Askeri fatihler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, bu fetihler
kültürel hizmetlerle, bir takım alt yapı kuruluşlarıyla desteklenmedikleri
taktirde yok olmaya, erimeye mahkum-durlar.
Türkler Anadolu’yu fethettikten sonra burada çok çeşitli yapılar kurmuşlar
ve kültür faaliyeti içinde olmuşlardır. Selçuklularla başlayan yerleşmede,
Türkler bu toprakları yurt edinmiş inşa ettikleri kervansaray, hastahane,
cami ve diğer eserler hala ayaktadır. Bu devirde kurulan Ahi teşkilatı ve
bunun kadınlar kolu olan Anadolu Bacıları örgütü (Bacıyan-ı Rum) sosyal,
kültürel, ticari hatta siyasi kuruluşların başında gelir.
FATMA BACI
Doğumu ve ailesi Bacının babası Evhadu’d-Din Hamid bin Ebi’l-Fahr
el-Kirmani’dır. Kirman Selçuklularının Sultanı Turan Şah’ın oğlu olup
1168’de doğmuştur. Öğrenimini Bağdat’ta tamamlamış, “Hakkiye” medresesinde
müderrislik yapmıştır. Aynı şehirde Rüknü’d-Din Sücasi’ye 1211’de katılarak
tasavvuf yoluna girmiştir. Gezgin bir sofi olarak İran, Kafkasya, Anadolu,
Irak, Suriye, Mısır ve Hicaz’da şehir ve kasabalarda vaaz, şiir ve
sohbetler yapmış, düşüncelerini ve mesleğini tanıtmıştır. Kirmani
Anadolu’da Türkçe yaptığı konuşmalarla tanınmış, Selçuk Sultanı
I.Gıyasud’d-Din Keyhusrev ve oğulları İzzu’d-Din Keykavus ve Alau’d-Din
Keykubat’tan saygı görmüştür.
Abbasi Halifesi En-Nasırlı-Dinillah tarafundan sonradan damadı olacak
müridi Ahi Evren’le birlikte Anadolu’ya gönderilmiştir.
Fatma bacının eşi ve Ahi Teşkilatının kurucusu, yaygın adıyla Ahi Evren’
nin asıl ismi Nasirud’d-Din Mahmut, babasının adı da Ahmet’tir. 1171’de
Horasan Maveraunnehir’de yetişmiş ünlü Eş’ari kelamcısı Fahru’d-Din-i
Razi’nin (1209) öğrencisi olmuştur. Bir süre Bağdat’ta bulunan Ahi Evren,
en-Nasır’lı Dinillah’ın kurduğu Fütüvvet teşkilatının üyesi olan Evhadu’d-Din
Kirmanı’nin müridi idi.
Anadolu’ya gelen Kirmanı (Menakıb-ı Evhadu’d-Din-i Kirmanı’de yazıldığına
göre) Kayseri’deki Bakırcılar pazarından (Bazar-ı Nahhasan) geçerken dellallın
“kötü huylu kötü yaradılışlı, akılsız, ağzı bozuk bir cariye satıyorum !”
dediğini duymuş ve melamet mesleğinin gereği cariyeyi satın almıştır. Fatma
bacı bu cariyeden 1206 veya 1207 yıllarında bu cariyeden doğmuş fakat kısa
bir süre sonra da annesini kaybetmiştir. Mevlana yanlısı kimi kayıtlara
kayıtlara göre Fatma, anası gibi çok yaramaz, söz dinlemez, dini bilgileri
öğrenmede olduğu gibi babasının ısrarla eğitilmesini istediği dokuma ve
örme sanatlarında da başarısızdır. Velayet-name’de ise, Fatma keramet
sahibi, bilgili “mürşide” dir.
Fatma bacı genç kız yaşlarında misafirhanede çalışmaktadır. Yine aynı esere
göre, Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya (1223) girip bu topraklardaki erenlere
Selam gönderdiğini, sofralarını hazırlamakta olduğu Erenler Meclisine Fatma
bacı iletmiştir. Hacı Bektaş 1228’de Kayseri’de Battal Mescidi’nde
Kirmanı’nın gözetiminde çalışmaya başlamıştır.
