ağır bir atak olduğunu izledi. Erkekler bir olup dişinin üzerine çullanmıştılar. Beş dakika süren mücadelede, dişinin sekiz aylık bebeğini kapmıştı erkekler, onu öldürüp bir kısmını yemiştiler. Anne kaçmayı başarmıştı, fakat ağır bir kanaması vardı ve muhtemelen daha sonra öldü. Biz bu olayı rastlantısal, gruba mal edilemeyecek bir olay olarak gördük ve daha çok da grup lideri Humphrey'in psikopatik davranışlarının erkekleri saldırganlık için cesaretlendirmesine yorduk o zaman.
İyimserliğimiz kısa sürmüştü. Sınırda devriye gezen erkekler, komşu gruptan dişileri yakaladıklarında hemen saldırıyor, kavga sırasında da bebekler mutlaka ölüyordu. Bir keresinde yine erkekler, karnına yapışmış bebeği ile ağaçta beslenen dişinin yanına çıkmak için davrandılar ve etrafını sardılar. Dişi, umutsuz barışçı ataklar yaptı. Boyun eğici tarzda mırıldandı, korkusundan çöktü. Erkeklerden biri yaklaştığında, uzağa zıplayıp ona yol açtı. Kolundaki bebeği sıkıca kavradı, başını okşadı, biraz sonra onu kaybedeceği sezgisiyle gözlerini derin, derin açıp baktı. Erkekler iyice yaklaştılar, daha ilk hamlede bebek öldü, anne ağır yara aldı ve herhalde sonra o da sağ kalmadı.
1975' te yüksek statüdeki dişi Passion ile onun yetişkin dişi evladı Pom bir olup Gilka'nın bebeğini yediler. Gilka, 1966'daki Polio salgınında sakat kalmıştı, ayağa kalkamıyordu. Bebeği hiç koruyamadı, Passion doğruca gelip bebeği ısırdı ve annenin elinden aldı. Sonra Gilka iki defa daha doğurdu ve her ikisi de Passion ve Pom tarafından yenildi.
Gilka üç bebeğini kaybetmişti ve belli ki artık ruhu kırılmıştı. Passion ve Pom, grup içinden başka iki bebeği daha yediler ve neredeyse grubun kökünü kazıyacak hale gelmeye başlamışlardı ki, ikisi birden hamile kaldılar ve kendi bebeklerini doğurdular ve bir daha onlardan yana grup içinde saldırganlık görülmedi. Ama bir süre sonra gruptan yedi erkek üç dişiyi yanlarına alıp güneye göç ettiler. Kuzeydeki Kasaleka grubu kendini güneyden, güneydeki Kahama grubu ise kendini kuzeyden atılmış olarak algılıyordu ve arada savaş kaçınılmazdı. Nitekim toplu bir savaş oldu; Kasaleka erkekleri, Kahama grubunu toptan imha etti, yalnızca Kahamalardan yeni yetme üç dişi, muzaffer erkekler tarafından öldürülmediler, aksine korumaya alınıp kuzeye götürüldüler...”


Yukarıdaki satırlar, ömrünü Gombe'de şempanzelerin arasında geçirmiş, bilim uğruna evliliğini, çocuğunu kaybetmiş bir kadın zoolog Jane Godall'ın " Reason For Hope “ isimli kitabından alındı.
Godall'ın ifadesine göre şempanzeler tamamen nedensiz olarak birbirlerine saldırıyorlardı. Saldırıyı bahane etmek için ne yiyecek kıtlığı, ne paylaşılamayan bir karşı cins vardı. İçgüdüsel olarak birbirlerini yok ediyorlardı, özellikle sakatlara ve yavrulara karşı saldırganlık dikkat çekiciydi ve saldırganlık dönem dönemdi.(2)

En yakın akrabamız şempanzeler doğal ortamlarında işte böyle davranıyorlarmış. Bugün insan ve şempanze genomlarının bilimsel bulgular ışığında % 98,7 oranında aynı olduğu ortaya çıktı. Daha önce şempanze ve insanların sorunsuz olarak birbirinden kan alıp verebildiğini okumuştum. Genetik bilimciler artık şempanzelerin de taksonomide insan gibi " homo “ ailesinde yer alması gerektiğini söylemeye başladılar.

İlginç benzerlikler!

Geçen yıllarda Hakkari’ye bağlı Bilge köyünde (aman ne bilgelik örneği!? ) yapılan toplu katliamla ilgili haberleri okuyunca ve de karşılaştırınca gözlemde ki ipuçları ve değerlendirmeler ne kadar da örtüşüyor?
Ramazan Bayramı süresince de boyalı basın yine duygu sömürüsü yaparak bu malum Bilge köy (!) ile ilgili arabesk haberleri sıklıkla verdi.
Eh, ne de olsa haber malzemesidir.
Dünyaya paragöz bakan, boyalı basın için iyi - kötü, ahlaklı - ahlaksız haber ayırımı olamaz, yeter ki dikkati çeksin, kitlelerin ağzına limon dilimi olsun.

Bu insanlar eğer doğuştan kötü değillerse ( ki İslami inanışa göre öyle de olması gerekir), o zaman bu ve benzeri insanları kötü ortama, bu tür davranışların sergilemesine kimler, nasıl hazırladılar, getirdiler, sürüklediler?
Bilim adamlarımızın ise, asıl yanıt bulmaları gereken soruları bunlar üzerine olmalıdır diye düşünüyorum.
Sergilenen bu ilkel davranışlarda, gözleme tabi tutulan şempanze topluğunun davranışı ile paralellikler veya benzerlikler var mıdır?
Bunların yanıtları ise boyalı basının ilgi alanına girmez. İşin o  kısmı sadece batılı bilim adamları ve araştırmacıları ilgilendirir.

Bilim bizim neyimize?
Oryantal film dururken!

Murat Şahin - Habercem portalı 2019
Kaynakça:

1)      Jane Godall,  " Reason For Hope “
2)      Kerem Göksel, Felsefi Yazışmalar
3)   Tahir Ceylan. CBT

İNSANLIK BUGÜNE NASIL GELDİ? – IV – (YENİ VE YAKINÇAĞ)


İNSANLIK BUGÜNE NASIL GELDİ? – IV – (YENİ VE YAKINÇAĞ)

“ Öküzlerin insan yeteneği ve insan eli olsaydı, onlarda öküz şeklinde tanrılar yaparlardır.”
-         Ksenofanes (M.Ö. 570 – 480)-

