İNSANLIK BUGÜNE NASIL GELDİ? – IV – (YENİ VE YAKINÇAĞ)


İNSANLIK BUGÜNE NASIL GELDİ? – IV – (YENİ VE YAKINÇAĞ)

“ Öküzlerin insan yeteneği ve insan eli olsaydı, onlarda öküz şeklinde tanrılar yaparlardır.”
-         Ksenofanes (M.Ö. 570 – 480)-

EVRENİN EVRİMİ
Bilimsel bulgular tarih boyunca her zaman dogmalarla çelişmiştir, ama farklı bilimsel disiplinler arasında sürekli bir uyum söz konusudur.
Bu yazıda evrenin tarihi ile maddenin evriminden kısmen de olsa söz edilecek ve biyolojik evrimin neden kaçınılmaz olduğu gösterilerek, fizik bilimleri ile biyoloji bilimleri arasındaki uzlaşma vurgulanacaktır.
İlk bilimsel disiplin olarak Astronomi
Eski çağlardan beri insanlar gökyüzünü gözlemişler, bu gözlemlerini çeşitli disiplinler altında sistematik bir şekilde kullanmışlardır.
Astronomi insanlık tarihindeki ilk bilimdir. İ.Ö. 1600 yıllarında Babil'de yapılan gözlemler bin yıl sonra eski Yunan'da doğa filozofları tarafından kullanılmış, İ.Ö. 480 yıllarında Thales bu sayede güneş tutulmalarını hesaplayabilmiştir. Aristarchus İ.Ö. 270 yıllarında güneş merkezli bir sistemin temellerini atarken, Eratosthenes İ.Ö. 220'de dünyanın çevresini oldukça büyük bir doğrulukla ölçmüştür. Ancak çeşitli sebeplerden bu bilgiler devamlılık kazanamamış, dogmalara yenilmiş ve insanlık tarihi yaklaşık 2000 yıllık bir “din çağına” girmiştir.
Aristo fiziğinin hakim olduğu bu çağda bilimsel gözlemler değil kutsal kitaplar referans alınmıştır. XVI. yüzyılda başlayan aydınlanma çağı ile birlikte modern bilimsel yöntemlerin ortaya çıkışı yavaş ama istikrarlı bir şekilde dogmaların yıkılmasına yol açmış, günümüze gelene kadar geçen bu 400 yıllık süreç içinde bütün bilimsel disiplinler birbirleri ile uyumlu bir şekilde maddi bir evren anlayışı ortaya koymuşlardır. İşte tam da XIX. yüzyılın son çeyreğinde Wallace ve Darwin tarafından ortaya atılan biyolojik evrim kuramı bütün bu sürecin meyvesidir.
Astronomide ve modern fizikteki gelişmeler olmasa biyolojik evrim kuramı kolay kolay ortaya çıkamazdı. Yine aynı şekilde, eğer biyolojik evrim kuramı bulunmasaydı günümüzde mutlaka bulunacaktı. Çünkü artık biz modern kozmoloji sayesinde, içinde yaşadığımız evrenin durağan değil, tersine sürekli bir evrim içinde olduğunu biliyoruz.
Evrenin tarihi o kadar eskidir ki, insan ömrü ile karşılaştırıldığında, ortalama insan yaşamı evrenin yaşına göre nefesimizi alıp verdiğimiz bir an kadardır. Bunu ancak büyük bir hassaslıkla yirminci yüzyılın sonlarında ölçebildik. Artık Evrenin yaşının 13,5 milyar yıl olduğunu ve üzerinde yaşadığımız dünya gezegeninin ve güneş sistemimizin 5 milyar yıl önce oluştuğunu biliyoruz. Oysa Darwin'in zamanında dönemin fizikçileri ve jeofizikçileri dünyanın yaşını 300 milyon yıl olarak hesaplıyorlardı. Bu bile 1800' lerin başına göre çok ileri bir aşamaydı, çünkü kutsal kitaplara göre yaklaşık 5-6 bin yıl yaşında olması gereken dünyanın çok daha yaşlı olduğu bilim adamları tarafından ispat edilmeseydi, Darwin ve Wallace gibi biyologlar evrim kuramını ortaya atmaya çekinirlerdi şüphesiz.