Velayet-name’de bacının adı “Fatma bacı”, “Fatma ana”, “Kadıncık ana”,
“Kadıncık” olarak sık sık geçer. Kirmanı bağlı bulunduğu tarikat esaslarına
göre, en önde gelen halifeleri ile kızlarını evlendirme geleneğine uyarak
Fatma hatunu Ahi Evren Şeyh Nasırud’d-Din Mahmut el-Hoyi ile 1228 yılında,
diğer kızı Amine Hatunu Ahlat vezirinin oğlu İmamü’d-Din ile
evlendirmiştir.
Fatma Bacının Yaşantısı
Ahi Evren’in ilk yerleştiği Kayseri’de çeşitli el sanatlarının icra edildiği
bir imalat sitesinin kurulmuş olduğu kaynaklarda verilmiştir.
Kirmanı müridleri tarafından yazılan “Menakib-i Şeyh Evhad-d-Din-i Kirmanı”
de bildirildiğine göre, dericiler çarşısının yanında bir de Külah-duzlar
çarşısı vardır. İki çarşı arasındaki mescidin yanındaki evde Fatma hatun ve
Ahi Evren oturmaktadır. Aynı çevrede bir de Bakırcılar (Nahhaslar)
çarşısından söz edilmekte ve Mevlana’nın babası Baha Veled’din de nahhas
olduğuna değinilerek onun Kadı Nasir ile arasında geçen olaylardan söz
edilir.
Külahduzlar mahallesinde veya Dokumacılar ve Örücüler çarşısında Türkmen
kadınlarının bu tür el sanatı yaptıkları işyerleri bulunmaktadır. Bacı
örgütü, burada kurulan Ahi esnaflar teşkilatı ile aynı zamanda kurulmuş ve
kısa sürede Anadolu’ya yayılan Türkmen göçü ile diğer şehir ve kasabalara
yayılmıştır.
Türkmen kadınlarının göçebelikten gelen gelenekle dokuma ve örücülük
zanaatına sahip olmaları, debbağlar tarafından işlenen derilerin yünleri de
külahduz’lar mahallesinde değerlendirilmesi teşkilatın organizasyonu
yönünden de son derece uygundur.
Bu durumda yerleşik düzene geçen Türkmenlerin kurduğu Ahi’lik çeşitli
imalat kollarına bağlı erkeklerin kurduğu bir teşkilat olduğu gibi, Bacılık
da kadın el zanaatlarını icra eden kadınların oluşturduğu bir örgüttür.
Konya, Kırşehir, Niğde gibi şehirlerde Ahiler zanaatları ile yayılırken,
örneğin Niğde de Taptuklu Türkmen kadılarının faaliyetleri kaynaklarda
geçer. Diğer Rum beldelerine halı, kilim ve dokumaların yollandığı tarihi
belgelerden bilinir.
Anadolu Selçuklarının başşehri olan Kayseri’ye Horasan’dan, Bağdat’tan ve
diğer yörelerden tıp, astronomi, dini alanlarda bilim adamları gelmiş
toplum sosyal, kültürel yönden gelişmişti. Ayrıca Kayseri’nin Anadolu’nun
ortasında bir geçit merkezi olması bu çevrenin ticari yönden de gelişmesini
sağlamıştı. XIII.yy da “ yabanlu pazarı” olarak tanınır, Kırım,
Suriye,Bizans ve İran’dan tacirler gelir, kurulan Pazar canlı bir iş
merkezine dönüşmüştü. Bacıyan-ı Rum örgütünün de ilk defa burada görülmesi
bu ticari canlılığın eseri olmalıdır.
Dönemin siyasi olayları ve Bacılar
Türkmenlerin ve Ahiliğin Anadolu’ya yayılmasına imkan veren Alaud-Din
Keykubatı, oğlu Giyasu’d-Din Keyhüsrev’i öldürerek tahtı ele geçirir. Ahi
ve Türkmenler bu sultana karşı direnişe geçince ve onu devirmeyi planlayan
vezir Sa’du’d-Din Köpek ile işbir-liği içinde oldukları iddiasıyla pek çok
Ahi ve Türkmen öldürülür. Ahi Evren tutuklanır ve 1240 -1245 yıllarında
hapiste kalır. Beş yıl sonra serbest bırakıldığında, bütün bu olaylardan
önce Mevlana’ın babası ile bir anlaşmazlık yaşayan Kadı Nasir yani Ahi
Evren, 1247 yılında Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi olayına karıştığı için
cezalandırıla-cağını anlayınca Kırşehir’e kaçar ve oradaki Ahi örgütü ile
çalışmaya başlar. Bu tarihlerde onunla birlikte hareket eden Şeyh
Kirmani’de önce Kırşehir sonrada Bağdat’a döner ve orada vefat ettiği
bilinir.