EVRENİN EVRİMİ
Bilimsel bulgular tarih boyunca her zaman dogmalarla çelişmiştir, ama farklı bilimsel disiplinler arasında sürekli bir uyum söz konusudur.
Bu yazıda evrenin tarihi ile maddenin evriminden kısmen de olsa söz edilecek ve biyolojik evrimin neden kaçınılmaz olduğu gösterilerek, fizik bilimleri ile biyoloji bilimleri arasındaki uzlaşma vurgulanacaktır.
İlk bilimsel disiplin olarak Astronomi
Eski çağlardan beri insanlar gökyüzünü gözlemişler, bu gözlemlerini çeşitli disiplinler altında sistematik bir şekilde kullanmışlardır.
Astronomi insanlık tarihindeki ilk bilimdir. İ.Ö. 1600 yıllarında Babil'de yapılan gözlemler bin yıl sonra eski Yunan'da doğa filozofları tarafından kullanılmış, İ.Ö. 480 yıllarında Thales bu sayede güneş tutulmalarını hesaplayabilmiştir. Aristarchus İ.Ö. 270 yıllarında güneş merkezli bir sistemin temellerini atarken, Eratosthenes İ.Ö. 220'de dünyanın çevresini oldukça büyük bir doğrulukla ölçmüştür. Ancak çeşitli sebeplerden bu bilgiler devamlılık kazanamamış, dogmalara yenilmiş ve insanlık tarihi yaklaşık 2000 yıllık bir “din çağına” girmiştir.
Aristo fiziğinin hakim olduğu bu çağda bilimsel gözlemler değil kutsal kitaplar referans alınmıştır. XVI. yüzyılda başlayan aydınlanma çağı ile birlikte modern bilimsel yöntemlerin ortaya çıkışı yavaş ama istikrarlı bir şekilde dogmaların yıkılmasına yol açmış, günümüze gelene kadar geçen bu 400 yıllık süreç içinde bütün bilimsel disiplinler birbirleri ile uyumlu bir şekilde maddi bir evren anlayışı ortaya koymuşlardır. İşte tam da XIX. yüzyılın son çeyreğinde Wallace ve Darwin tarafından ortaya atılan biyolojik evrim kuramı bütün bu sürecin meyvesidir.
Astronomide ve modern fizikteki gelişmeler olmasa biyolojik evrim kuramı kolay kolay ortaya çıkamazdı. Yine aynı şekilde, eğer biyolojik evrim kuramı bulunmasaydı günümüzde mutlaka bulunacaktı. Çünkü artık biz modern kozmoloji sayesinde, içinde yaşadığımız evrenin durağan değil, tersine sürekli bir evrim içinde olduğunu biliyoruz.
Evrenin tarihi o kadar eskidir ki, insan ömrü ile karşılaştırıldığında, ortalama insan yaşamı evrenin yaşına göre nefesimizi alıp verdiğimiz bir an kadardır. Bunu ancak büyük bir hassaslıkla yirminci yüzyılın sonlarında ölçebildik. Artık Evrenin yaşının 13,5 milyar yıl olduğunu ve üzerinde yaşadığımız dünya gezegeninin ve güneş sistemimizin 5 milyar yıl önce oluştuğunu biliyoruz. Oysa Darwin'in zamanında dönemin fizikçileri ve jeofizikçileri dünyanın yaşını 300 milyon yıl olarak hesaplıyorlardı. Bu bile 1800' lerin başına göre çok ileri bir aşamaydı, çünkü kutsal kitaplara göre yaklaşık 5-6 bin yıl yaşında olması gereken dünyanın çok daha yaşlı olduğu bilim adamları tarafından ispat edilmeseydi, Darwin ve Wallace gibi biyologlar evrim kuramını ortaya atmaya çekinirlerdi şüphesiz.
Günümüzde astronomi ve kozmolojideki gelişmeler çok hızlı gerçekleşmektedir. Bugün kullandığımız kütle çekim kuramlarının temellerini atan Einstein zamanındaki bilgiler bile çok eskimiştir.
Örneğin 1917'de tüm evren Samanyolu galaksisinden ibaret sanılıyordu. Günümüzde biz biliyoruz ki, içinde yaşadığımız galaksiye benzer milyarlarca başka galaksi vardır. Yine aynı şekilde, Einstein genel görelilik kuramını inşa ederken evreni durağan farz etmişti, çünkü o zamanlar öyle biliniyordu. Oysa hemen 1920' lerde evrenin genişlediği keşfedildi. Son gözlemler ise evrenin hızlanarak genişlediğini göstermiştir.
Modern Kozmoloji
Einstein denklemlerinde bir hata olabileceğini öngörüp evrenin genişlemesi gerektiğini 1922'de kuramsal olarak bulan A. Friedmann'ın çalışmalarından ve G. Lemaitre (1927) ile E. Hubble'ın (1929) gözlemlerinden beri biliyoruz ki galaksiler uzaklıklarına orantılı olarak kırmızıya kayıyorlar, diğer bir deyişle evrenimiz genişliyor.
Genişlediğine göre bir başlangıç noktası var evrenimizin. Uzun yıllar boyunca yapılan sayısız gözlemler bu başlangıç noktasını 13,5 milyar yıl öncesi olarak belirlemiştir. Evrenimiz durağan değil, tersine dinamik bir evrendir ve ilerde göreceğimiz gibi oldukça çalkantılı ve kaotik bir tarihi vardır. Günümüzde evren 1026 metre boyutlarındadır ve yaklaşık olarak 1011 galaksiye, 1021 yıldıza, 1078 atoma ve 1088 fotona sahiptir.
Ama içinde yaşadığımız evren yaklaşık 13,5 milyar yıl önce Büyük Patlama ile başladığında her şey çok farklıydı. Başlangıçta evrende hiç madde yoktu. Öte yandan, evrende var olan ve her yerde karşımıza çıkan dört temel kuvvet, kütle çekim kuvveti, elektro-manyetik kuvvet, zayıf ve güçlü kuvvetler, ilk nano saniyelerde hep bir aradaydılar.
Modern Kozmolojik Kurama göre noktasal bir tekillikten doğan evrende ilk saniyelerde o kadar büyük bir sıcaklık vardı ki, tüm maddeler ayırt edilemez bir “kuark çorbası” durumundaydı. Evrenin yaşı bir saniyenin milyarlarca kere milyar kadar küçük bir kesiti kadarken kütle çekim kuvveti diğer kuvvetlerden ayrıştı, maddenin temel yapı taşları olan kuarklar ve leptonlar oluştu. Bir sonraki aşamada aniden genişleyen (şişme dönemi) evren hızla soğumaya başladı ve ilk nano saniyelerin sonunda, bugün her yerde karşımıza çıkan diğer üç temel kuvvet (elektromanyetik, zayıf ve güçlü kuvvet) birbirlerinden ayrıştı. Bu sürece kendiliğinden simetri kırınımı diyoruz.
Ayrıca evrende bu ilk zamanlarda eşit miktarda madde ve anti-madde vardı. Evren hızla soğudukça madde ile anti-madde arasındaki simetri bozuldu. Elektronlar, pozitronlar, fotonlar, nötrinolar ve antinötrinolardan oluşan başlangıç anı çorbasının sıcaklığı yüz milyar kelvin derecesiyken, bu yüksek sıcaklıklarda parçacıkların karşılıklı etkileşimde bulunmaları sürekli bir yaratılış ve yok ediliş süreci idi.
Bu yüksek sıcaklıkta bir elektron ve pozitronun fotonlar şeklinde yok olması, fotonların bir elektron pozitron çifti yaratmak üzere çarpışması kadar olasıydı. Ancak bu başlangıç anı çorbasında, fotonların sayısının milyarda biri kadar küçük bir oranda proton ve nötron kirliliği vardı.
Çorbadaki bu küçük öbekten tüm galaksiler ve yıldızlar ve nihayet gezegenimiz ortaya çıktı. İlk üç dakika geçtikten sonra, evrenin sıcaklığı küçük proton ve nötron kirliliğinin çekirdek halinde birleşmesine yetecek kadar düştü.
Başlangıçta evrende radyasyon (ışınım) hakimdi. Elektron, proton gibi maddenin temel yapı taşları yüksek sıcaklıklarda bir araya gelip atomu oluşturamıyorlardı. Radyasyon ve madde termal bir denge halindeydi. Evren yaklaşık 300 bin yıl yaşındayken, sıcaklığı 4000 kelvine kadar düştü (günümüzdeki sıcaklığın binde biri) ve protonlar hidrojen atomları oluşturmak üzere elektronlarla bağlandı. Bu dönemden kalan ve Penzias ile Wilson'un 1964’ te keşfettikleri kozmik ardalan mikrodalga ışımasını (CMB) evrenin her yerinde görebiliyoruz. Kozmik Ardalan Araştırmacısı (COBE) uydusunun bu fosil ışınım üzerinde belirlediği yoğunluk farkları Büyük Patlama kuramının en önemli kanıtlarından biridir. Daha sonra yapılan hassas gözlemler, ardalan ışınımında bir derecenin 10.000’de biri ölçeğinde sıcaklık farkları belirlediler ve bunların madde yoğunluğundaki farklara karşılık geldiğini saptadılar. Bu salınımların büyüklüğü, evrenin başlangıcındaki kuantum dalgalanmalarının, şişme süreci sonucu simdi gözlenen boyutlarına ulaşmış olabileceğini göstermektedir.
Bir sonraki dönemde bu hidrojen atomları milyonlarca yıl boyunca birleşerek yıldızları oluşturdular. Yıldızlar yandıkça hidrojen atomları kaynaştı ve daha ağır atomları meydana getirdiler. Yeni elementler yıldızların kalbinde yaratıldı. Milyarlarca yıl sonra, şimdi içinde yaşadığımız güneş sisteminin ortasında bulunan çok büyük bir yıldız patladı ve içindeki elementler uzaya savruldu. Sonraki milyonlarca yıl boyunca uzayda dönen bu elementler birleşerek ortada güneşi, etrafında gezegenleri ve dünyamızı yarattı. Daha sonra da dünyada yaşam başladı ve evrimleşerek günümüzdeki insana kadar geldik, evren hakkında sorular sormaya başladık.
Yaşamın başlangıcına kadar kendiliğinden gelişen bütün bu süreçte, biyolojik evrim kuramına benzer bir şekilde, maddenin evrimleşmesi söz konusudur. Ama bu sadece bir benzetmedir. Şüphesiz, biyolojik evrimde birikimli seçilim gibi birçok farklı faktör rol oynamaktadır.

