İNSANLIK
BUGÜNE NASIL GELDİ? - I
“Hayal etmek için zaman ayır, bu seni
yıldızlara götürür.”
( İrlanda Atasözü )
YARATILIŞ MİTLERİ
Eski Ahit’e ( Tevrat) göre Tanrı dünyayı ve içindeki canlıları ( insan Adem ile
Havva dahil) altı günde yarattı ve yedinci günde de dinlendi.
İrlandalı
Başpiskopos Ussher (1625-1656)
dünyanın başlangıcı için daha kesin tarih verir; İ.Ö. 27 Ekim 4004 sabah saat 09.00.
Ota
Afrika’da yaşayan Boshongo
kabilesine göre; başlangıçtan yalnız karanlık, su ve büyük tanrı Bumba vardı. Bir gün karnında bir
acıyla kusarak güneşi çıkarır.
Zamanla güneş suyun bir kısmını kurutur ve karaları
ortaya çıkarır. Ancak Bumba hala acılar içindedir ve biraz daha kusar. Böylece ay, yıldızlar sonra leopar, timsah
kaplumbağa ve sonunda insan
ortaya çıkar.
Meksika ve
Orta Amerika Mayaları da
yaratılıştan önceki zamanlarda yalnızca deniz, gökyüzü ve yaratıcının olduğuna
inanırlar ve anlatırlar. Maya söylencesine göre Yaratıcı – Tanrı çok mutsuzdur.
Çünkü kendisine yalvaracak ve övecek kimse yoktur. Böylece dağları, bitkileri
ve hayvanları yaratır. Ancak hayvanlar konuşamadığı için sonunda insanı
yaratır. Önce onları topraktan, balçıktan ( çamur adam!) yaratır, ne var ki onlarda saçma sapan konuşurlar. Onların
eriyip kaybolmalarına göz yumar. Bu kez de insanı ağaçtan (odun
adam!) yapar. Ağaç insanlar donuktur
o nedenle onları da yok etmeye karar verir ancak onlar ormana kaçarlar. Yol
boyunca zarar görerek değişir ve bugün tanıdığımız Maymun’a (şebek
adam!) dönüşür. Bu başarısız deneyimlerden sonra yaratıcı – tanrı sonunda
işe yarayacak adamın en uygun formülünü bulur ve onu sarı ve beyaz mısırdan (patlak adam!) yaratır.
Şimdi
burada; Antik Ortadoğu, Antik Mısır,
Antik Kafkas, Uzakdoğu Hint, Çin, Kore, Himalaya, Japon, Aborjin’lerin vb.
yaratılış mitlerini anlatarak daha fazla kafanızı karıştırmayayım.
Bunlar gibi
yaratılış mitleri bizimde burada konumuz olan doğa, evren ve insanla
ilgili sorulara kendilerince yanıt bulmaya çalışmışlar.
Halbuki, günümüzde
ulaşılan bilimsel bilgilere göre evrenin başlangıcı 13,7 milyar yıl öncesine dayanmaktadır.
NEDEN EVREN, DOĞA VE BİZ VARIZ, NEDEN
HER ŞEY BÖYLEDİR?
“ İnsan ikilemde kalınca karar verme
anı gelir, işte o an önemli olan doğrudan yana karar verebilmektir.”
( Karl Kraus – Avusturyalı yazar)
Bizim
insanlık olarak bu soruları sorma ve yanıt arama yeteneğimiz Eski Anadolu
Uygarlıklarından beri çok değişti ve gelişti. Geçtiğimiz yüzyılda da en yüksek
düzeye erişti.
‘İnsan ırkı olarak bizler bilgi ve
teknolojide bu kadar hızlı gelişim gösterdiğimize göre ve milyonlarca yıldan
beri dünya üzerinde var isek bu süre içerisinde çok daha gelişmiş olmamız
gerekmiyor muydu (?)’sorusunu
kendisine her halde sormalıydı.
Sanki buna
verilebilecek yanıtlarda; ya evren yeni yaratılmış ya da insanın kozmik tarih
içerisinde bu erende minnacık bir yer işgal ediyor gibi geliyor.
Evrenin bir
başlangıcına olduğuna dair ilk kanıtı da 1920 da Edwin Hublbe’nın California
Wilson dağında 2,5 metrelik teleskopu ile yaptığı gözlemlere dayanıyordu.
Arthur Eddington 1931 de evreni genişlemekte olan bir
balonun yüzeyine benzeterek ve “ …galaksilerde
balonun yüzeyindeki noktalardır.” diyerek Hubble’ın varsayımını
desteklemiştir. Bu da uzaktaki galaksilerin yakın olanlara göre neden daha
hızla uzaklaştıklarını açıkça anlatmaktadır.
