İNSANLIK
BUGÜNE NASIL GELDİ? - III- (AVRUPA
ORTAÇAĞI)
“ Gecenin en karanlık anı, sabah güneşinin
doğmasının başlangıcıdır.”
- Anonim
-
ORTAÇAĞDA BİLİM
Hıristiyanlık; bu yeni dinin bilim
karşısındaki tavrı nasıldı?
Ana konu
başlığımıza dönecek olursak; küçük bir Yahudi mezhebi olarak doğan
Hıristiyanlık, İmparator Konstantin’ in İ.S. 312 yılında Hıristiyan olmasından
sonra, dördüncü yüzyılın başında Roma İmparatorluğu’nun resmi dini, haline
geldi. Böylece Hıristiyan papaz ve piskoposlar da daha önce sahip olmadıkları
güç ve yetkilere kavuştular.
Tanrının yarattığı fiziksel evrenin
incelenmesini teşvik edecek miydi yoksa etmeyecek miydi?
Böyle
durumlarda çoğunlukla görüldüğü gibi, bazı Hıristiyanlar bir görüşü, bazıları
diğer görüşü benimsedi. Bir taraftan ister bilimsel ister başka türden olsun,
bütün laik çalışmalar reddedildi. Bütün dikkatler ruhların kurtuluşu gibi çok
önemli konuda toplandı. Ayrıca, bilim en azından Yunan kaynaklarına yani pagan
öğretiye başvurma anlamına geldiğinden, insanların aklının tehlikeli fikirlerle
dolup, bu fikirlerin Hıristiyan ruhları zehirlememesi için bilimi yok saymak
gerçekten temkinli bir davranış sayılabilirdi. Diğer taraftan, buna tamamen
ters bir yaklaşım vardı. Tanrı evreni yaratmış olduğuna göre, bilim yoluyla
O’nun eserini incelemek, ilahi hikmete ve tanrının insanın görmesine izin verdiği
harikalara olan hayranlığı arttıracaktı.
Bir önceki
yazımın içeriğinde; “ Kimilerinin göklere çıkardığı, kimilerinin yerin dibine
batırdığı ortaçağın olumlu, geliştirici yanları da vardır. Sanırım yanlışlık,
ortaçağın düşünsel yapısından değil de, devrini tamamlamış olan bu uygarlık
kesimini günümüz de geçerli kılma girişimlerinden kaynaklanıyor. Ortaçağ kendi
anlayış ortamında başarılıydı, kuşkusuz onun düşünsel bakımdan yapabileceği
başka bir iş yoktu. Öte yandan, yine ortaçağ ilkçağa göre düşünsel yönden geri
kalmıştı. Ancak onu geri bırakan düşünce odaklarının yaratıcıları da ilkçağ
aydınlarıdır.” diye belirtmiştik.
İşte şimdi
bu ortaçağın cenderesinden sıyrılan aydınlardan bir kaçını birlikte
inceleyeceğiz. Bunlardan bilim safında yer alanlardan biri de, daha sonra
kilise tarafından aziz olarak yüceltilecek olan Aurelius Augustinus olmuştur.
Aziz Augustinus
Aziz
Augustinus Roma’nın bir eyaleti olan Numidia’daki (bu günkü Cezayir) Tagaste
şehrinde İ.S. 354 yılında doğdu, bilim konusunda hiç yazmadığı gibi, bilimsel
gözlem de yapmadı. Ancak Batı biliminin daha sonraları içinden doğacağı düşünce
modelinin ve değerler sisteminin gelişmesinde çok önemli bir aşamayı temsil
etmektedir. Yunan filozofları, evren hakkında doğru bilgiye, insanın kendi
kurduğu bilimler sayesinde ulaşabileceğini cesurca ileri sürmüşlerdi; fakat
şimdi Yunan bilimi geniş ölçüde unutulmuştu. Kilise, dini olmakla beraber
açıkça felsefi yönleri olan yeni bir mesaj vermişti.
Augustinus’a
göre bilimin Hıristiyan dininde oynayacağı bir rol vardı; fiziksel evren dâhil,
tanrının yarattığı her şey iyi olmalıydı. Dolayısıyla, evrenin incelenmesi
Tanrı’nın hikmetinin daha çok takdir edilmesini sağlayacaktı.
Augistinus
Hıristiyanlığın Doğu ve Batı görüşleri arasında yol ayırımında bulunuyordu.
Tarihi, döngüsel bir süreç olarak gören Yunan ve doğu düşüncesinden ayrıldı;
tarihin bir başlangıçtan bir sona doğru ilerlediğine inanarak, zamanı tek yönlü
bir gelişme olarak gördü. İnancın bilgiden önce geldiğini düşünmekle beraber,
insanın bilgi edinmesinin arzu edilen bir şey olduğuna inandı. Teolojiyi;
“bilimlerin kraliçesi” olarak tanımlaması da bunu açıkça göstermektedir. Batı
Hıristiyan dünyası Augistinus’ta bilimin ve incelemenin bir önderini bulmuştu.
Bilginin ilahi olduğunu ileri süren teorisi, nesiller boyu Batı düşüncesine
egemen oldu. Gerçekten de bu teori, on üçüncü yüzyılda, Oxforord ve Paris
Üniversitelerinde, yeni keşfedilen Aristo öğretileri ışığında sorgulanana kadar
benimsendi.