MODERN BİLİMİN DOĞUŞU
Kopernik ( nicolaus Copernicus, 1473 – 1543) düşünce ve bilim tarihinde önemli dönüşüm noktalarından biridir. Son beş yüz yılda tanık olunan bilimdeki hızlı gelişmelerin Kopernik’in astronomideki devrim niteliğindeki buluşlarıyla başladığı söylenebilir. Kopernik’i ustaları olarak benimsemiş olan Johannes Keppler (1571- 1630) ve Galileo Galilei (1564-1642), XVII. yüzyılda gerçekleşen bilim ve devrimlerinin öncüleri olmuşlardır. Kopernik, gezegenler teorisinde bilim kapsamında Aristo çerçevesi içinde bir reform önermişti. Ancak Keppler ve Galilei’nin çalışmalarından sonra bu sınırlı reform bir devrim haline dönüştü. İşte bu iki bilim adamının büyük çabaları sonucunda artık Aristocu yaklaşım önemini yitirdi ve modern bilim doğmaya başladı. Astronomideki bu devrimsel atılımlarla insanın evren içindeki yerini saptamada yeni görüşler ortaya çıkmış oldu. Aristo’nun çöküşü olarak da adlandırılabilecek bu yüzyılda, sentezde yeni arayışlar kendini gösterdi. Aristo’nun ön plana çıktığı bilimsel ilgilerin uyanmaya başladığı XIII. yüzyılın aksine artık Aristo mantığı her şeye yetmiyordu.
Asi çağı olarak nitelendirilen bu dönemde, ortaçağın karanlık bitmiş olsa da zamanın filozof ve bilim adamları yine kilise ile savaşmak zorunda kaldılar. Özellikle Galilei’nin bu savaşımda katkısı büyük ve önemlidir. Galileli’nin astronomiye katkısının yanında Aristo fiziğinden modern fiziğe geçişi sağlaması da önemli bir katkı olarak kabul edilmelidir. Bu büyük bilim adamının deney ve analitik (matematiksel) düşünmeyi birleştirerek bilimsel yöntem anlayışından modern senteze ulaştığı görülmektedir. Bilime daha sağlam bir çaba bulma çabalarında o devrin filozoflarından Francis Bacon (1461-1626) ve Rene Descartes de (1596-1650)  katkıları olmuştur. Bu filozof ve bilim adamlarındaki yöntem bilinci ile modern bilimin kapıları aralanmış oldu.
Daha sonra Isaac Newton (1642-1727) modern bilimde önemli adımlar attı. Galilei’nin dinamik konusundaki çalışmalarını Newton’un mekanik buluşları takip etti. Newton’un “ Evrensel yerçekimi yasası” ve ünlü kitabı Principia’da açıkladığı diğer buluşları bilimdeki yeni anlayışı çok iyi kullandığı görülmektedir. Devrim niteliği taşıyan modern bilimin gelişmesinde Aristo kavramının egemen olduğu üniversitelerden çok, XVII. yüzyılda yeni kurulan akademilerin yeri büyük olmuştur. Işık, ısı ve madde ile ilgili yeni kavramlar bu akademilerde gelişmiştir.
Aydınlanma çağı olarak kabul edilen XVIII. yüzyılda ise modern bilimin ürünleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde özellikle astronomi, matematik, fizik ve kimya alanındaki gelişmeler önemlidir. Oksijen, diğer gazlar ve suyun bileşimi üzerinde çalışılarak yeni buluşlar ortaya atılmıştır. Laplace’ın )1749-1827) gazlar ve basınç ile ilgili ünlü çalışmalarının bilime olan katkısı çağımızda da önemle algılanmaktadır.

ENDÜSTRİ DEVRİMİ
Endüstri devrimi İngiltere’de buharlı makinaların kullanılmasıyla başlar.  Böylece insan ve hayvan gücü yerini buhar ve daha sonra da elektrik gücüne bırakmıştır. Artık mekanik bir dünya vardır ve determinizm ön plandadır. Atölyeler fabrikalara dönüşmüştür. Bu fabrikalarda çalışan işçiler büyük merkezlerde yerleşmeye başlamış ve klasik anlamda işçi sınıfı oluşumu başlamıştır. Avrupa’da endüstrileşme ile başlayan bu canlı dönem daha sonra Amerika kıtasına geçer.
Bilimdeki gelişmeler XIX. Yüzyılda üç grup altında incelenebilir.
1)    Fizik alanındaki yeni atılımlar olarak ışığın dalga kuramı, enerji, elektrik, termodinamik ve elektromanyetik kuramları sayılabilir. Özellikle elektriğin yol açtığı yenilikler birçok yeni teknolojiyi de berberinde getirmiştir. Faraday, Maxwel, Young, Joule, Amper ve Herz, Newton’dan sonra bilim tarihinde yerini almış bu dönemin önemli fizikçi bilim adamlarıdır.
2)    Evrim kuramı: Charles Darwin (1809-1882) türlerin kökeni ilgili çalışmaları ve evrimi doğal eleme (seleksiyon) ile açıklaması bu çağın en önemli gelişmelerinden biridir. Darwin kuramı insanoğlunun evrendeki yeri konusunda ve bilimsel gerçeğin aranmasındaki görüşler yönünden, ayrıca bir devrim niteliğini korumaktadır. Ancak 1865 yılında Gregor Mendel’in (1822-1884) çalışmaları ile genetik konusundaki buluşlar ve mutasyon tanımı evrim teorisinde daha ilginç bir bakış açısı getirmiştir. Gen teorisinin evrim süreci içinde, doğal seleksiyon yanında, mutasyonların ve kalıtımın da çok önemli olduğu vurgulanmıştır.
3)    Mikrobiyolojideki gelişmeler: Louis Pasteur (81822-1895) mikrobu tanımlayarak ve “ Germ Teorisini” ortaya atarak insanoğluna büyük bir buluş kazandırmıştır. Böylece “spontan jenerasyon” kavramı terk edilmiş, pastörizasyon endüstride yerini almış ve aşılar hastalıklardan korunmada kullanılmaya başlanmıştır. Robert Koch’un tüberküloz basilini bulması, Joseph Lister’in cerrahide asepisiyi tanımlaması tıp biliminde kilometre taşı niteliğindeki önemli gelişmelerdir.
İşte XIX. yüzyıldaki bu gelişmeler, özellikle fizik alanındaki yeni atılımlar ve enerji üretimi endüstri devriminin zeminini hazırlamıştır. Bilimin ürünü olan teknolojinin gelişmesiyle bu devrim büyük bir ivme kazanmıştır. Uygarlığın gelişmesinde bilim ve teknoloji ilişkisinin daima önemli rol oynadığı bu devrim ile daha iyi anlaşılmaktadır. Rönesans’tan sonra XVII. yüzyılda kendini gösteren ve bilim devrimi diyebileceğimiz büyük gelişmelerden birkaç yüzyıl sonra endüstri devrimi başlamıştır. Görülüyor ki bilim ve bilimsel bilginin uygulamaya geçmesi teknolojiyi getirmekte teknolojide insanın yaşam biçimini kolaylaştıran makinalar üreterek endüstriye dönüştürmektedir. Böylece, bilim ile doğayı tanımak ve gerçeği anlamaya çalışmak yanında, teknoloji ile doğaya hakim olma çalışmaları da başlamıştır. Endüstri devrimine yol açan etkenler arasında teknolojik uygulamaya elverişli bilgi birikimi yanında, ticaret olanaklarının büyümüş olması ve ekonominin güçlenmesi de sayılabilir.