Peki, filmi
geriye sarsak ve günümüzden büyük patlamanın olduğu ana geri dönebilseydik ne
görürdük? Yavaş, yavaş sönen ve küçülen
bir balon ve sonunda boşlukta bir bezelye tanesi kadar yer kaplayan bir şey (!)
hatta daha da küçük, günümüzde İsviçre – CERN’e
bulmaya çalışılan HİGS BOZON’u yani TANRI PARÇACIĞI mı olurdu?
DEHŞET ! DEHŞET ! DEHŞET !
ESKİ ZAMANLARDAN BU YANA BİR YOLCULUK
YAPALIM MI?
“ Bir savaş vardır ki, o savaşta her
kes yenilir. Bu, zamana karşı savaştır.”
( Carlos Castaneda Amarika’lı yazar)
Böylece,
açıklamaya çalışacağım insanlığın bilgi ve bilimdeki evrim serüvenini şimdilik
üç bölüm halinde ele almaya çalışacağım.
·
Birinci
bölüm olan bu kesiti daha çok bir giriş olarak ele alacağım.
·
İkinci
boyutu ağırlıklı olarak Ortaçağ dönemindeki bilimsel sıçrama, gelişme, düşünce
ve önemli düşünürleri ele alınacaktır.
·
Üçüncü
bölüm veya evrede ise Ortaçağ sonrası bilimsel bilgideki dur durak bilmeyen
gelişmeleri, sıçramaları ve modern bilimin doğuşunu irdelemeye ve aktarmaya
çalışacağım.
Eski
zamanlarda doğanın düzeninin nasıl işlediğini anlayamayan insanlar, yaşamlarının
her alanına hükmetmesi için Tanrılar tasarlamışlardı.
Aşk ve savaş
tanrıları, güneş, yeryüzü ve gökyüzü tanrıları, yağmur ve gök gürültüsü
tanrıları vb. vardı. Tanrılar memnun edilmişse insanlara iyi hava, barış ihsan
edilir, kötülük, hastalık ve felaketlerden korunurdu. Ancak memnu edilmezlerse;
kuraklık, savaş, salgın kısacası felaketler olurdu.
Doğadaki
neden-sonuç ilişkisi anlaşılamadığı için bu Tanrılar çok gizemliydi ve insanlar
onların merhametine kalmışlardı.
SONRA NE OLDU?
“ Her miyop da hani gözlük
kullanmaz.”
( Werner Wagner Alman Pisikiyatr)
Bundan 2600
yıl kadar önce Anadolulu – Milet’li
Thales (İ.Ö. 624-546) ile
birlikte bu durum değişmeye başladı. Doğanın izlediği tutarlı ilkelerin
anlaşılabilir olduğu düşüncesi ilk kez o zaman doğdu.
Böylece
tanrıların hükümdarlığı anlayışı yerini, doğanın yasaları tarafından ve bir gün
asıl okunacağını öğreneceğiniz bir plana göre yaratılan bir evren anlayışının
aldığı o uzun yolculuk başladı.
Elimizdeki
bilgilere göre doğa yasası diyebileceğimiz ilk matematik formülü bulan ve
günümüzde onun ad ile ünlenen İyonya’lı
Phytagoras’tır (İ.Ö. 580 -490).Ünlü kuramı biliriz; bir dik üçgende
hipotenüsün karesi, diğer iki kenarın karelerinin toplamına eşittir.
Antikçağın
en önemli fizikçisi Arshimedes (İ.Ö.
287-212) tarafından formüle edilmiş 3 yasa oluşmuştur ki şöyledir.
1)
Kaldıraç yasası
2)
Sıvıların kaldırma yasası
3)
Yansıma yasası
Ancak Arshimedes bunlara ne yasa dedi ne de
bunları gözlem ve ölçümlere dayanan verilerle açıkladı.
İyon etkisi yayıldıkça, evrenin gözlem ve
mantık yoluyla anlaşılabilen bir iç düzeneğe sahip olduğunu fark eden başkaları
da çıktı. Thales’in bir arkadaşı
belki de öğrencisi olan Anaksimendros (
İ.Ö. 610-546) yeni doğan bebeklerin ne kadar çaresiz olduklarına bakarak,
ilk insanın yeryüzünde bir bebek olarak ortaya çıkması durumunda, hayatta
kalamayacağını savundu. İnsanın evrim halkasının ne olabileceğini düşünen Anaksimendros, insanların bebekleri
daha güçlü olan diğer hayvanlardan evrimleştiği varsayımını ileri sürer.
Aynı
sıralarda Yunanistan’ın kuzeyindeki bir İyon kolonisinde yaşayan Demokritos (İ.Ö. 460-370) bir nesneyi
kırarak veya keserek parçalara ayrıştırdığına neler olduğuna dair kafa yoruyor.