Augustinus
bilgiyi arayanların safında yer almışsa da, Kilise’nin yüzyıllar boyu bilimden
başka konularla ilgilendiği açıktır. Ancak Kilise, Paskalya gününü belirlemek
gibi, bilimi ilgilendiren sorunlarla da karşılaşmaktaydı ama burada yapılan
bilim, teorik değil pratik problemlerle uğraşmaktaydı; teori gerilerde,
Yunanlılarda kalmıştı.
SAYGIDEĞER BEDE
Bu tutumun
tipik bir örneği de, Saygıdeğer Bede’nin çalışmalarıdır. İ.S. 672 veya İ.S. 673 yılında doğmuştur.
Bede’nin
Saygıdeğer sanını kazanmasını sağlayan başlıca yapıtı Roma – İngiliz kiliselerinin
tarihidir. Takvim başlangıç olarak, Hz. İsa’nın doğum gününü ilk kullanan Bede
idi ve böylece, miladi tarihin tarihçiler ve daha sonra başkaları tarafından
kullanılmasını başlattı. Bede gelgit
olaylarıyla da ilgilendi; zira gel git Kuzey Denizi ne dökülen nehirlerin
ağzında yer alan Jarrow ve Wearmouth’da önemli bir olaydı. Bede bu iki yerde,
yerel şartların kabarma zamanlarını etkilediğini fark etti ve böylece daha
sonra bütün dünya limanlarında etkili olan “limanın yerleşimi” olayına dikkat
çekti.
Bede,
Avrupa’da Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarının bilgili kişisini temsil etmektedir.
Bilim, onun bilgisinin yalnızca küçük bir kısmını oluşturmuştur; çalışmaları
daha çok, kilisede ve kutsal kitaplarda açıklandığı şekliyle, inanç üzerinedir.
Bede gibi, bütün alimler kilise mensuplarıydı ve düşünceleri fiziksel evreni
araştırmaktan çok ahiret ve Tanrı’nın yüceltilmesi üzerine yoğunlaşmıştı.
Bunlar, özgür düşünceye ve sorgulamaya düşman bir ortamda yaşamaktaydı. O
dönemde fiziksel evrene dair bilgiler, önceliklerini kilisenin belirlediği, her
ne kadar bozulmuş ve eksik olsalar da, özgün Yunan fikirlerini yansıtan
açıklamalı metinlere dayanmaktaydı. Bu durum, Yunan öğretisinin özgün halinin
Batı’da entelektüel bir patlama yarattığı on ikinci yüzyıla kadar değişmedi.
Yunan
öğretisinin ani etkisi, önce Arapça metinlerin Latince’ ye tercüme edilmesiyle
kendini gösterdi. Bu tercümeler arasında el-Harezmi’nin Cebir’i ve İbn
el-Heysem’in Batı’ ya Optik Hazinesi adıyla ulaşan eseri gibi özgün İslam
eserleri bulunduğu gibi, Aristo’nun Yunanca eserlerinin Arapça tercümeleri ve
bunların açıklamaları vardı. Tercüme çalışmalarının büyük bir kısmı, Müslüman
İspanya’daki Toledo şehrinde yapıldı. Sonradan İngiliz Kralı II. Henri’nin
hocası olan Adelard, birçok eseri Latince’ ye tercüme etti; bunların arasında,
yüzyıllar boyunca Batıda geometri konusunda temel kaynak olarak kullanılacak
olan Öklides’in Elementler adlı eserinin Arapça sunumu da vardı.
Yeni gelen
bu bilgilerden ilk etkilenenler arasında, yeni kurulan Paris ve Oxford
üniversiteleri de vardı. Bunlar, Batı üniversitelerinin ilk örnekleriydi. Paris
Üniversitesi, Notre Dame Katedrali’ndeki okulların geliştirilmesiyle 1170
civarında kurulmuştu; bunu Oxford Üniversitesi izledi. Bu üniversite, dokuzuncu
yüzyılda kral Alferd tarafından kurulmuş olan okulların gelişmesiyle ortaya
çıktı. Paris, kısa sürede Batı Hıristiyan teolojisinin önemli bir merkezi
haline geldi. Dominiken ve Fransisken tarikatlar 1220’lerde burada ders vermeye
başladı. Fransiskenler Oxford’da da etkiliydi, iki büyük bilim adamı
yetiştiler; bunlar Robert Grosseteste ve öğrencisi Roger Bacon idiler.
ROBERT GROSSETESTE VE ROGER BACON
Grosseteste,
İngiltere’nin doğusunda, muhtemelen Suffolk’ta 1168 yılları civarında doğdu,
1209 ile 1214 arasında Paris Üniversitesi’nde bulundu. 1253 deki ölümüne kadar,
on üçüncü yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de ortaya çıkan önemli düşünce
hareketinin önde gelen kişiliklerinden biri old. Oxford’da, üniversiteye ilk
defa 1224 yılında gelmiş olan Fransiskan’lara baş okutman unvanıyla teoloji
dersleri verdi. Grosseteste’nin etkisi, yalnızca bu görevi sayesinde yapmış
olabileceğinden daha büyük oldu. O, İngiliz Fransiskanlarını, kutsal kitapları
ve dilleri incelemeye yönlendirmekle kalmadı, aynı zamanda matematik ve doğa
bilimlerini öğrenmeleri için teşvik etti. Kısaca, Yunan bilimi ve felsefesi
konusundaki yeni bilgilerin Hıristiyan felsefesinin bütününü derinden
etkilediği bir dönemde Grosseteste’nin etkisi çok büyük oldu.