Günümüzde astronomi ve kozmolojideki gelişmeler çok hızlı gerçekleşmektedir. Bugün kullandığımız kütle çekim kuramlarının temellerini atan Einstein zamanındaki bilgiler bile çok eskimiştir.
Örneğin 1917'de tüm evren Samanyolu galaksisinden ibaret sanılıyordu. Günümüzde biz biliyoruz ki, içinde yaşadığımız galaksiye benzer milyarlarca başka galaksi vardır. Yine aynı şekilde, Einstein genel görelilik kuramını inşa ederken evreni durağan farz etmişti, çünkü o zamanlar öyle biliniyordu. Oysa hemen 1920' lerde evrenin genişlediği keşfedildi. Son gözlemler ise evrenin hızlanarak genişlediğini göstermiştir.
Modern Kozmoloji
Einstein denklemlerinde bir hata olabileceğini öngörüp evrenin genişlemesi gerektiğini 1922'de kuramsal olarak bulan A. Friedmann'ın çalışmalarından ve G. Lemaitre (1927) ile E. Hubble'ın (1929) gözlemlerinden beri biliyoruz ki galaksiler uzaklıklarına orantılı olarak kırmızıya kayıyorlar, diğer bir deyişle evrenimiz genişliyor.
Genişlediğine göre bir başlangıç noktası var evrenimizin. Uzun yıllar boyunca yapılan sayısız gözlemler bu başlangıç noktasını 13,5 milyar yıl öncesi olarak belirlemiştir. Evrenimiz durağan değil, tersine dinamik bir evrendir ve ilerde göreceğimiz gibi oldukça çalkantılı ve kaotik bir tarihi vardır. Günümüzde evren 1026 metre boyutlarındadır ve yaklaşık olarak 1011 galaksiye, 1021 yıldıza, 1078 atoma ve 1088 fotona sahiptir.
Ama içinde yaşadığımız evren yaklaşık 13,5 milyar yıl önce Büyük Patlama ile başladığında her şey çok farklıydı. Başlangıçta evrende hiç madde yoktu. Öte yandan, evrende var olan ve her yerde karşımıza çıkan dört temel kuvvet, kütle çekim kuvveti, elektro-manyetik kuvvet, zayıf ve güçlü kuvvetler, ilk nano saniyelerde hep bir aradaydılar.
Modern Kozmolojik Kurama göre noktasal bir tekillikten doğan evrende ilk saniyelerde o kadar büyük bir sıcaklık vardı ki, tüm maddeler ayırt edilemez bir “kuark çorbası” durumundaydı. Evrenin yaşı bir saniyenin milyarlarca kere milyar kadar küçük bir kesiti kadarken kütle çekim kuvveti diğer kuvvetlerden ayrıştı, maddenin temel yapı taşları olan kuarklar ve leptonlar oluştu. Bir sonraki aşamada aniden genişleyen (şişme dönemi) evren hızla soğumaya başladı ve ilk nano saniyelerin sonunda, bugün her yerde karşımıza çıkan diğer üç temel kuvvet (elektromanyetik, zayıf ve güçlü kuvvet) birbirlerinden ayrıştı. Bu sürece kendiliğinden simetri kırınımı diyoruz.
Ayrıca evrende bu ilk zamanlarda eşit miktarda madde ve anti-madde vardı. Evren hızla soğudukça madde ile anti-madde arasındaki simetri bozuldu. Elektronlar, pozitronlar, fotonlar, nötrinolar ve antinötrinolardan oluşan başlangıç anı çorbasının sıcaklığı yüz milyar kelvin derecesiyken, bu yüksek sıcaklıklarda parçacıkların karşılıklı etkileşimde bulunmaları sürekli bir yaratılış ve yok ediliş süreci idi.