YİRMİNCİ YÜZYIL VE ÇAĞIMIZDA BİLİM
Petrolün rafine edilmesine ve kauçuğun lastiğe dönüştürülmesindeki gelişmelerle endüstri daha da canlanmış, başta otomotiv endüstrisi olmak üzere ağır sanayinin büyümesi ülkeler arasında rekabeti artırmış ve dünyada pazarlara hakim olma kaygısı ve savaşı kutuplaşmalara neden olmuştur. Bu çağdaki teknoloji ve endüstrideki bu büyük yarış beraberinde büyük paylaşım savaşlarını da başlatmıştır.
Albert Einstein’in, rölativite (görecelik) teorisi ve çekim alanı kavramı yanında, yanında atom fiziğindeki gelişmeler ve kuantum teorisi, XX. Yüzyılın ilk yarısına damgasını vurarak bilimin gelişmesinde yeni bir devrimi getirmiştir. Bu yüzyılın ikinci yarısında ise madde, genetik ve telekomünikasyon alanındaki gelişmeler büyük bir hızla çağımızda da sürüp gitmektedir.
Fleming’in penisilini bulması tıp alanındaki diğer sayısız gelişmeler izlemiştir.  Tıp alanındaki bu gelişmeler çok sevindirici olsa da fizik alanındaki ve silahlanma teknolojisindeki hızlı gelişmeler “Marshall Planı” ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanmaya geçirilmesi insanoğlunu hayli tedirgin etmiştir.
Bu alanda, James Watson ve Francis Cricks’in 1953 yılında DNA sarmalının moleküler yapısını tanımlamalarıyla genetik alanında yapılan gelişmeler, günümüzde “Genom Projesine” kadar gelmiştir. İnsan genetik haritasın ise artık tamamlanma aşamasına geldiği söyleniyor.
CERN
Radyodan telefona ve cep telefonuna, televizyondan bilgisayara ve internete… XX. Yüzyılda ve içinde yaşadığımız yüzyılın başlarında görülen bu baş döndürücü gelişme, artık bilimi başka arenaya taşımıştır. Yeni bilimsel bilgi ve teknolojilere yine bilimin ürünü olan enformasyon (bilişim)teknolojisi kullanarak ulaşmak, bilimdeki gelişim hızını çok yüksek düzeylere getirmiştir. Zamanımızda yine ayrı bir devrim niteliğinde olduğu görülen enformasyon (bilişim) teknolojileri, insan yaşamını kolaylaştırmayı amaçlaması yanında, hem yeni teknolojik gelişmeler ve buluşlar için gerekli olan bilgilere daha kolay ulaşılmasını sağlamakta hem de bilimde yeni ufuklar açarak insanoğlunun coşkusunu artırmaktadır. Genom Projesi’nde kullanılan biyoenformasyon teknolojileri, tıpta robotik cerrahi, uzay çalışmaları ve fizik partiküllerinin çalışıldığı CERN Projesi, bu atılımlara örnek olarak gösterilebilir.
Evrenin ve insanın kendisini keşfinde büyük adımların atılmakta olduğu zamanımızda, büyük bilimsel atılımlar büyük güçleri gerektirdiğinde “ Güç kimde ise iktidar ondadır.” söylemi akla gelmektedir. Teknolojilerdeki bu ilerlemeler sonucu bilimsel çalışmaların maliyeti yükselmiştir. Artık bilim adamlarının tek başına kısıtlı bütçelerle çalışma yapmaları kolay görülmüyor. İkinci Dünya Savaşı ve sonraki “ soğuk savaş “ dönemlerinde bilim alanları tamamen güçlü devletlerin elindeydi. Daha sonra güçlü devletler yanında çeşitli kuruluşların, vakıfların ve örgütlerin elinde oldu. Zamanımızda ise bilimde gücün daha çok uluslararası güçlü sermayeyi yönetenlerde olduğu görülmektedir. Bilim öyle finansal bir güç haline geldi ki, zamanımızda bilimsel gelişmelerin borsaları bile etkilediği ve ekonomik durumun da bilimsel çalışmalara yön verdiğini görmekteyiz. Genom projesindeki son gelişmeler ve patent savaşları bu iktidar savaşlarına en büyük örnektir.
Çağımıza görmüş olduğumuz bu baş döndürücü gelişmeler ve bilim iktidar konusu yeni çekinceleri de beraberinde getirmektedir. Bunlardan birkaç örnek vermek istersek; Nazi Almanya’sının genetik konusunda soykırımına kadar varan uygulamaları, ABD tarafında atom bombasının Japonya’ya atılması ve silahlanmadaki ürkütücü gelişmeler, genetik şifrelerin çözülmesi ve teknolojinin çevrede yarattığı, sürekli artan önlenemeyen kirlilik ve iklim değişiklikleri, bilim sayesinde edindiğimiz bilgilerin kötüye kullanılacağı endişesi yaratmaktadır. Bu nedenle gücün kimde olması gerektiği sorunu çok ama çok önemlidir. Ancak bu kaygıyla bilimdeki gelişmeleri önlemek, engellemek ve teknolojik yenilikleri frenlemek de düşünülemez. İnsanlığın gelişmesi ve gerçeği arama çabaları yolunda bilimsel gelişmeler sürmelidir. Bizlerin, bilimi kötüye kullanılabileceği ve teknolojinin doğaya hükmederek insanlığa zarar da verebileceğini düşünerek, bu kaygıyı duyarak ve olası sakıncalara hazır olarak, gelişmekte olan bilimi tanımamız ve bilimsel verileri yakından takip etmemiz gerekmektedir.
Sonuç olarak, antikçağdan günümüze kadar, birçok yetenekli ve seçkin kişinin öğrenme ve araştırma tutkuları sayesinde birçok devrim niteliğinde olan bilimsel gelişmelerin insanlık tarihinde yer aldığını görmekteyiz. Bu gelişmelerde toplumsal gereksinimlerin, sosyal ve ekonomik koşulların büyük etkisi olmuştur. Halen büyük bir hızla süren bu gelişim sürecinin kökü ilk uygarlıklara kadar uzanan bir deneyim ve bilgi birikimine dayanır. Tarih boyunca, bilim gelişim süreci zaman, zaman düştüğü gözlense de bu gelişmede her dönemin ve her toplumun ayrı bir rolü ve yeri olduğu belirgindir.
İslam Coğrafyasındaki Durum
Dünya bu bilimsel evrim ve devrim süreçlerini yaşarken, İslam coğrafyasında; bireysel veya kurumsal uğraş olarak bilim ve teknoloji adına kayda değer hiçbir şey üretememiş olması, hem de bu alanda hayret ve dehşet verecek düzeyde yoksul olması bizleri yeniden düşündürmelidir.
Bu sefil yoksullukta, hiç kuşkusuz; ülkeleri yönetenlerin büyük sorumluluk ve günahları vardır. Yüzyılımızın Anadolu ve Türk Dünyasındaki büyük aydınlanmacı önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Türk Gençliğine Seslenişi” söyleminde kullandığı; ”… gaflet, delalet hatta hıyanet…” sözleri bize yeniden önemli bir şeyleri anımsatması gerekir. Aksi halde, yanlış eğitim ve yönlendirme ile şekillendirilen kitlelerin içinde, bilim adına UMUT IŞIKLARININ çıkıp karanlığı yırtması daha çooook uzun süre alabilir.

Murat Şahin - Habercem portalı 2019

Kaynakçalar
1)      Kerem Cankoçak (CERN, Cenevre) makalesi
2)      Ortaçağ Felsefesi; Fuat Özbilen, çalışması 2010
3)      Ortaçağ Felsefesi; İsmet Zeki Eyuboğlu, Pencere Yayınları 2002
4)      Tarihte Bilim; J. D. Bernal, Çeviri; Tonguç Ok, Evrensel Yayınları 2008
5)      Bilim Tarihi; Colin A. Ronan Çeviri; Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu – Prof. Dr. Feza Günergun, Tubitak Yayınları 2003
6)      Ortaçağ’dan çıkışta bilimin rolü; makalesi Eric J. Lerner Çeviri Rennan Pekünlü, Bilim ve Gelecek Dergisi 49. Sayı.
7)      F. T. Salman, Bilimin Gelişim Tarihi, makalesinde önemli alıntılar.



İNSANLIK BUGÜNE NASIL GELDİ? - III- (AVRUPA ORTAÇAĞI)