Grosseteste,
doğa olaylarına büyük merak duydu; astronomi, evren, ses ve özellikle optik
konusunda önemli makaleler yazdı. Aristo’nun eserlerini çok iyi tanıması, onu
bilimsel araştırmalarını doğa üzerine de yapmaya yöneltti. Ona göre bilim,
insanın genellikle karmaşık yapıdaki olaylar karşısında edindiği deneyimden
doğmuştu. Bilimin hedefi, bu deneyimlerin nedenlerini keşfetmek, niçin meydana
geldiğini bulmaktı. Nedenleri bulduktan sonraki adım bunları incelemek ve
nedenleri, onları oluşturan bileşenlere veya ilkelere ayırmaktı. Bundan sonra
bir varsayıma dayanarak ve bu ilkelerden çıkarak, gözlenen olay yeniden
oluşturulacaktı; son olarak, gözlem aracılığıyla bu varsayımın doğru olup
olmadığı kontrol edilecek, varsayım ya kabul edilecek ya reddedilecekti. Bütün
bunlar çok önemli görüşlerdi, önerdiği yöntem değerli bir yöntemdi; çünkü
deneysel bilimin bütün elemanlarını içermekteydi.
Grosseteste,
bazı bilim dallarının diğerlerine bağımlı olduğunu göstermek için, bilimlerin
sınıflandırmasını yaptı; bunun için Aristocu yöntemin çıkış noktası olarak
“etkin nedenleri” inceledi. Böylece optik ve astronominin geometriye bağlı
olduğunu ileri sürdü; çünkü her iki bilim de gerek ayna tarafından yansıtılan,
cam veya su tarafından ışık ışınlarının davranışını gerekse gök cisimlerinin
hareketini açıklamak için geometri tekniklerini kullanmaktaydı. Diğer yandan
matematiğin, bir olayın formel sebebini verebileceğini söyledi; çünkü özdeksel
ve Aristocu ifadeyle “etkin” nedenler ancak fiziksel evrenin kendisinden
kaynaklanabilirdi. Astronomide,
yıldızlarında dünyevi dört unsurdan oluştuğu gibi hem ilgi çekici hem de çok
yeni bir fikir ileri sürdü ancak pek taraftar bulamadı.
Grosseteste
için optik en temel fizik bilimiydi. Işığın, yaratılan “ilk maddenin” ilk
“şekli’’ olduğunu düşünmekteydi. Ayrıca ışığın, nokta şeklinde kaynaktan çıkarak
bir küre oluşturacak şekilde dışarı doğru yayılan fiziksel bir madde olduğunu
ve böylece uzayın üç boyutunu oluşturduğunu ileri sürdü. İbn el-Heysem’in
optikle ilgili eserinden güç alarak, ışık ışınlarının hareketini ayrıntısıyla
tartıştı. Kırılma konusunda ilgi çekici düşüncelerini şöyle ifade etti;
“Optiğin bu kısmı (perspektiva) iyi anlaşıldığı taktirde bizim çok uzaklardaki cisimleri
çok yakındaymış gibi, yakındaki büyük cisimleri küçükmüş gibi, uzaktaki küçük
şeyleri istediğimiz kadar büyük gösterebileceğimizi açıklar; böylece inanılmaz
bir uzaklıktan, en küçük harfleri bile okuyabilir veya kum, tahıl tanesi, tohum
veya her çeşit küçük cismi sayabiliriz.’’
Gökkuşağı
veya Kırılma ve Yansıma Üzerine adlı eserinde geçen bu ifadeler büyüten ve
küçülten merceklerin, kendisinden 350 yıl sonra 1621 de gerçekleşecek olan
teleskopun tanımına benzemektedir.
Grosseteste’nin
öğrencilerinin bilimsel bakımdan en önemlisi kendisinden 50 yaş kadar genç olan
Roger Bacon idi. Bacon 1241 den itibaren Paris üniversitesinde ders verdi. 1247
de Oxford’a geri döndü ve Grosseteste ile tanıştırıldı.
Kırk yaşında
Fransisken olan Bacon bir süre, simya ve astroloji konularından nefret eden
mezhebin başkanı ile ters düştü. Hatta bu tartışma yüzünden mezhep üyelerinin
izin almadan bu konularda veya teolojiyle ilgili yayın yapmaları yasaklandı. En
sonun da “Averroist öğreti” ( İbn Rüşd’ün Hıristiyan dünyasındaki ismi)
konusundaki yazısı yüzünden birkaç yıl hapse atıldı. Bu mahkûmiyet, o zamanlar
akıl ve felsefeyi, inanç ve vahiy edilmiş bilgiden üstün tutmuş anlamına
gelmekteydi.