Bütün bu olaylarda daima devletin yanında yer alan Mevlana Sultan
tarafından korun-maktadır.
Ortamın karışmasından yararlanan Moğollar Anadolu’ya girmişler ve Kösedağda
Sultanın ordusunu yendikten sonra Tokat, Sivas’ı kolaylıkla almışlardır.
Moğollar, Kayseri’de Bacıların da bizzat katıldığı Ahilerin direnişi ile
karşılaşırlar, özellikle Debbağlar çarşısının karşısındaki surları 15
günlük şiddetli savaşa rağmen aşamazlar. Sonuçta şehir içinden yapılan bir
ihbarla surlardan giren Moğollar, Ahilere ve Bacılara ait iş yerlerini
yağmalayarak, yıkarlar. Yaşlıları öldürdükten sonra, genç erkekleri ve
kadınları esir alarak birlikte götürürler. Eşi ile Kırşehir’e kaçmayıp Kayseri‘de
kalan Fatma bacı da esirlerin arasındadır.
Ahileri ve bacıları bir daha yıkan diğer olayda II.İzzu’d-Din Keykavus ile
IV. Ruknu’d-Din Kılıç Aslan arasındaki taht kavgasından yararlanan
Moğolların tekrar Anadolu’ya girmesiyle yaşanır. Kışehirde Moğollara karşı
direnişe geçen Ahi Evren ve Ahiler Mevlananın müridi Nuru’d-Din Caca
tarafından Nisan 1261 de hepsi kılıçtan geçirilirler.
Hatta Mevlana’nın, Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi olayına karışan oğlu
Ala’d-Din’de ölüler arasındadır. Ve insanlık sevgisiye(?)”Baza baza, her
ançihesti baza” diyen Mevlana, oğlunun cenazesini kılmayı red eder.
Mevlana’nın Ahilere kini o derece güçlüdür ki, bütün ülkede Ahilerin elinde
bulunan medrese, zaviye, işyerlerinin ellerinden alınıp kendisine verilmesi
için yakın ve dost olduğu kişilere ve Tacu’d-Din Mu’tez’e mektuplar yazar.
Esaretteki Fatma bacı bazı etkin kişilerin yardımıyla 1260 ‘da Anadolu’ya
getirilir ve nereye gitmek istediği sorulduğunda “ Babamın arkadaşlarının
yanına gitmek isterim” şeklinde isteğini belirtir ve oraya gönderilir.
Fatma hatun müridlerden Şeyh Eminü’d-Din Yakub’a nikahlandığı ve bir oğlu
olduğu bilinir. Eşinin ölmesiyle himayesiz kalan Fatma hatun
Sulucakaraöyük’e Hacı Bektaş’ın yanına gider. Dönemin ünlü Ahilerinden
Abdal Musa, Geyüklü baba, Edebalı (her ikisi deHoyi’li) Fatma Bacıyı
ziyaretleri ve Bacının siyasi ilişkilerini sürdürdüğü gerekçesiyle Kırşehir
Emiri Nuru’d-Din Caca tarafından soruşturmaya ve izlenmeye alınmışdır.
Diğer bir sebep olarak, adı geçen kişilerin önceden Ahi Evren ile olan
ilişkileri olmalıdır.
Fatma bacı, Hacı Bektaş’ın 1217 ‘de ölümünden sonra ona bir türbe yaptırır.
Kendisi de kısa bir süre sonra ölür. Mezarının Hacı Bektaş’ta olduğu tahmin
edilmekte fakat ölüm tarihi ve yeri hakkında bilgi yoktur.