İNSANLIK BUGÜNE NASIL GELDİ?  - III- (AVRUPA ORTAÇAĞI)
 “ Gecenin en karanlık anı, sabah güneşinin doğmasının başlangıcıdır.”
-          Anonim -
ORTAÇAĞDA BİLİM
Hıristiyanlık; bu yeni dinin bilim karşısındaki tavrı nasıldı?
Ana konu başlığımıza dönecek olursak; küçük bir Yahudi mezhebi olarak doğan Hıristiyanlık, İmparator Konstantin’ in İ.S. 312 yılında Hıristiyan olmasından sonra, dördüncü yüzyılın başında Roma İmparatorluğu’nun resmi dini, haline geldi. Böylece Hıristiyan papaz ve piskoposlar da daha önce sahip olmadıkları güç ve yetkilere kavuştular.
Tanrının yarattığı fiziksel evrenin incelenmesini teşvik edecek miydi yoksa etmeyecek miydi?
Böyle durumlarda çoğunlukla görüldüğü gibi, bazı Hıristiyanlar bir görüşü, bazıları diğer görüşü benimsedi. Bir taraftan ister bilimsel ister başka türden olsun, bütün laik çalışmalar reddedildi. Bütün dikkatler ruhların kurtuluşu gibi çok önemli konuda toplandı. Ayrıca, bilim en azından Yunan kaynaklarına yani pagan öğretiye başvurma anlamına geldiğinden, insanların aklının tehlikeli fikirlerle dolup, bu fikirlerin Hıristiyan ruhları zehirlememesi için bilimi yok saymak gerçekten temkinli bir davranış sayılabilirdi. Diğer taraftan, buna tamamen ters bir yaklaşım vardı. Tanrı evreni yaratmış olduğuna göre, bilim yoluyla O’nun eserini incelemek, ilahi hikmete ve tanrının insanın görmesine izin verdiği harikalara olan hayranlığı arttıracaktı.
Bir önceki yazımın içeriğinde; “ Kimilerinin göklere çıkardığı, kimilerinin yerin dibine batırdığı ortaçağın olumlu, geliştirici yanları da vardır. Sanırım yanlışlık, ortaçağın düşünsel yapısından değil de, devrini tamamlamış olan bu uygarlık kesimini günümüz de geçerli kılma girişimlerinden kaynaklanıyor. Ortaçağ kendi anlayış ortamında başarılıydı, kuşkusuz onun düşünsel bakımdan yapabileceği başka bir iş yoktu. Öte yandan, yine ortaçağ ilkçağa göre düşünsel yönden geri kalmıştı. Ancak onu geri bırakan düşünce odaklarının yaratıcıları da ilkçağ aydınlarıdır.” diye belirtmiştik.
İşte şimdi bu ortaçağın cenderesinden sıyrılan aydınlardan bir kaçını birlikte inceleyeceğiz. Bunlardan bilim safında yer alanlardan biri de, daha sonra kilise tarafından aziz olarak yüceltilecek olan Aurelius Augustinus olmuştur.
Aziz Augustinus
Aziz Augustinus Roma’nın bir eyaleti olan Numidia’daki (bu günkü Cezayir) Tagaste şehrinde İ.S. 354 yılında doğdu, bilim konusunda hiç yazmadığı gibi, bilimsel gözlem de yapmadı. Ancak Batı biliminin daha sonraları içinden doğacağı düşünce modelinin ve değerler sisteminin gelişmesinde çok önemli bir aşamayı temsil etmektedir. Yunan filozofları, evren hakkında doğru bilgiye, insanın kendi kurduğu bilimler sayesinde ulaşabileceğini cesurca ileri sürmüşlerdi; fakat şimdi Yunan bilimi geniş ölçüde unutulmuştu. Kilise, dini olmakla beraber açıkça felsefi yönleri olan yeni bir mesaj vermişti.
Augustinus’a göre bilimin Hıristiyan dininde oynayacağı bir rol vardı; fiziksel evren dâhil, tanrının yarattığı her şey iyi olmalıydı. Dolayısıyla, evrenin incelenmesi Tanrı’nın hikmetinin daha çok takdir edilmesini sağlayacaktı.
Augistinus Hıristiyanlığın Doğu ve Batı görüşleri arasında yol ayırımında bulunuyordu. Tarihi, döngüsel bir süreç olarak gören Yunan ve doğu düşüncesinden ayrıldı; tarihin bir başlangıçtan bir sona doğru ilerlediğine inanarak, zamanı tek yönlü bir gelişme olarak gördü. İnancın bilgiden önce geldiğini düşünmekle beraber, insanın bilgi edinmesinin arzu edilen bir şey olduğuna inandı. Teolojiyi; “bilimlerin kraliçesi” olarak tanımlaması da bunu açıkça göstermektedir. Batı Hıristiyan dünyası Augistinus’ta bilimin ve incelemenin bir önderini bulmuştu. Bilginin ilahi olduğunu ileri süren teorisi, nesiller boyu Batı düşüncesine egemen oldu. Gerçekten de bu teori, on üçüncü yüzyılda, Oxforord ve Paris Üniversitelerinde, yeni keşfedilen Aristo öğretileri ışığında sorgulanana kadar benimsendi.
Augustinus bilgiyi arayanların safında yer almışsa da, Kilise’nin yüzyıllar boyu bilimden başka konularla ilgilendiği açıktır. Ancak Kilise, Paskalya gününü belirlemek gibi, bilimi ilgilendiren sorunlarla da karşılaşmaktaydı ama burada yapılan bilim, teorik değil pratik problemlerle uğraşmaktaydı; teori gerilerde, Yunanlılarda kalmıştı.
SAYGIDEĞER BEDE
Bu tutumun tipik bir örneği de, Saygıdeğer Bede’nin çalışmalarıdır. İ.S.  672 veya İ.S. 673 yılında doğmuştur.
Bede’nin Saygıdeğer sanını kazanmasını sağlayan başlıca yapıtı Roma – İngiliz kiliselerinin tarihidir. Takvim başlangıç olarak, Hz. İsa’nın doğum gününü ilk kullanan Bede idi ve böylece, miladi tarihin tarihçiler ve daha sonra başkaları tarafından kullanılmasını başlattı.  Bede gelgit olaylarıyla da ilgilendi; zira gel git Kuzey Denizi ne dökülen nehirlerin ağzında yer alan Jarrow ve Wearmouth’da önemli bir olaydı. Bede bu iki yerde, yerel şartların kabarma zamanlarını etkilediğini fark etti ve böylece daha sonra bütün dünya limanlarında etkili olan “limanın yerleşimi” olayına dikkat çekti.
Bede, Avrupa’da Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarının bilgili kişisini temsil etmektedir. Bilim, onun bilgisinin yalnızca küçük bir kısmını oluşturmuştur; çalışmaları daha çok, kilisede ve kutsal kitaplarda açıklandığı şekliyle, inanç üzerinedir. Bede gibi, bütün alimler kilise mensuplarıydı ve düşünceleri fiziksel evreni araştırmaktan çok ahiret ve Tanrı’nın yüceltilmesi üzerine yoğunlaşmıştı. Bunlar, özgür düşünceye ve sorgulamaya düşman bir ortamda yaşamaktaydı. O dönemde fiziksel evrene dair bilgiler, önceliklerini kilisenin belirlediği, her ne kadar bozulmuş ve eksik olsalar da, özgün Yunan fikirlerini yansıtan açıklamalı metinlere dayanmaktaydı. Bu durum, Yunan öğretisinin özgün halinin Batı’da entelektüel bir patlama yarattığı on ikinci yüzyıla kadar değişmedi.
Yunan öğretisinin ani etkisi, önce Arapça metinlerin Latince’ ye tercüme edilmesiyle kendini gösterdi. Bu tercümeler arasında el-Harezmi’nin Cebir’i ve İbn el-Heysem’in Batı’ ya Optik Hazinesi adıyla ulaşan eseri gibi özgün İslam eserleri bulunduğu gibi, Aristo’nun Yunanca eserlerinin Arapça tercümeleri ve bunların açıklamaları vardı. Tercüme çalışmalarının büyük bir kısmı, Müslüman İspanya’daki Toledo şehrinde yapıldı. Sonradan İngiliz Kralı II. Henri’nin hocası olan Adelard, birçok eseri Latince’ ye tercüme etti; bunların arasında, yüzyıllar boyunca Batıda geometri konusunda temel kaynak olarak kullanılacak olan Öklides’in Elementler adlı eserinin Arapça sunumu da vardı.
Yeni gelen bu bilgilerden ilk etkilenenler arasında, yeni kurulan Paris ve Oxford üniversiteleri de vardı. Bunlar, Batı üniversitelerinin ilk örnekleriydi. Paris Üniversitesi, Notre Dame Katedrali’ndeki okulların geliştirilmesiyle 1170 civarında kurulmuştu; bunu Oxford Üniversitesi izledi. Bu üniversite, dokuzuncu yüzyılda kral Alferd tarafından kurulmuş olan okulların gelişmesiyle ortaya çıktı. Paris, kısa sürede Batı Hıristiyan teolojisinin önemli bir merkezi haline geldi. Dominiken ve Fransisken tarikatlar 1220’lerde burada ders vermeye başladı. Fransiskenler Oxford’da da etkiliydi, iki büyük bilim adamı yetiştiler; bunlar Robert Grosseteste ve öğrencisi Roger Bacon idiler.