Bu yüksek sıcaklıkta bir elektron ve pozitronun fotonlar şeklinde yok olması, fotonların bir elektron pozitron çifti yaratmak üzere çarpışması kadar olasıydı. Ancak bu başlangıç anı çorbasında, fotonların sayısının milyarda biri kadar küçük bir oranda proton ve nötron kirliliği vardı.
Çorbadaki bu küçük öbekten tüm galaksiler ve yıldızlar ve nihayet gezegenimiz ortaya çıktı. İlk üç dakika geçtikten sonra, evrenin sıcaklığı küçük proton ve nötron kirliliğinin çekirdek halinde birleşmesine yetecek kadar düştü.
Başlangıçta evrende radyasyon (ışınım) hakimdi. Elektron, proton gibi maddenin temel yapı taşları yüksek sıcaklıklarda bir araya gelip atomu oluşturamıyorlardı. Radyasyon ve madde termal bir denge halindeydi. Evren yaklaşık 300 bin yıl yaşındayken, sıcaklığı 4000 kelvine kadar düştü (günümüzdeki sıcaklığın binde biri) ve protonlar hidrojen atomları oluşturmak üzere elektronlarla bağlandı. Bu dönemden kalan ve Penzias ile Wilson'un 1964’ te keşfettikleri kozmik ardalan mikrodalga ışımasını (CMB) evrenin her yerinde görebiliyoruz. Kozmik Ardalan Araştırmacısı (COBE) uydusunun bu fosil ışınım üzerinde belirlediği yoğunluk farkları Büyük Patlama kuramının en önemli kanıtlarından biridir. Daha sonra yapılan hassas gözlemler, ardalan ışınımında bir derecenin 10.000’de biri ölçeğinde sıcaklık farkları belirlediler ve bunların madde yoğunluğundaki farklara karşılık geldiğini saptadılar. Bu salınımların büyüklüğü, evrenin başlangıcındaki kuantum dalgalanmalarının, şişme süreci sonucu simdi gözlenen boyutlarına ulaşmış olabileceğini göstermektedir.
Bir sonraki dönemde bu hidrojen atomları milyonlarca yıl boyunca birleşerek yıldızları oluşturdular. Yıldızlar yandıkça hidrojen atomları kaynaştı ve daha ağır atomları meydana getirdiler. Yeni elementler yıldızların kalbinde yaratıldı. Milyarlarca yıl sonra, şimdi içinde yaşadığımız güneş sisteminin ortasında bulunan çok büyük bir yıldız patladı ve içindeki elementler uzaya savruldu. Sonraki milyonlarca yıl boyunca uzayda dönen bu elementler birleşerek ortada güneşi, etrafında gezegenleri ve dünyamızı yarattı. Daha sonra da dünyada yaşam başladı ve evrimleşerek günümüzdeki insana kadar geldik, evren hakkında sorular sormaya başladık.
Yaşamın başlangıcına kadar kendiliğinden gelişen bütün bu süreçte, biyolojik evrim kuramına benzer bir şekilde, maddenin evrimleşmesi söz konusudur. Ama bu sadece bir benzetmedir. Şüphesiz, biyolojik evrimde birikimli seçilim gibi birçok farklı faktör rol oynamaktadır.