Roger Bacon;
sadece otoriteye başkaldırdığı için değil, simya ve astroloji ile renklenmiş
olsa da bilimsel görüşlerinin olumlu özellikler taşıması yüzünden önemli bir
kişilikti. Bacon’a göre, nesnelerin gerçeğini kavramamızı engelleyen dört şey
vardır:
1. Yetkisiz ve zayıf bir otorite;
2. Eski alışkanlıklar;
3. Cahil bir kamuoyu;
4. Kişinin cehaletinin, görünürde
akıllılıkla örtülmüş olması.
Bu
eleştirilerin hepsi değilse bile, bazılarının ve özellikle sonuncusunun
günümüzde bile devam ediyor olması, Bacon’un düşüncesinin açıklığının bir
ölçüsüdür. Kutsal Kitapların otoritesini, birinci kategoriye dahil etmemiş
olduğu gibi, bu otoritenin akılla desteklenmesi gerektiğini ve aklın da tecrübe
ile doğrulanması gerektiğini iddia etmişti. Bu ne tür bir tecrübe olmalıydı?
Bacon, bunu da belirlemiş ve tecrübeyi ikiye ayırmıştı: insanın doğasından
gelen mistik tecrübe ile dış nedenlerle elde edilen, araçların yardımıyla
desteklenen matematiğin kullanımıyla kesinleşen bilgi. Bu, üç yüzyıl sonra
büyük önem kazanacak bir tutumdu.
Roger Bacon
her ne kadar motorlu gemileri, otomobilleri, uçakları ve “insan ömrünü uzatacak
şeylerin nasıl keşfedileceğini öğreten” simyasal bir bilim öngören fütürist
olsa da, onun bilime duyduğu ilgi özünde teolojiktir. Ona göre bilimsel bilgi,
vahiyle beraber, üzerine kafa yorulacak, yaşama geçirilecek ve Tanrı’ya hizmet
etmekte kullanılacak - bütünsel bir hikmetin - parçasıydı yalnızca. Burada
Bacon’ın bakış açısı modern olmaktan çok ortaçağın bakış açısına yakındı bizim
bugünkü deneye dayalı modern bilimimiz değildi; onun ki daha çok, doğanın
büyüsü idi. Bu fiziksel evrenin yalnızca duyular veya aletler yardımıyla
incelenmesi sonucunda elde edilen bilgiydi; “harika” buluşlara ve tasvirlere
yol açmaktaydı. Yine de, optik konusundaki eserlerinin açıkça gösterdiği gibi,
Bacon’ın çalışması bu yolda ileriye doğru atılmış bir adımdı.
Grosseteste
gibi, Bacon da Öklides’ in Batlamyus’ un ve İbn el-Heysem’in gözlemlerine
başvurdu; merceklerin yalnız ateş yakmaya değil, aynı zamanda büyütmeye ve göz
kusurlarını düzeltmeye yaradığını vurguladı. 1267 civarında tamamladığı Opus
Majus’da ( Büyük Eser ) şunları yazdı; “ Saydam cisimleri, öyle
şekillendirebilir, onları görüşümüze ve görünen cisimlere göre öyle
düzenleyebiliriz ki, ışınları istediğimiz biçimde ve istediğimiz açıda yönlendirebiliriz;
böylece, bir cismi yakında veya uzaktaymış gibi görebiliriz. Böylece inanılmaz
uzaklıktan en küçük harfleri bile okuyabiliriz…. Aynı zamanda güneş, ay ve
yıldızları da buraya aşağıya indirebiliriz.” Ortaçağ’ın değişmez ve ulaşılmaz
kabul ettiği üst evrenin aşağıya indirilebilir olduğunu söylemiş olması
gerçekten dikkat çekicidir.
Bacon’ un
deney yaptığı bir teleskopu var mıydı?
Bu imkansız
değildir. Bir teleskopu olsaydı bile, ortaçağ zihniyetinin genel bakış açısı
göz önüne alındığında, teleskopun bir bilimsel gözlem aleti olarak kullanılmış
olması mümkün görünmemektedir; teleskop yalnızca merak uyandıran bir alet ve
“doğanın büyüsünün” bir örneği olarak değerlendirilmiş olmalıdır.
Yazılarında
“doğanın yasaları” kavramını ilk kullanan Roger Bacon’dır. Ancak bu terim Bacon
tarafından icat edilmemiş olup, Azizi Basil MS dördüncü yüzyılda yazılarında
kullanılmıştı. Böyle olsa da, bu kavramın Bacon tarafından canlandırılması,
felsefi düşüncelerde sürekli değişikliklerin olduğu on üçüncü yüzyılda önemliydi.
Bununla beraber, belki de Bacon’ın asıl önemi, her zaman bir otoriteyi
diğeriyle dengelemeye çalışmış, Yunanca ve Arapça eserlerin iyi yapılmış
tercümelerini sağlamada ısrar etmiş ve fiziksel evrenin gözlenmesinin önemini
vurgulamış olmasıdır.
ALBERT MAGNUS (Büyük Albert)
Robert
Grosseteste ve Roger Bacon ile bugün modern bilim olarak kabul edebileceğimiz
bilime yaklaşmış olduk. Ancak bu kişiler yalnız değillerdi, onlar kadar etki
yapmış olan bir diğer dikkate değer çağdaş isimde Albertus Magnus veya Büyük
Albert idi. Bazen, Doctor Universalis olarak anılan Albertus Magnus,
Bavyera’nın Laningen şehrinde 1200 civarında doğmuştur. Padua Üniversitesi’nde
liberal arts okuduktan sonra Dominiken rahibi oldu. 1241 yılına kadar Alman
eyaletlerinde hocalık yaptıktan sonra Paris Üniversitesi’ne giderek yabancılar
kürsüsünün başına geçti.