ROBERT GROSSETESTE VE ROGER BACON
Grosseteste, İngiltere’nin doğusunda, muhtemelen Suffolk’ta 1168 yılları civarında doğdu, 1209 ile 1214 arasında Paris Üniversitesi’nde bulundu. 1253 deki ölümüne kadar, on üçüncü yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de ortaya çıkan önemli düşünce hareketinin önde gelen kişiliklerinden biri old. Oxford’da, üniversiteye ilk defa 1224 yılında gelmiş olan Fransiskan’lara baş okutman unvanıyla teoloji dersleri verdi. Grosseteste’nin etkisi, yalnızca bu görevi sayesinde yapmış olabileceğinden daha büyük oldu. O, İngiliz Fransiskanlarını, kutsal kitapları ve dilleri incelemeye yönlendirmekle kalmadı, aynı zamanda matematik ve doğa bilimlerini öğrenmeleri için teşvik etti. Kısaca, Yunan bilimi ve felsefesi konusundaki yeni bilgilerin Hıristiyan felsefesinin bütününü derinden etkilediği bir dönemde Grosseteste’nin etkisi çok büyük oldu.
Grosseteste, doğa olaylarına büyük merak duydu; astronomi, evren, ses ve özellikle optik konusunda önemli makaleler yazdı. Aristo’nun eserlerini çok iyi tanıması, onu bilimsel araştırmalarını doğa üzerine de yapmaya yöneltti. Ona göre bilim, insanın genellikle karmaşık yapıdaki olaylar karşısında edindiği deneyimden doğmuştu. Bilimin hedefi, bu deneyimlerin nedenlerini keşfetmek, niçin meydana geldiğini bulmaktı. Nedenleri bulduktan sonraki adım bunları incelemek ve nedenleri, onları oluşturan bileşenlere veya ilkelere ayırmaktı. Bundan sonra bir varsayıma dayanarak ve bu ilkelerden çıkarak, gözlenen olay yeniden oluşturulacaktı; son olarak, gözlem aracılığıyla bu varsayımın doğru olup olmadığı kontrol edilecek, varsayım ya kabul edilecek ya reddedilecekti. Bütün bunlar çok önemli görüşlerdi, önerdiği yöntem değerli bir yöntemdi; çünkü deneysel bilimin bütün elemanlarını içermekteydi.
Grosseteste, bazı bilim dallarının diğerlerine bağımlı olduğunu göstermek için, bilimlerin sınıflandırmasını yaptı; bunun için Aristocu yöntemin çıkış noktası olarak “etkin nedenleri” inceledi. Böylece optik ve astronominin geometriye bağlı olduğunu ileri sürdü; çünkü her iki bilim de gerek ayna tarafından yansıtılan, cam veya su tarafından ışık ışınlarının davranışını gerekse gök cisimlerinin hareketini açıklamak için geometri tekniklerini kullanmaktaydı. Diğer yandan matematiğin, bir olayın formel sebebini verebileceğini söyledi; çünkü özdeksel ve Aristocu ifadeyle “etkin” nedenler ancak fiziksel evrenin kendisinden kaynaklanabilirdi.  Astronomide, yıldızlarında dünyevi dört unsurdan oluştuğu gibi hem ilgi çekici hem de çok yeni bir fikir ileri sürdü ancak pek taraftar bulamadı.
Grosseteste için optik en temel fizik bilimiydi. Işığın, yaratılan “ilk maddenin” ilk “şekli’’ olduğunu düşünmekteydi. Ayrıca ışığın, nokta şeklinde kaynaktan çıkarak bir küre oluşturacak şekilde dışarı doğru yayılan fiziksel bir madde olduğunu ve böylece uzayın üç boyutunu oluşturduğunu ileri sürdü. İbn el-Heysem’in optikle ilgili eserinden güç alarak, ışık ışınlarının hareketini ayrıntısıyla tartıştı. Kırılma konusunda ilgi çekici düşüncelerini şöyle ifade etti; “Optiğin bu kısmı (perspektiva) iyi anlaşıldığı taktirde bizim çok uzaklardaki cisimleri çok yakındaymış gibi, yakındaki büyük cisimleri küçükmüş gibi, uzaktaki küçük şeyleri istediğimiz kadar büyük gösterebileceğimizi açıklar; böylece inanılmaz bir uzaklıktan, en küçük harfleri bile okuyabilir veya kum, tahıl tanesi, tohum veya her çeşit küçük cismi sayabiliriz.’’
Gökkuşağı veya Kırılma ve Yansıma Üzerine adlı eserinde geçen bu ifadeler büyüten ve küçülten merceklerin, kendisinden 350 yıl sonra 1621 de gerçekleşecek olan teleskopun tanımına benzemektedir.
Grosseteste’nin öğrencilerinin bilimsel bakımdan en önemlisi kendisinden 50 yaş kadar genç olan Roger Bacon idi. Bacon 1241 den itibaren Paris üniversitesinde ders verdi. 1247 de Oxford’a geri döndü ve Grosseteste ile tanıştırıldı.
Kırk yaşında Fransisken olan Bacon bir süre, simya ve astroloji konularından nefret eden mezhebin başkanı ile ters düştü. Hatta bu tartışma yüzünden mezhep üyelerinin izin almadan bu konularda veya teolojiyle ilgili yayın yapmaları yasaklandı. En sonun da “Averroist öğreti” ( İbn Rüşd’ün Hıristiyan dünyasındaki ismi) konusundaki yazısı yüzünden birkaç yıl hapse atıldı. Bu mahkûmiyet, o zamanlar akıl ve felsefeyi, inanç ve vahiy edilmiş bilgiden üstün tutmuş anlamına gelmekteydi.
Roger Bacon; sadece otoriteye başkaldırdığı için değil, simya ve astroloji ile renklenmiş olsa da bilimsel görüşlerinin olumlu özellikler taşıması yüzünden önemli bir kişilikti. Bacon’a göre, nesnelerin gerçeğini kavramamızı engelleyen dört şey vardır:
1. Yetkisiz ve zayıf bir otorite;
2. Eski alışkanlıklar;
3. Cahil bir kamuoyu;
4. Kişinin cehaletinin, görünürde akıllılıkla örtülmüş olması.
Bu eleştirilerin hepsi değilse bile, bazılarının ve özellikle sonuncusunun günümüzde bile devam ediyor olması, Bacon’un düşüncesinin açıklığının bir ölçüsüdür. Kutsal Kitapların otoritesini, birinci kategoriye dahil etmemiş olduğu gibi, bu otoritenin akılla desteklenmesi gerektiğini ve aklın da tecrübe ile doğrulanması gerektiğini iddia etmişti. Bu ne tür bir tecrübe olmalıydı? Bacon, bunu da belirlemiş ve tecrübeyi ikiye ayırmıştı: insanın doğasından gelen mistik tecrübe ile dış nedenlerle elde edilen, araçların yardımıyla desteklenen matematiğin kullanımıyla kesinleşen bilgi. Bu, üç yüzyıl sonra büyük önem kazanacak bir tutumdu.
Roger Bacon her ne kadar motorlu gemileri, otomobilleri, uçakları ve “insan ömrünü uzatacak şeylerin nasıl keşfedileceğini öğreten” simyasal bir bilim öngören fütürist olsa da, onun bilime duyduğu ilgi özünde teolojiktir. Ona göre bilimsel bilgi, vahiyle beraber, üzerine kafa yorulacak, yaşama geçirilecek ve Tanrı’ya hizmet etmekte kullanılacak - bütünsel bir hikmetin - parçasıydı yalnızca. Burada Bacon’ın bakış açısı modern olmaktan çok ortaçağın bakış açısına yakındı bizim bugünkü deneye dayalı modern bilimimiz değildi; onun ki daha çok, doğanın büyüsü idi. Bu fiziksel evrenin yalnızca duyular veya aletler yardımıyla incelenmesi sonucunda elde edilen bilgiydi; “harika” buluşlara ve tasvirlere yol açmaktaydı. Yine de, optik konusundaki eserlerinin açıkça gösterdiği gibi, Bacon’ın çalışması bu yolda ileriye doğru atılmış bir adımdı.
Grosseteste gibi, Bacon da Öklides’ in Batlamyus’ un ve İbn el-Heysem’in gözlemlerine başvurdu; merceklerin yalnız ateş yakmaya değil, aynı zamanda büyütmeye ve göz kusurlarını düzeltmeye yaradığını vurguladı. 1267 civarında tamamladığı Opus Majus’da ( Büyük Eser ) şunları yazdı; “ Saydam cisimleri, öyle şekillendirebilir, onları görüşümüze ve görünen cisimlere göre öyle düzenleyebiliriz ki, ışınları istediğimiz biçimde ve istediğimiz açıda yönlendirebiliriz; böylece, bir cismi yakında veya uzaktaymış gibi görebiliriz. Böylece inanılmaz uzaklıktan en küçük harfleri bile okuyabiliriz…. Aynı zamanda güneş, ay ve yıldızları da buraya aşağıya indirebiliriz.” Ortaçağ’ın değişmez ve ulaşılmaz kabul ettiği üst evrenin aşağıya indirilebilir olduğunu söylemiş olması gerçekten dikkat çekicidir.
Bacon’ un deney yaptığı bir teleskopu var mıydı?
Bu imkansız değildir. Bir teleskopu olsaydı bile, ortaçağ zihniyetinin genel bakış açısı göz önüne alındığında, teleskopun bir bilimsel gözlem aleti olarak kullanılmış olması mümkün görünmemektedir; teleskop yalnızca merak uyandıran bir alet ve “doğanın büyüsünün” bir örneği olarak değerlendirilmiş olmalıdır.
Yazılarında “doğanın yasaları” kavramını ilk kullanan Roger Bacon’dır. Ancak bu terim Bacon tarafından icat edilmemiş olup, Azizi Basil MS dördüncü yüzyılda yazılarında kullanılmıştı. Böyle olsa da, bu kavramın Bacon tarafından canlandırılması, felsefi düşüncelerde sürekli değişikliklerin olduğu on üçüncü yüzyılda önemliydi. Bununla beraber, belki de Bacon’ın asıl önemi, her zaman bir otoriteyi diğeriyle dengelemeye çalışmış, Yunanca ve Arapça eserlerin iyi yapılmış tercümelerini sağlamada ısrar etmiş ve fiziksel evrenin gözlenmesinin önemini vurgulamış olmasıdır.