MODERN BİLİMİN DOĞUŞU
Kopernik ( nicolaus Copernicus, 1473 – 1543) düşünce ve bilim tarihinde önemli dönüşüm noktalarından biridir. Son beş yüz yılda tanık olunan bilimdeki hızlı gelişmelerin Kopernik’in astronomideki devrim niteliğindeki buluşlarıyla başladığı söylenebilir. Kopernik’i ustaları olarak benimsemiş olan Johannes Keppler (1571- 1630) ve Galileo Galilei (1564-1642), XVII. yüzyılda gerçekleşen bilim ve devrimlerinin öncüleri olmuşlardır. Kopernik, gezegenler teorisinde bilim kapsamında Aristo çerçevesi içinde bir reform önermişti. Ancak Keppler ve Galilei’nin çalışmalarından sonra bu sınırlı reform bir devrim haline dönüştü. İşte bu iki bilim adamının büyük çabaları sonucunda artık Aristocu yaklaşım önemini yitirdi ve modern bilim doğmaya başladı. Astronomideki bu devrimsel atılımlarla insanın evren içindeki yerini saptamada yeni görüşler ortaya çıkmış oldu. Aristo’nun çöküşü olarak da adlandırılabilecek bu yüzyılda, sentezde yeni arayışlar kendini gösterdi. Aristo’nun ön plana çıktığı bilimsel ilgilerin uyanmaya başladığı XIII. yüzyılın aksine artık Aristo mantığı her şeye yetmiyordu.
Asi çağı olarak nitelendirilen bu dönemde, ortaçağın karanlık bitmiş olsa da zamanın filozof ve bilim adamları yine kilise ile savaşmak zorunda kaldılar. Özellikle Galilei’nin bu savaşımda katkısı büyük ve önemlidir. Galileli’nin astronomiye katkısının yanında Aristo fiziğinden modern fiziğe geçişi sağlaması da önemli bir katkı olarak kabul edilmelidir. Bu büyük bilim adamının deney ve analitik (matematiksel) düşünmeyi birleştirerek bilimsel yöntem anlayışından modern senteze ulaştığı görülmektedir. Bilime daha sağlam bir çaba bulma çabalarında o devrin filozoflarından Francis Bacon (1461-1626) ve Rene Descartes de (1596-1650)  katkıları olmuştur. Bu filozof ve bilim adamlarındaki yöntem bilinci ile modern bilimin kapıları aralanmış oldu.
Daha sonra Isaac Newton (1642-1727) modern bilimde önemli adımlar attı. Galilei’nin dinamik konusundaki çalışmalarını Newton’un mekanik buluşları takip etti. Newton’un “ Evrensel yerçekimi yasası” ve ünlü kitabı Principia’da açıkladığı diğer buluşları bilimdeki yeni anlayışı çok iyi kullandığı görülmektedir. Devrim niteliği taşıyan modern bilimin gelişmesinde Aristo kavramının egemen olduğu üniversitelerden çok, XVII. yüzyılda yeni kurulan akademilerin yeri büyük olmuştur. Işık, ısı ve madde ile ilgili yeni kavramlar bu akademilerde gelişmiştir.
Aydınlanma çağı olarak kabul edilen XVIII. yüzyılda ise modern bilimin ürünleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde özellikle astronomi, matematik, fizik ve kimya alanındaki gelişmeler önemlidir. Oksijen, diğer gazlar ve suyun bileşimi üzerinde çalışılarak yeni buluşlar ortaya atılmıştır. Laplace’ın )1749-1827) gazlar ve basınç ile ilgili ünlü çalışmalarının bilime olan katkısı çağımızda da önemle algılanmaktadır.

ENDÜSTRİ DEVRİMİ
Endüstri devrimi İngiltere’de buharlı makinaların kullanılmasıyla başlar.  Böylece insan ve hayvan gücü yerini buhar ve daha sonra da elektrik gücüne bırakmıştır. Artık mekanik bir dünya vardır ve determinizm ön plandadır. Atölyeler fabrikalara dönüşmüştür. Bu fabrikalarda çalışan işçiler büyük merkezlerde yerleşmeye başlamış ve klasik anlamda işçi sınıfı oluşumu başlamıştır. Avrupa’da endüstrileşme ile başlayan bu canlı dönem daha sonra Amerika kıtasına geçer.
Bilimdeki gelişmeler XIX. Yüzyılda üç grup altında incelenebilir.