Albertus
Magnus, Yunan ve İslam biliminin Batı Avrupa üniversitelerine girişinde önemli
rol oynamış; bunu yaparken de zorlu bir muhalefetle karşılaşmıştı. O dönemde üniversite
ders programlarında yer alan bilim, genellikle gerçek ve efsanelerin garip bir
karışımı olan ansiklopedilerden ya da Yaradılışın altı gününden bahseden
teoloji kitaplarından derlenmişti. Aristo ve diğer Yunan filozoflarının, yeni
keşfedilen, bilimleri değildi. Ayrıca kilise Aristo’nun fikirlerine ve
özellikle fizik bilimi ile ilgili fikirlerine karşıydı. Aristo’nun bilimsel eserlerini, 1210 yılında
dini otoriteler yasaklamıştı; dolayısıyla, bunları ister özel ister kamuya açık
olarak öğreten her kişi aforoz tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Öğretimin büyük
kısmının Kilise tarafından yapıldığı; cehennemdeki işkencelere gerçekten
inanıldığı ve bunlardan korkulduğu bir dönemde, bu kararın alınması ciddi ve
ürkütücü bir tehditti. Yasak 1234 te kaldırılmakla beraber, Yunan biliminin
üniversitelerde ve okullarda yayılmasını engellemeye devam etti.
Albertus
Magnus Aristo’nun eserlerini 1240 yılında Paris’te bulunduğu sırada tanıdı; bu
eserlerden öylesine etkilendi ki, Dominiken arkadaşları onu, bu eserlerin
içindeki bilimi açıklamaya ikna ettiler. Bu girişim dev bir çalışmaya dönüştü,
Albertus yalnızca Aristocu bilimi değil, mantık, matematik, ahlak, siyaset ve
metafiziğini de açıkladı. Aristo’dan farklı düşündüğü zaman bunu açıkça
söylemekten çekinmedi; daha sonraki bazı alimlerin aksine, Aristo’nun yanılmaz
olduğunu düşünmek aymazlığına düşmedi. Gerçekten de Albertus, gözleme dayalı
bilginin önemini vurguladı; bilimin sadece başkalarının söylediği şeylere
inanmak olmadığını, nesnelerin doğasını araştırmayı da içerdiğini öğretti.
Albertus
Magnus; Samanyolu’nun yıldızlardan oluştuğunu düşündü. Ay ise Aristo’nun
söylediği gibi kusursuz bir cisim değildi. Ay’ın yüzeyindeki koyu lekelerin,
yerin yaptığı gölgeler olmaktan çok Ay’ın kendi yüzeyindeki engebelerden kaynaklandığını
ileri sürdü. Bütün bunlar yeniydi. Elementlerin kimyasal bileşikleri nasıl
medyana getirdiği konusundaki fikirleri ve Demokritos’un atom teorisine olumlu
bakması da yeniydi. Aristo’nun kendinden önce yaptığı gibi, en önemli çalışması
doğa üzerindeki kendi gözlemleriydi. Yüzden fazla minerali sınıflandırdı,
böceklerin çiftleşmesini gözledi; çekirgeleri kesip açarak bunların üreme
organlarını inceledi; ayrıca tavuklar yumurtladıktan sonra çeşitli zaman
aralıklarıyla yumurtaları açarak civcivin gelişmesini gözledi; balıkların ve
memelilerin gelişmesini de inceledi; ceninin beslenmesiyle ilgili belirli
sonuçlara ulaştı.
Albertus
Magnus’un bitkileri şekillerine göre sistematik olarak sınıflandırdı.
Meyvelerin karşılaştırmalı bir incelemesini de yaptı, ısı ve ışığın ağaçların
büyümesi üzerindeki etkilerini gözleyen ilk kişi oldu. Botanik konusundaki
görüşleri arasında belki de en ilgi çekici olanı, mevcut bazı bitki tiplerinin
diğerine dönüştürülebileceğine ve aşılama yoluyla yeni türlerin geliştirilebileceğine
inanmasıydı.
Grosseteste
ve Roger Bacon’da olduğu gibi Albertus’ta da, büyük beyinlerin Yunan biliminin
daha önce fiziksel evren ile ilgili hiçbir sistematik çalışmasının bulunmadığı
bir kültüre getirdiği canlanmaya verdiği tepkiyi gördük. Ancak Yunan biliminin
gelmesinin, Hıristiyan ilahiyatçısı için bazı tehlikeler taşıdığına şüphe
yoktu; bu bilim pagan bakış açısına sahipti ve vahiy ile gelen dine düşmandı.