ALBERT MAGNUS (Büyük Albert)
Robert Grosseteste ve Roger Bacon ile bugün modern bilim olarak kabul edebileceğimiz bilime yaklaşmış olduk. Ancak bu kişiler yalnız değillerdi, onlar kadar etki yapmış olan bir diğer dikkate değer çağdaş isimde Albertus Magnus veya Büyük Albert idi. Bazen, Doctor Universalis olarak anılan Albertus Magnus, Bavyera’nın Laningen şehrinde 1200 civarında doğmuştur. Padua Üniversitesi’nde liberal arts okuduktan sonra Dominiken rahibi oldu. 1241 yılına kadar Alman eyaletlerinde hocalık yaptıktan sonra Paris Üniversitesi’ne giderek yabancılar kürsüsünün başına geçti.
Albertus Magnus, Yunan ve İslam biliminin Batı Avrupa üniversitelerine girişinde önemli rol oynamış; bunu yaparken de zorlu bir muhalefetle karşılaşmıştı. O dönemde üniversite ders programlarında yer alan bilim, genellikle gerçek ve efsanelerin garip bir karışımı olan ansiklopedilerden ya da Yaradılışın altı gününden bahseden teoloji kitaplarından derlenmişti. Aristo ve diğer Yunan filozoflarının, yeni keşfedilen, bilimleri değildi. Ayrıca kilise Aristo’nun fikirlerine ve özellikle fizik bilimi ile ilgili fikirlerine karşıydı.  Aristo’nun bilimsel eserlerini, 1210 yılında dini otoriteler yasaklamıştı; dolayısıyla, bunları ister özel ister kamuya açık olarak öğreten her kişi aforoz tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Öğretimin büyük kısmının Kilise tarafından yapıldığı; cehennemdeki işkencelere gerçekten inanıldığı ve bunlardan korkulduğu bir dönemde, bu kararın alınması ciddi ve ürkütücü bir tehditti. Yasak 1234 te kaldırılmakla beraber, Yunan biliminin üniversitelerde ve okullarda yayılmasını engellemeye devam etti.
Albertus Magnus Aristo’nun eserlerini 1240 yılında Paris’te bulunduğu sırada tanıdı; bu eserlerden öylesine etkilendi ki, Dominiken arkadaşları onu, bu eserlerin içindeki bilimi açıklamaya ikna ettiler. Bu girişim dev bir çalışmaya dönüştü, Albertus yalnızca Aristocu bilimi değil, mantık, matematik, ahlak, siyaset ve metafiziğini de açıkladı. Aristo’dan farklı düşündüğü zaman bunu açıkça söylemekten çekinmedi; daha sonraki bazı alimlerin aksine, Aristo’nun yanılmaz olduğunu düşünmek aymazlığına düşmedi. Gerçekten de Albertus, gözleme dayalı bilginin önemini vurguladı; bilimin sadece başkalarının söylediği şeylere inanmak olmadığını, nesnelerin doğasını araştırmayı da içerdiğini öğretti.
Albertus Magnus; Samanyolu’nun yıldızlardan oluştuğunu düşündü. Ay ise Aristo’nun söylediği gibi kusursuz bir cisim değildi. Ay’ın yüzeyindeki koyu lekelerin, yerin yaptığı gölgeler olmaktan çok Ay’ın kendi yüzeyindeki engebelerden kaynaklandığını ileri sürdü. Bütün bunlar yeniydi. Elementlerin kimyasal bileşikleri nasıl medyana getirdiği konusundaki fikirleri ve Demokritos’un atom teorisine olumlu bakması da yeniydi. Aristo’nun kendinden önce yaptığı gibi, en önemli çalışması doğa üzerindeki kendi gözlemleriydi. Yüzden fazla minerali sınıflandırdı, böceklerin çiftleşmesini gözledi; çekirgeleri kesip açarak bunların üreme organlarını inceledi; ayrıca tavuklar yumurtladıktan sonra çeşitli zaman aralıklarıyla yumurtaları açarak civcivin gelişmesini gözledi; balıkların ve memelilerin gelişmesini de inceledi; ceninin beslenmesiyle ilgili belirli sonuçlara ulaştı.
Albertus Magnus’un bitkileri şekillerine göre sistematik olarak sınıflandırdı. Meyvelerin karşılaştırmalı bir incelemesini de yaptı, ısı ve ışığın ağaçların büyümesi üzerindeki etkilerini gözleyen ilk kişi oldu. Botanik konusundaki görüşleri arasında belki de en ilgi çekici olanı, mevcut bazı bitki tiplerinin diğerine dönüştürülebileceğine ve aşılama yoluyla yeni türlerin geliştirilebileceğine inanmasıydı.
Grosseteste ve Roger Bacon’da olduğu gibi Albertus’ta da, büyük beyinlerin Yunan biliminin daha önce fiziksel evren ile ilgili hiçbir sistematik çalışmasının bulunmadığı bir kültüre getirdiği canlanmaya verdiği tepkiyi gördük. Ancak Yunan biliminin gelmesinin, Hıristiyan ilahiyatçısı için bazı tehlikeler taşıdığına şüphe yoktu; bu bilim pagan bakış açısına sahipti ve vahiy ile gelen dine düşmandı. Ayrıca Grosseteste’nin kendisinin de fark ettiği gibi, Aristo felsefesinin birçok yönü, Hıristiyan Kilisesi’nin gerçekliğinden şüphe etmediği Kutsal Kitaplar ile çelişki halindeydi. O zaman, ne yapılacaktı? Grosseteste ve Albertus çapındaki imanı sağlam kişilerin bu kaynaklara ulaşmasından zarar gelmeyebilirdi; fakat başkaları söz konusu olduğunda, bunların inancı pagan etki altında sapkınlığa dönüşebilirdi. Açıkçası Hıristiyanlık ile Aristoculuk arasında kabul edilebilir bir senteze gereksinim vardı. Bunun çok zor bir iş olacağı kesindi; ancak bu görevi gereğince yapabilecek, yani Hıristiyan doktrini ile pagan düşünceyi kabul edilebilir şekilde kaynaştırabilecek uygun kişi olan Thomas Aquinas ortaya çıktı.

THOMAS AQUINAS
Napoli yakınlarındaki Aquina’nın Roccasecca kasabasında 1225 civarında doğan Thomas 14 – 15 yaşlarında girdiği Napoli Üniversitesi’nde gramer, mantık ve doğa bilimleri öğrendi. Yirmi yaşına gelince, ailesinin karşı çıkmasına rağmen Albertus Magnus gibi Dominikan rahibi oldu; zira on üçüncü yüzyılda Dominikanlar entellektüel hayatın önde gelen isimleriydi.
1256–1259 yılları arasında Paris’te ilahiyat kürsüsünde ders verdi. On yıl kadar İtalya’da kaldıktan sonra tekrar Paris’e dönerek ikici defa ilahiyat kürsüsünün başına geçti, bu alışılmamış bir şeydi ama geri dönme sebebi, İbn Rüşd’ün bağımsız düşüncesine eğilimli İbn Rüşd taraftarları ile gelenekçi Agustinus’cu Ortodoksluk taraftarları arasında Aristoculuk konusunda çıkmış olan tartışmalardı. Tartışılan en önemli konulardan birisi de, evrenin yaradılışıyla ilgiliydi ve Aquina’lı Thomas’a göre, evrenin zaman içinde bir noktada yaratılmış olup olmadığını anlamak için tek başına akıl yeterli değildi; çünkü felsefi bakış açısından, evrenin ebedi olmasını engelleyecek hiçbir şey yoktu. Bu konuda belirli bir karar almak için Kutsal Kitap’ta bulunan vahiye dayalı bilgilere başvurmak gereği açıktı. Aquina’lı Thomas bu tavrına rağmen İbn Rüşd taraftarlarıyla aynı kefeye konuldu ve onlarla birlikte suçlandı. Ölümünden bir yıl önce Napoli’ye dönerek burada, üniversitenin yakınında bir Dominikan Statium’u kurmuş ve orada, Hıristiyan teolojisi ile pagan felsefe arasında daha sıkı bir senteze ulaştığı polemikçi eserleri aracılığıyla, karşıtlarına hücum etmiş, yazılar yazmış ve ders vermişti.
Kendisi bilim adamı olmadığı halde, Aquina’lı Thomas yeni keşfedilen öğreti üzerinde yapılan entelektüel tartışmaların merkezi olan Paris’te aklı savundu. Neredeyse tek başına, ilahiyat fakültesinin gidişatını değiştirip Aristocu öğretiyle uzlaşmasını sağlamıştı. Bütün bilginin ilahi aydınlanmayla elde edilebileceği fikrine karşı çıktı, Tanrı’nın görünmeyen özelliklerinin, O’nun yarattığı görünür şeyler sayesinde görülebileceğine inandı. Gerçeğe ve kesinliğe akıl ile ulaşılabilirdi. Doğa alemi Tanrı’nın yazdığı bir kitaptı. Bütün bunlar, Aquina’lı Thomas’ın Yunan bilimine getirdiği dikkatli teolojik yorumlarla birleştiğinde, Ortodoks Hıristiyanların pagan felsefeden korkmaları için nedenleri olmaması anlamına gelmekteydi. Bilim söz konusu olduğunda Yunanlılar, Tanrı’nın yarattığı evreni açıklamaktaydı; ruhun kurtarılışı söz konusu olduğunda ise, Kilise ve Kutsal Kitap açıklayıcı otoriteydi. Ölümünden elli yıl sonra, Batı Katolik Kilisesi onu, kendini en iyi temsil eden eğitimci olarak görmeye başladı ve 1323’te azizlik mertebesine yükseltildi.