1)    Fizik alanındaki yeni atılımlar olarak ışığın dalga kuramı, enerji, elektrik, termodinamik ve elektromanyetik kuramları sayılabilir. Özellikle elektriğin yol açtığı yenilikler birçok yeni teknolojiyi de berberinde getirmiştir. Faraday, Maxwel, Young, Joule, Amper ve Herz, Newton’dan sonra bilim tarihinde yerini almış bu dönemin önemli fizikçi bilim adamlarıdır.
2)    Evrim kuramı: Charles Darwin (1809-1882) türlerin kökeni ilgili çalışmaları ve evrimi doğal eleme (seleksiyon) ile açıklaması bu çağın en önemli gelişmelerinden biridir. Darwin kuramı insanoğlunun evrendeki yeri konusunda ve bilimsel gerçeğin aranmasındaki görüşler yönünden, ayrıca bir devrim niteliğini korumaktadır. Ancak 1865 yılında Gregor Mendel’in (1822-1884) çalışmaları ile genetik konusundaki buluşlar ve mutasyon tanımı evrim teorisinde daha ilginç bir bakış açısı getirmiştir. Gen teorisinin evrim süreci içinde, doğal seleksiyon yanında, mutasyonların ve kalıtımın da çok önemli olduğu vurgulanmıştır.
3)    Mikrobiyolojideki gelişmeler: Louis Pasteur (81822-1895) mikrobu tanımlayarak ve “ Germ Teorisini” ortaya atarak insanoğluna büyük bir buluş kazandırmıştır. Böylece “spontan jenerasyon” kavramı terk edilmiş, pastörizasyon endüstride yerini almış ve aşılar hastalıklardan korunmada kullanılmaya başlanmıştır. Robert Koch’un tüberküloz basilini bulması, Joseph Lister’in cerrahide asepisiyi tanımlaması tıp biliminde kilometre taşı niteliğindeki önemli gelişmelerdir.
İşte XIX. yüzyıldaki bu gelişmeler, özellikle fizik alanındaki yeni atılımlar ve enerji üretimi endüstri devriminin zeminini hazırlamıştır. Bilimin ürünü olan teknolojinin gelişmesiyle bu devrim büyük bir ivme kazanmıştır. Uygarlığın gelişmesinde bilim ve teknoloji ilişkisinin daima önemli rol oynadığı bu devrim ile daha iyi anlaşılmaktadır. Rönesans’tan sonra XVII. yüzyılda kendini gösteren ve bilim devrimi diyebileceğimiz büyük gelişmelerden birkaç yüzyıl sonra endüstri devrimi başlamıştır. Görülüyor ki bilim ve bilimsel bilginin uygulamaya geçmesi teknolojiyi getirmekte teknolojide insanın yaşam biçimini kolaylaştıran makinalar üreterek endüstriye dönüştürmektedir. Böylece, bilim ile doğayı tanımak ve gerçeği anlamaya çalışmak yanında, teknoloji ile doğaya hakim olma çalışmaları da başlamıştır. Endüstri devrimine yol açan etkenler arasında teknolojik uygulamaya elverişli bilgi birikimi yanında, ticaret olanaklarının büyümüş olması ve ekonominin güçlenmesi de sayılabilir.

YİRMİNCİ YÜZYIL VE ÇAĞIMIZDA BİLİM
Petrolün rafine edilmesine ve kauçuğun lastiğe dönüştürülmesindeki gelişmelerle endüstri daha da canlanmış, başta otomotiv endüstrisi olmak üzere ağır sanayinin büyümesi ülkeler arasında rekabeti artırmış ve dünyada pazarlara hakim olma kaygısı ve savaşı kutuplaşmalara neden olmuştur. Bu çağdaki teknoloji ve endüstrideki bu büyük yarış beraberinde büyük paylaşım savaşlarını da başlatmıştır.