Ayrıca Grosseteste’nin kendisinin de fark ettiği gibi, Aristo felsefesinin
birçok yönü, Hıristiyan Kilisesi’nin gerçekliğinden şüphe etmediği Kutsal
Kitaplar ile çelişki halindeydi. O zaman, ne yapılacaktı? Grosseteste ve
Albertus çapındaki imanı sağlam kişilerin bu kaynaklara ulaşmasından zarar
gelmeyebilirdi; fakat başkaları söz konusu olduğunda, bunların inancı pagan
etki altında sapkınlığa dönüşebilirdi. Açıkçası Hıristiyanlık ile Aristoculuk
arasında kabul edilebilir bir senteze gereksinim vardı. Bunun çok zor bir iş
olacağı kesindi; ancak bu görevi gereğince yapabilecek, yani Hıristiyan
doktrini ile pagan düşünceyi kabul edilebilir şekilde kaynaştırabilecek uygun
kişi olan Thomas Aquinas ortaya çıktı.
THOMAS AQUINAS
Napoli
yakınlarındaki Aquina’nın Roccasecca kasabasında 1225 civarında doğan Thomas 14
– 15 yaşlarında girdiği Napoli Üniversitesi’nde gramer, mantık ve doğa
bilimleri öğrendi. Yirmi yaşına gelince, ailesinin karşı çıkmasına rağmen
Albertus Magnus gibi Dominikan rahibi oldu; zira on üçüncü yüzyılda
Dominikanlar entellektüel hayatın önde gelen isimleriydi.
1256–1259
yılları arasında Paris’te ilahiyat kürsüsünde ders verdi. On yıl kadar
İtalya’da kaldıktan sonra tekrar Paris’e dönerek ikici defa ilahiyat kürsüsünün
başına geçti, bu alışılmamış bir şeydi ama geri dönme sebebi, İbn Rüşd’ün
bağımsız düşüncesine eğilimli İbn Rüşd taraftarları ile gelenekçi Agustinus’cu
Ortodoksluk taraftarları arasında Aristoculuk konusunda çıkmış olan
tartışmalardı. Tartışılan en önemli konulardan birisi de, evrenin yaradılışıyla
ilgiliydi ve Aquina’lı Thomas’a göre, evrenin zaman içinde bir noktada
yaratılmış olup olmadığını anlamak için tek başına akıl yeterli değildi; çünkü
felsefi bakış açısından, evrenin ebedi olmasını engelleyecek hiçbir şey yoktu.
Bu konuda belirli bir karar almak için Kutsal Kitap’ta bulunan vahiye dayalı
bilgilere başvurmak gereği açıktı. Aquina’lı Thomas bu tavrına rağmen İbn Rüşd
taraftarlarıyla aynı kefeye konuldu ve onlarla birlikte suçlandı. Ölümünden bir
yıl önce Napoli’ye dönerek burada, üniversitenin yakınında bir Dominikan
Statium’u kurmuş ve orada, Hıristiyan teolojisi ile pagan felsefe arasında daha
sıkı bir senteze ulaştığı polemikçi eserleri aracılığıyla, karşıtlarına hücum
etmiş, yazılar yazmış ve ders vermişti.
Kendisi
bilim adamı olmadığı halde, Aquina’lı Thomas yeni keşfedilen öğreti üzerinde
yapılan entelektüel tartışmaların merkezi olan Paris’te aklı savundu. Neredeyse
tek başına, ilahiyat fakültesinin gidişatını değiştirip Aristocu öğretiyle
uzlaşmasını sağlamıştı. Bütün bilginin ilahi aydınlanmayla elde edilebileceği
fikrine karşı çıktı, Tanrı’nın görünmeyen özelliklerinin, O’nun yarattığı
görünür şeyler sayesinde görülebileceğine inandı. Gerçeğe ve kesinliğe akıl ile
ulaşılabilirdi. Doğa alemi Tanrı’nın yazdığı bir kitaptı. Bütün bunlar,
Aquina’lı Thomas’ın Yunan bilimine getirdiği dikkatli teolojik yorumlarla
birleştiğinde, Ortodoks Hıristiyanların pagan felsefeden korkmaları için
nedenleri olmaması anlamına gelmekteydi. Bilim söz konusu olduğunda Yunanlılar,
Tanrı’nın yarattığı evreni açıklamaktaydı; ruhun kurtarılışı söz konusu
olduğunda ise, Kilise ve Kutsal Kitap açıklayıcı otoriteydi. Ölümünden elli yıl
sonra, Batı Katolik Kilisesi onu, kendini en iyi temsil eden eğitimci olarak
görmeye başladı ve 1323’te azizlik mertebesine yükseltildi.
JOHN DUNS SCOTUS VE OCKHLMA’LI
WILLIAM
Aziz
Aquina’lı Thomas’ın yüreklendirdiği anlayış, önemli iki filozof tarafından
geliştirildi. Bunlar, her ikisi de Fransiskan mezhebinden olan 1266 civarında
İskoçya’da Duns’da doğan John Duns Scotus ve ondan yirmi yıl sonra Londra
yakınlarında da doğan Ockham’lı William idi. Duns Scotus ( İskoçyalı Dun),
deneyimi ve bilimsel muhakemeyi teolojiden ayırarak bilim adamının işini daha
güvenli hale getirdi. En yüksek seviyedeki bilginin ancak insanın içindeki
bilinç ile elde edilebileceğini söyledi ve sonsuz varlık olarak Tanrı’nın, fiziksel
gözlem ile anlaşılmasının mümkün olamayacağını vurguladı.