JOHN DUNS SCOTUS VE OCKHLMA’LI WILLIAM
Aziz Aquina’lı Thomas’ın yüreklendirdiği anlayış, önemli iki filozof tarafından geliştirildi. Bunlar, her ikisi de Fransiskan mezhebinden olan 1266 civarında İskoçya’da Duns’da doğan John Duns Scotus ve ondan yirmi yıl sonra Londra yakınlarında da doğan Ockham’lı William idi. Duns Scotus ( İskoçyalı Dun), deneyimi ve bilimsel muhakemeyi teolojiden ayırarak bilim adamının işini daha güvenli hale getirdi. En yüksek seviyedeki bilginin ancak insanın içindeki bilinç ile elde edilebileceğini söyledi ve sonsuz varlık olarak Tanrı’nın, fiziksel gözlem ile anlaşılmasının mümkün olamayacağını vurguladı.
Ockham’lı William, on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Kuzey Avrupa üniversitelerindeki düşünceye egemen olan adcılık (nominalizm ) olarak bilinen felsefi öğretiyi başlattı. Bu öğreti tümeller hakkındaydı. Öğretinin ayrıntıları konumuzun dışında olmakla beraber, burada Ockham’lı William’ın öz ile varlık arasında gerçek bir ayırım olamayacağını kanıtlamış olduğunu kaydedebiliriz: bu tavır, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda John Locke ve David Hume gibi filozofları etkilemeye kadar uzandı. Kendisi bugün, “Ockham’ ın usturası” olarak bilinen ekonomi ilkesiyle (ihtiyaç duyulmadıkça malların miktarı arttırılmamalıdır) hatırlanmaktadır. Ockham’lı William, Duns Scotus’un bir nesil önce ortaya koyduğu bilimsel bilgi ile vahiyle gelen bilgi arasında ki ayırımı daha ileri götürdü.
 Aristo felsefesine 1277 de getirilen yasak, bilimin vahiyle gelen dinden ayrılmasını tamamen olmasa da kısmen teşvik etti; bu ayrılma Aristo öğretisinin Hıristiyan dogmasına ters düşen yönleri üzerinde Aquina’lı Thomas’ın yaptığı yorumlara, daha sonraları duyulmaya başlayan saygı ile birleştiğinde, bilime ilgi duyan kişilere spekülasyon yapma ve hatta Aristocu bilime eleştirel gözle bakma cesaretini verdi. Bu durum özellikle Aquina’lı Thomas ile birlikte, Aristo’nun hareket eden cisimlerle ilgili öğretilerinde kendini gösterdi. Aristo’nun zorlanmış hareketle ilgili öğretileri üzerindeki spekülasyonlar 1349’a, Oxford’lu bir alim olan Bradwardin’e kadar devam etti. Bradwardin yazdığı “Oranlar Hakkında Risale” adlı eserinde; Aristo’nun hareket ettirici kuvvetin büyüklüğü, direnç gösteren ortamın gücü ve hareket eden cismin ulaştığı hız arasındaki kesin matematiksel ilişkileri tartışmaktaydı. Bradwardin, önce, Aristo’nun temel öğretisini tam olarak ifade edemedikleri için, daha önce verilen, bütün formüllerin yetersiz olduğunu göstermekle işe başladı. Aristo’ya göre hareket, hareket ettirici kuvvet dirençten büyük olduğu zaman meydana gelebilirdi; bütün formüller sınır şartlarında başarısızdı. Önceki formüllerin yetersizliğini kanıtladıktan sonra Bradwardin kendi çözümünü önerdi; burada değişken miktarların kuvvetlerine başvurmuştu. Bu çözüm, sorunu daha derin incelemelere açan bir adım oldu ve bir teorinin yanlışlanarak karşı bir teori oluşturulması yöntemiyle de bilimsel çalışmalarda yepyeni bir ufuk açtı. Daha sonra bu sorunla uğraşanlar tarafından, özellikle ünlü ve etki bir hoca olan Jean Buridan’ın öğrencisi Nicole Oresme tarafından kullanıldı.
Buridan, Fransa’nın kuzeyinde Béthune’de, 1295 civarında doğdu. Seküler bir rahipti, yani dini bir tarikat üyesi değildi. İki kere Paris Üniversitesi rektörü olduğu gibi, on dördüncü yüzyılın ilk yarısında fizik bilimleri konusunda yürütülen çalışmalar üzerinde çok büyük etkileri oldu.
Buridan’ın bizim için önemi, doğa olaylarını açıklamak için doğaüstü açıklamaların kullanılmasına açıkça karşı çıkması ve fiziksel evrende neden-sonuç ilişkilerinin bulunduğuna kuvvetle inanmasıdır; her şeyden önemlisi impetus (ivme) kavramını kullanarak, fırlatılan cisimlerle hareketiyle ilgili problemlerin çözümünü kolaylaştırmasıdır. Buridan’ın impetus kavramına bakışı, eylemsizliği cismin kendi içinde var olan bir şey olarak düşünen günümüz bakış açısına benzemektedir. Bu yaklaşım da gerçekten çok önemlidir.
Buridan’ın impetus teorisini gezegenlerin hareketlerine uygulamış olması ilgi çekicidir; Tanrı’nın gezegenleri yaratırken onlara impetus vermiş olabileceğini ileri sürmüştür. Bu doğaüstü bir açıklama gibi görünse de her gezegenin kendisine yol gösteren bir akıl sayesinde hareket ettiğini ileri süren Aristocu fikirden üstündür. Diğer taraftan, evrenin bütününün davranışına fizik temelli bir açıklama getirme yolunda önemli bir adım olup, daha sonraki düşünürleri ve özellikle, Buridan’ın öğrencisi Nicole Oresme’i açıkça etkilemiştir.

NICOLE ORESME
1320 civarında doğan Oresme, Paris Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Astrolojiye şiddetle karşı çıkan Oresme, gökleri saate (o zamanlar mekanik saat Avrupa’ya henüz gelmemişti) benzeten ilk kişi olmakla beraber, Buridan’ın gezegenlere Tanrı tarafından impetus (ivme) verildiği şeklindeki fikrini kabul etmedi. Matematiği gezegenlerin ve diğer cisimlerin hareketine uyguladı; böylelikle Bradwardin’in çalışmasını genişletti. Çünkü fırlatılan cisimler probleminde değişken miktarın kuvvetleri için rasyonel sayılar yanında irrasyonel kuvvetleri de kullandı. İrrasyonel sayılar, basit kesirlerle gösterilemeyen sayılar olduğuna göre, evrenin davranışının ifadesinde de belli bir miktar sayısal belirsizlik olduğuna inandı. Bu onun, katı bir belirsizlik üzerine kurulmuş olduğunu savunduğu astrolojiye karşı cephe almasına yol açtı.
Oresme ayrıca, ağırlık merkezi kavramını evrendeki bütün cisimlere uyguladı ve bu konuda Buridan’ı izledi. Buridan, yeryüzündeki erozyonun Yer’in evrenin merkezinde olması gereken ağırlık merkezini değiştirmesine bağlı olarak, Yer’in uzaydaki konumunun da hafifçe, değiştiğini düşünmüştü. Oresme, uzayda, üzerinde canlıların yaşadığı başka dünyaların da var olabileceğini ileri sürdü; Bu fikrin çok büyük dini etkileri oldu. Bunu önerebilmiş olması, din ile bilimin birbirinden ne ölçüde ayrılmış olduğunu göstermektedir. Yine de Oresme ve diğerleri, radikal veya Ortodoks olmayan fikirleri bilim adına ortaya koyarken, bunların gerçeğin tasviri değil ancak birere spekülasyon olduğunu açık olarak belirtmek zorundaydı.
Oresme, yerdeki cisimlerin düşme hızının, kat etmiş oldukları yola değil, düşme zamanına bağlı olduğunu ileri sürdü; burada, eşit zamanlarda eşit hız artışını düşündüğü açıktır. Böylece, bizim bugün hızlanma oranı için kullandığımız ifadenin habercisi oldu. Hareketi, geometrik ve sayısal olarak inceleme yöntemleri üzerinde de yazdı; bu çalışmalar ancak yüzyıllar sonra meyvelerini verecekti.
Ortaçağ’ın sonlarında yapılan bilimsel çalışmalar, özellikle fizik bilimlerinde yoğunlaşmıştı. Çünkü bu alanı düşüncelerin açık olarak ifade edilebildiği ve spekülasyonun serbestçe yapılabildiği bir alandı. Diğer sahalarda, bütün bunlar daha zor, hatta imkansız olabilmekteydi. Bu çalışmalar daha sonraki yüzyıllarda, Rönesans olarak bilinen çağda ve sık sık Bilim Devrimi olarak adlandırılan dönemde de devam etti. Büyük ölçüde ortaçağın sonlarında çalışan bilim adamlarının sorgulayıcı tavrı üzerinde kurulmuş olan modern bilimin doğuşu da, en açık olarak fizik bilimlerinde görülecektir.
Batı ortaçağı, uygarlığın gelişim çizgisi üzerinde, gerekli bir dönemdi. Bu dönemde, kişinin düşünme yetisi bütün gücünü kullanarak, sorunsalları çoğaltmış, olabildiğince sergilemiştir. Soyut kavramların oluşturduğu ortamda yapılması gereken ne varsa yapılmıştır. Aklın karşısına tanrısal bir ışık gibi, dikilen inanç son sınırlarına vardırılmış, son sözünü söylemiştir. Artık, deney bilimleri tüm yetkisini kullanabilecek bir alanda kendini gösterme gücünü bulma yolundadır. Özellikle doğa olaylarının nedenleri, yasalar deneylerin ışığında sergilenme olanağına kavuşunca, tanrısal sanılan yönlendirici dogmaların etkinliği inandırıcılığını yitirmiş, boşlukta kalmıştır. Artık akıl özgürlüğe açılan yolda, geri dönülemez şekilde, hızla yürüyecektir.

Sonuç
Bütün bunların ışığında bizlere, tarih ve teoloji derslerinde Karanlık Ortaçağ diye sundukları dönem; aslında ustalar ve düşünürler tarafından, özgür düşünce ve bilimsel bilgiye giden yolun ilk taşlarının döşendiği döneme gebe olan zaman dilimi olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir.

Murat Şahin  - Habercem portalı 2017

Kaynakçalar:
1)        Ortaçağ Felsefesi; Fuat Özbilen, çalışması 2010
2)        Ortaçağ Felsefesi; İsmet Zeki Eyuboğlu, Pencere Yayınları 2002
3)        Tarihte Bilim; J. D. Bernal, Çeviri; Tonguç Ok, Evrensel Yayınları 2008
4)        Bilim Tarihi; Colin A. Ronan Çeviri; Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu – Prof. Dr. Feza Günergun, Tubitak Yayınları 2003
5)        Ortaçağ’dan çıkışta bilimin rolü; makalesi Eric J. Lerner Çeviri Rennan Pekünlü, Bilim ve Gelecek Dergisi 49. Sayı.
6)        Serin, Yusuf,  çalışmasından alıntılar.
7)        F. T. Salman, Bilimin Gelişim Tarihi, makalesinde alıntılar

İnsan doğuştan kötü müdür?

İnsan doğuştan kötü müdür? “ Her ne arar isen, kendinde ara.” Hacı Bektaşı Veli ” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varl...