Albert Einstein’in, rölativite (görecelik) teorisi ve çekim alanı kavramı yanında, yanında atom fiziğindeki gelişmeler ve kuantum teorisi, XX. Yüzyılın ilk yarısına damgasını vurarak bilimin gelişmesinde yeni bir devrimi getirmiştir. Bu yüzyılın ikinci yarısında ise madde, genetik ve telekomünikasyon alanındaki gelişmeler büyük bir hızla çağımızda da sürüp gitmektedir.
Fleming’in penisilini bulması tıp alanındaki diğer sayısız gelişmeler izlemiştir.  Tıp alanındaki bu gelişmeler çok sevindirici olsa da fizik alanındaki ve silahlanma teknolojisindeki hızlı gelişmeler “Marshall Planı” ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanmaya geçirilmesi insanoğlunu hayli tedirgin etmiştir.
Bu alanda, James Watson ve Francis Cricks’in 1953 yılında DNA sarmalının moleküler yapısını tanımlamalarıyla genetik alanında yapılan gelişmeler, günümüzde “Genom Projesine” kadar gelmiştir. İnsan genetik haritasın ise artık tamamlanma aşamasına geldiği söyleniyor.
CERN
Radyodan telefona ve cep telefonuna, televizyondan bilgisayara ve internete… XX. Yüzyılda ve içinde yaşadığımız yüzyılın başlarında görülen bu baş döndürücü gelişme, artık bilimi başka arenaya taşımıştır. Yeni bilimsel bilgi ve teknolojilere yine bilimin ürünü olan enformasyon (bilişim)teknolojisi kullanarak ulaşmak, bilimdeki gelişim hızını çok yüksek düzeylere getirmiştir. Zamanımızda yine ayrı bir devrim niteliğinde olduğu görülen enformasyon (bilişim) teknolojileri, insan yaşamını kolaylaştırmayı amaçlaması yanında, hem yeni teknolojik gelişmeler ve buluşlar için gerekli olan bilgilere daha kolay ulaşılmasını sağlamakta hem de bilimde yeni ufuklar açarak insanoğlunun coşkusunu artırmaktadır. Genom Projesi’nde kullanılan biyoenformasyon teknolojileri, tıpta robotik cerrahi, uzay çalışmaları ve fizik partiküllerinin çalışıldığı CERN Projesi, bu atılımlara örnek olarak gösterilebilir.
Evrenin ve insanın kendisini keşfinde büyük adımların atılmakta olduğu zamanımızda, büyük bilimsel atılımlar büyük güçleri gerektirdiğinde “ Güç kimde ise iktidar ondadır.” söylemi akla gelmektedir. Teknolojilerdeki bu ilerlemeler sonucu bilimsel çalışmaların maliyeti yükselmiştir. Artık bilim adamlarının tek başına kısıtlı bütçelerle çalışma yapmaları kolay görülmüyor. İkinci Dünya Savaşı ve sonraki “ soğuk savaş “ dönemlerinde bilim alanları tamamen güçlü devletlerin elindeydi. Daha sonra güçlü devletler yanında çeşitli kuruluşların, vakıfların ve örgütlerin elinde oldu. Zamanımızda ise bilimde gücün daha çok uluslararası güçlü sermayeyi yönetenlerde olduğu görülmektedir. Bilim öyle finansal bir güç haline geldi ki, zamanımızda bilimsel gelişmelerin borsaları bile etkilediği ve ekonomik durumun da bilimsel çalışmalara yön verdiğini görmekteyiz. Genom projesindeki son gelişmeler ve patent savaşları bu iktidar savaşlarına en büyük örnektir.