Ockham’lı
William, on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Kuzey Avrupa üniversitelerindeki
düşünceye egemen olan adcılık (nominalizm ) olarak bilinen felsefi öğretiyi
başlattı. Bu öğreti tümeller hakkındaydı. Öğretinin ayrıntıları konumuzun
dışında olmakla beraber, burada Ockham’lı William’ın öz ile varlık arasında
gerçek bir ayırım olamayacağını kanıtlamış olduğunu kaydedebiliriz: bu tavır,
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda John Locke ve David Hume gibi filozofları
etkilemeye kadar uzandı. Kendisi bugün, “Ockham’ ın usturası” olarak bilinen
ekonomi ilkesiyle (ihtiyaç duyulmadıkça malların miktarı arttırılmamalıdır)
hatırlanmaktadır. Ockham’lı William, Duns Scotus’un bir nesil önce ortaya
koyduğu bilimsel bilgi ile vahiyle gelen bilgi arasında ki ayırımı daha ileri
götürdü.
Aristo felsefesine 1277 de getirilen yasak,
bilimin vahiyle gelen dinden ayrılmasını tamamen olmasa da kısmen teşvik etti;
bu ayrılma Aristo öğretisinin Hıristiyan dogmasına ters düşen yönleri üzerinde
Aquina’lı Thomas’ın yaptığı yorumlara, daha sonraları duyulmaya başlayan saygı
ile birleştiğinde, bilime ilgi duyan kişilere spekülasyon yapma ve hatta
Aristocu bilime eleştirel gözle bakma cesaretini verdi. Bu durum özellikle
Aquina’lı Thomas ile birlikte, Aristo’nun hareket eden cisimlerle ilgili
öğretilerinde kendini gösterdi. Aristo’nun zorlanmış hareketle ilgili
öğretileri üzerindeki spekülasyonlar 1349’a, Oxford’lu bir alim olan
Bradwardin’e kadar devam etti. Bradwardin yazdığı “Oranlar Hakkında Risale”
adlı eserinde; Aristo’nun hareket ettirici kuvvetin büyüklüğü, direnç gösteren
ortamın gücü ve hareket eden cismin ulaştığı hız arasındaki kesin matematiksel
ilişkileri tartışmaktaydı. Bradwardin, önce, Aristo’nun temel öğretisini tam
olarak ifade edemedikleri için, daha önce verilen, bütün formüllerin yetersiz
olduğunu göstermekle işe başladı. Aristo’ya göre hareket, hareket ettirici
kuvvet dirençten büyük olduğu zaman meydana gelebilirdi; bütün formüller sınır
şartlarında başarısızdı. Önceki formüllerin yetersizliğini kanıtladıktan sonra
Bradwardin kendi çözümünü önerdi; burada değişken miktarların kuvvetlerine
başvurmuştu. Bu çözüm, sorunu daha derin incelemelere açan bir adım oldu ve bir
teorinin yanlışlanarak karşı bir teori oluşturulması yöntemiyle de bilimsel
çalışmalarda yepyeni bir ufuk açtı. Daha sonra bu sorunla uğraşanlar
tarafından, özellikle ünlü ve etki bir hoca olan Jean Buridan’ın öğrencisi
Nicole Oresme tarafından kullanıldı.
Buridan,
Fransa’nın kuzeyinde Béthune’de, 1295 civarında doğdu. Seküler bir rahipti,
yani dini bir tarikat üyesi değildi. İki kere Paris Üniversitesi rektörü olduğu
gibi, on dördüncü yüzyılın ilk yarısında fizik bilimleri konusunda yürütülen
çalışmalar üzerinde çok büyük etkileri oldu.
Buridan’ın bizim
için önemi, doğa olaylarını açıklamak için doğaüstü açıklamaların
kullanılmasına açıkça karşı çıkması ve fiziksel evrende neden-sonuç
ilişkilerinin bulunduğuna kuvvetle inanmasıdır; her şeyden önemlisi impetus
(ivme) kavramını kullanarak, fırlatılan cisimlerle hareketiyle ilgili
problemlerin çözümünü kolaylaştırmasıdır. Buridan’ın impetus kavramına bakışı,
eylemsizliği cismin kendi içinde var olan bir şey olarak düşünen günümüz bakış
açısına benzemektedir. Bu yaklaşım da gerçekten çok önemlidir.
Buridan’ın
impetus teorisini gezegenlerin hareketlerine uygulamış olması ilgi çekicidir;
Tanrı’nın gezegenleri yaratırken onlara impetus vermiş olabileceğini ileri
sürmüştür. Bu doğaüstü bir açıklama gibi görünse de her gezegenin kendisine yol
gösteren bir akıl sayesinde hareket ettiğini ileri süren Aristocu fikirden
üstündür. Diğer taraftan, evrenin bütününün davranışına fizik temelli bir
açıklama getirme yolunda önemli bir adım olup, daha sonraki düşünürleri ve
özellikle, Buridan’ın öğrencisi Nicole Oresme’i açıkça etkilemiştir.
NICOLE ORESME
1320
civarında doğan Oresme, Paris Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Astrolojiye
şiddetle karşı çıkan Oresme, gökleri saate (o zamanlar mekanik saat Avrupa’ya
henüz gelmemişti) benzeten ilk kişi olmakla beraber, Buridan’ın gezegenlere
Tanrı tarafından impetus (ivme) verildiği şeklindeki fikrini kabul etmedi.