Bu işlemin sonsuza kadar yapılamayacağına inanıyordu. Canlı varlıklar da dahil
olmak üzere her nesnenin kırılmaz veya kesilmez temel parçacıklarından
oluştuğunu öne sürüyordu. Bu en küçük parçacığa Yunanca bir sıfat olan ve
kesilemez anlamına gelen “ atom”
adını verdi.
Aristarkhos (İ.Ö. 310-230); bizim everenin merkezinde yaşayan
özel varlıklar değil, yalnızca yalnızca sıradan varlıklar olduğumuza dair devrimci
düşüncesinin sahibi, İyonya’nın son bilim insanlarındandır. Onun sadece bir
hesaplaması günümüze aktarılabilmiştir. Ay tutulması sırasında Dünya’nın Ayı’n
üzerine düşen gölgesinin büyüklüğüne dair dikkatli gözlemlerinin karmaşık bir
geometrik analizi olduğunu saptamıştır.
Evet, “ evren” yasalar ve ilkeler tarafından
yönetilen bir makinedir. Bu yasalar ki insan zihni tarafından biraz önce
bahsettiğim kronoloji içinde zamanla algılanabilmiştir.
Bu yasaların
keşfi için insan türünün n büyük keşfidir, dersek sanırım abartmış olmayız. Bu
gün doğa yasaları dediğimiz bu keşifler evreni ve bizi açıklayabilmek için
sırtımızı dayayabileceğimiz en önemli dayanaklardandır.
Doğa
hakkındaki bazı yorumları oldukça yüksek bir kavrayışa sahip olsa da Antik
Yunan dönemine ait görüşlerin çoğu çağımızda geçerli sayılan bilimsel bilgi ve
bilim için yeterli değildi. Öncelikle
Yunan uygarlığı bilimsel yöntemi daha bilmediklerinden kuramları deneysel
olarak doğrulamayı veya yanlışlamayı geliştirememişlerdi.
Yunanlıların
Hıristiyan ardılları ise, evrenin onlara ilgisiz kalan doğa yasaları tarafından
yönetildiği görüşünü reddettiler. Ayrıca inançları gereği insanın bu evrenin
merkezinde bir yere sahip olmadığı düşüncesini de reddettiler. Ortaçağda
tutarlı bir felsefe sistemi olmasa da genel eğilim evrenin Tanrının kaynaklı niteleniyor ve kabul ediliyordu.
Gerçekten de
1277 de Paris Başpiskoposu Tempier, XXI.
Papa Johannes’in talimatları üzerine harekete geçerek 219 maddelik bir
lanetlenecek günahlar ve sapkınlıklar listesi yayımladı. Sapkınlıklar arasında
doğanın yasalarının Tanrısal olmadığının iddia edilmesi de vardı.
Doğa
yasaları kavramı XVII. Yüzyılda ortaya çıkmış ve bu düşünceyi modern bilim
alanında ilk kavrayan Kepler olmuştur.
Galilei (1564-1642); bilimsel çalışma ve önermelerinde bile “ yasa” sözcüğünü kullanmamış sadece
bir kısmında bundan söz etmiştir. Bu sözcüğü kullansın veya kullanmasın Galilei
birçok yasanın açığa çıkmasını sağlamış, bilimin temelinin gözleme dayandığını
ve bilimin amacının da fiziksel fenomenler (olay) arasında var olan nicel
ilişkilerin araştırması olduğunu savunmuştur. Ancak doğa yasaları kavramını bu
gün anladığımız haliyle açık ve ayrıntılı bir biçimde formüle eden ilk kişi Rene Descartes (1596-1650) olmuştur…
“ Bir uçurumu iki sıçrama ile
geçemezsiniz.”
( Çin Atasözü)
Murat Şahin Habercem portalı 2015
Kaynakçalar
1) Ortaçağ
Felsefesi, Fuat Özbilen çalışması 2010
2) Ortaçağ
Felsefesi; İsmet Zeki Eyuboğlu, Pencere Yayınları 2002
3) Tarihte
Bilim J. D. Bernal Çeviri,Tonguç Ok, Evrensel Yayınları 2008
4) Bilim Tarihi; Colin A.
Ronan Çeviri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, Prof. Dr. Feza Günergun, Tubitak
Yayınları 2003,
5) Ortaçağ’dan çıkışta
bilimin rolü, makalesi Eric J. Lerner
Çeviri Rennan Pekünlü Bilim ve Gelecek Dergisi 49. Sayı
6) Serin,
Yusuf; çalışmasından alıntılar.
7) Özcan,
Hulki; Derin Düşünce, makalesinde
alıntılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.