Çağımıza görmüş olduğumuz bu baş döndürücü gelişmeler ve bilim iktidar konusu yeni çekinceleri de beraberinde getirmektedir. Bunlardan birkaç örnek vermek istersek; Nazi Almanya’sının genetik konusunda soykırımına kadar varan uygulamaları, ABD tarafında atom bombasının Japonya’ya atılması ve silahlanmadaki ürkütücü gelişmeler, genetik şifrelerin çözülmesi ve teknolojinin çevrede yarattığı, sürekli artan önlenemeyen kirlilik ve iklim değişiklikleri, bilim sayesinde edindiğimiz bilgilerin kötüye kullanılacağı endişesi yaratmaktadır. Bu nedenle gücün kimde olması gerektiği sorunu çok ama çok önemlidir. Ancak bu kaygıyla bilimdeki gelişmeleri önlemek, engellemek ve teknolojik yenilikleri frenlemek de düşünülemez. İnsanlığın gelişmesi ve gerçeği arama çabaları yolunda bilimsel gelişmeler sürmelidir. Bizlerin, bilimi kötüye kullanılabileceği ve teknolojinin doğaya hükmederek insanlığa zarar da verebileceğini düşünerek, bu kaygıyı duyarak ve olası sakıncalara hazır olarak, gelişmekte olan bilimi tanımamız ve bilimsel verileri yakından takip etmemiz gerekmektedir.
Sonuç olarak, antikçağdan günümüze kadar, birçok yetenekli ve seçkin kişinin öğrenme ve araştırma tutkuları sayesinde birçok devrim niteliğinde olan bilimsel gelişmelerin insanlık tarihinde yer aldığını görmekteyiz. Bu gelişmelerde toplumsal gereksinimlerin, sosyal ve ekonomik koşulların büyük etkisi olmuştur. Halen büyük bir hızla süren bu gelişim sürecinin kökü ilk uygarlıklara kadar uzanan bir deneyim ve bilgi birikimine dayanır. Tarih boyunca, bilim gelişim süreci zaman, zaman düştüğü gözlense de bu gelişmede her dönemin ve her toplumun ayrı bir rolü ve yeri olduğu belirgindir.
İslam Coğrafyasındaki Durum
Dünya bu bilimsel evrim ve devrim süreçlerini yaşarken, İslam coğrafyasında; bireysel veya kurumsal uğraş olarak bilim ve teknoloji adına kayda değer hiçbir şey üretememiş olması, hem de bu alanda hayret ve dehşet verecek düzeyde yoksul olması bizleri yeniden düşündürmelidir.
Bu sefil yoksullukta, hiç kuşkusuz; ülkeleri yönetenlerin büyük sorumluluk ve günahları vardır. Yüzyılımızın Anadolu ve Türk Dünyasındaki büyük aydınlanmacı önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Türk Gençliğine Seslenişi” söyleminde kullandığı; ”… gaflet, delalet hatta hıyanet…” sözleri bize yeniden önemli bir şeyleri anımsatması gerekir. Aksi halde, yanlış eğitim ve yönlendirme ile şekillendirilen kitlelerin içinde, bilim adına UMUT IŞIKLARININ çıkıp karanlığı yırtması daha çooook uzun süre alabilir.

Murat Şahin - Habercem portalı 2019

Kaynakçalar
1)      Kerem Cankoçak (CERN, Cenevre) makalesi
2)      Ortaçağ Felsefesi; Fuat Özbilen, çalışması 2010
3)      Ortaçağ Felsefesi; İsmet Zeki Eyuboğlu, Pencere Yayınları 2002
4)      Tarihte Bilim; J. D. Bernal, Çeviri; Tonguç Ok, Evrensel Yayınları 2008
5)      Bilim Tarihi; Colin A. Ronan Çeviri; Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu – Prof. Dr. Feza Günergun, Tubitak Yayınları 2003
6)      Ortaçağ’dan çıkışta bilimin rolü; makalesi Eric J. Lerner Çeviri Rennan Pekünlü, Bilim ve Gelecek Dergisi 49. Sayı.
7)      F. T. Salman, Bilimin Gelişim Tarihi, makalesinde önemli alıntılar.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İnsan doğuştan kötü müdür?

İnsan doğuştan kötü müdür? “ Her ne arar isen, kendinde ara.” Hacı Bektaşı Veli ” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varl...