Matematiği gezegenlerin ve diğer cisimlerin hareketine uyguladı; böylelikle
Bradwardin’in çalışmasını genişletti. Çünkü fırlatılan cisimler probleminde
değişken miktarın kuvvetleri için rasyonel sayılar yanında irrasyonel
kuvvetleri de kullandı. İrrasyonel sayılar, basit kesirlerle gösterilemeyen
sayılar olduğuna göre, evrenin davranışının ifadesinde de belli bir miktar
sayısal belirsizlik olduğuna inandı. Bu onun, katı bir belirsizlik üzerine
kurulmuş olduğunu savunduğu astrolojiye karşı cephe almasına yol açtı.
Oresme
ayrıca, ağırlık merkezi kavramını evrendeki bütün cisimlere uyguladı ve bu
konuda Buridan’ı izledi. Buridan, yeryüzündeki erozyonun Yer’in evrenin
merkezinde olması gereken ağırlık merkezini değiştirmesine bağlı olarak, Yer’in
uzaydaki konumunun da hafifçe, değiştiğini düşünmüştü. Oresme, uzayda, üzerinde
canlıların yaşadığı başka dünyaların da var olabileceğini ileri sürdü; Bu
fikrin çok büyük dini etkileri oldu. Bunu önerebilmiş olması, din ile bilimin
birbirinden ne ölçüde ayrılmış olduğunu göstermektedir. Yine de Oresme ve
diğerleri, radikal veya Ortodoks olmayan fikirleri bilim adına ortaya koyarken,
bunların gerçeğin tasviri değil ancak birere spekülasyon olduğunu açık olarak
belirtmek zorundaydı.
Oresme,
yerdeki cisimlerin düşme hızının, kat etmiş oldukları yola değil, düşme
zamanına bağlı olduğunu ileri sürdü; burada, eşit zamanlarda eşit hız artışını
düşündüğü açıktır. Böylece, bizim bugün hızlanma oranı için kullandığımız
ifadenin habercisi oldu. Hareketi, geometrik ve sayısal olarak inceleme
yöntemleri üzerinde de yazdı; bu çalışmalar ancak yüzyıllar sonra meyvelerini
verecekti.
Ortaçağ’ın
sonlarında yapılan bilimsel çalışmalar, özellikle fizik bilimlerinde
yoğunlaşmıştı. Çünkü bu alanı düşüncelerin açık olarak ifade edilebildiği ve
spekülasyonun serbestçe yapılabildiği bir alandı. Diğer sahalarda, bütün bunlar
daha zor, hatta imkansız olabilmekteydi. Bu çalışmalar daha sonraki
yüzyıllarda, Rönesans olarak bilinen çağda ve sık sık Bilim Devrimi olarak
adlandırılan dönemde de devam etti. Büyük ölçüde ortaçağın sonlarında çalışan
bilim adamlarının sorgulayıcı tavrı üzerinde kurulmuş olan modern bilimin
doğuşu da, en açık olarak fizik bilimlerinde görülecektir.
Batı
ortaçağı, uygarlığın gelişim çizgisi üzerinde, gerekli bir dönemdi. Bu dönemde,
kişinin düşünme yetisi bütün gücünü kullanarak, sorunsalları çoğaltmış,
olabildiğince sergilemiştir. Soyut kavramların oluşturduğu ortamda yapılması
gereken ne varsa yapılmıştır. Aklın karşısına tanrısal bir ışık gibi, dikilen
inanç son sınırlarına vardırılmış, son sözünü söylemiştir. Artık, deney
bilimleri tüm yetkisini kullanabilecek bir alanda kendini gösterme gücünü bulma
yolundadır. Özellikle doğa olaylarının nedenleri, yasalar deneylerin ışığında
sergilenme olanağına kavuşunca, tanrısal sanılan yönlendirici dogmaların
etkinliği inandırıcılığını yitirmiş, boşlukta kalmıştır. Artık akıl özgürlüğe
açılan yolda, geri dönülemez şekilde, hızla yürüyecektir.
Sonuç
Bütün
bunların ışığında bizlere, tarih ve teoloji derslerinde Karanlık Ortaçağ diye
sundukları dönem; aslında ustalar ve düşünürler tarafından, özgür düşünce ve
bilimsel bilgiye giden yolun ilk taşlarının döşendiği döneme gebe olan zaman
dilimi olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir.
Murat Şahin - Habercem portalı 2017
Kaynakçalar:
1) Ortaçağ
Felsefesi; Fuat Özbilen, çalışması 2010
2) Ortaçağ
Felsefesi; İsmet Zeki Eyuboğlu, Pencere Yayınları 2002
3) Tarihte
Bilim; J. D. Bernal, Çeviri; Tonguç Ok, Evrensel Yayınları 2008
4) Bilim
Tarihi; Colin A. Ronan Çeviri; Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu – Prof. Dr. Feza
Günergun, Tubitak Yayınları 2003
5) Ortaçağ’dan
çıkışta bilimin rolü; makalesi Eric J. Lerner Çeviri Rennan Pekünlü, Bilim ve
Gelecek Dergisi 49. Sayı.
6) Serin,
Yusuf, çalışmasından alıntılar.
7) F.
T. Salman, Bilimin Gelişim Tarihi, makalesinde alıntılar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.