Devletin kıyımları ve baskıları ve ayrıca Moğolların zulümleri sonucu
Ahilerle birlikte kadınları da çeşitli yerlere sürülmüş ve
dağıtılmışlardır. Ne var ki, Ahiler ve Bacılar gittikleri yerlerde de
faaliyetlerini sürdürmüş ve bir Uc beyliği olan Osmanlı Beyliğinin kuruluş
aşamalarında Ahilerin ve Bacıların büyük hizmetleri bulunmuşlardır.
Bacıyan-ı Rum’un çalışmaları
Ahilik ve Bacılık mesleğinde de bir üstaddan el almadan bir sanata sahip
olmak caiz görülmezdi. Bacılık aynı zamanda bir eğitim ve öğretim ocağıdır,
el sanatlarında yetiştirmenin yanı sıra mal üretmek ve topluma hizmet
sunmanın usul ve erkanı da gösterilirdi. Çırak, kalfa, usta sırasına göre
gelişim gösterilirken iş yerinde üstad dereceli şeyhe iman etmek ve sıkı
hiyerarşi kurallarına uyulmasına titizlikle riayet edilirdi.
Bacıların dokumacılık ve örmecilik dışındaki sanat kollarından hangileriyle
uğraştıkları hakkında bilgi (şimdilik) bulunamamıştır. Aşık Paşa-zade,
yeniçerilerin başlarına giydikleri başlığın (ak börk) Bektaşi babalarının
tacına benzediği iddiasını ret ederek, ak börkün Orhan bey zamanında
Bilecik’te ortaya çıktığını yazar. Bir Bektaşi piri olan Abdal Musa’nın
yeniçerilerle savaşlara katıldığını ve yeniçerilerden bir ak börk alıp
giydiğini, sonra Kırşehir’e döndüğünde gazilerle savaşa katılıp övündüğünü
yazarak, bu giyim tarzının yaygın olmadığını belirtmek istemektedir.
Fatma bacının Kayseri de Külahduzlar mahallesinde bulunduğu ve dokumacılık
ve örmecilik yaptığı, Moğolların burayı yakıp yıktıktan sonra Kırşehir’e
yerleştiği bilinir. Burada da sanatına devam ederek külah imalatına
katılmış olması doğaldır. Bayram (1), Fatma bacıya yakınlığı olan Abdal
Musa’nın külahını buradan almış olduğu ileri sürmektedir.*
Eflaki de Uc Beyi Mehmet Bey’den bahsederken ak börkler için, “ Mehmet
Beyin icadı” diye bahseder ve onun Kayseri’ye gitmiş olduğuna değinir. Bu
bilgilere dayanan Bayram(1) Osmanlıların kuruluş yıllarında askerlerin
kıyafetlerinin Bacıların eseri olduğuna işaret etmektedir..
Menakib-name’de Bacıların meşguliyet alanlarından birinin de dokumacılık ve
örmecilik olduğu, Kayseri de Kirmani’nin müridlerinin İstanbul ve diğer Hıristiyan
beldelere halı ve kumaş gönderdiklerini kayıtlıdır. Olasılıkla Bacılarında
bu satışlarda payı bulunduğu kaynak (1) de ileri sürülmüştür.
Aynı şekilde Anadolu’nun batı bölgelerine sürülen Ahilerle birlikte giden
kadınların, Uc bölgelerde kurulan beyliklerden Germiyan oğulları ülkesinde
imal edilen halı, kumaş ve tülbent ( Dil-bend) ihraç edildiği kaynaklarda
verilmiştir.
Sadru’d-Din-Konevi “Vasiyet-name”sinde öldüğü zaman hocalarından
Muhyi’d-Din İbnü’l Arabi’nin göleğinin kendisine kefen olarak
giydirmelerini, Şeyh Evhaudü’d-Din Kımani’nin seccadesini de üzerine örtmelerini
ve öylece defn etmelerini vasiyet eder. Bayram(1) bu seccadenin Bacılar
tarafından dokunmuş olduğunu varsayar.
Bacı teşkilatı başlangıçta Ahilerle birlikte Kayseri, Konya, Kırşehir,
Ankara, Larende gibi şehirlerde kurulmuş ancak maruz kaldıkları katliamlar,
baskılar sonucu Uc bölgelere ve uzak köylere kaçmışlardır. Bunu doğrular
şekilde, Niğdeli Kadı Ahmet Türkmenlerin kaçmış oldukları köylerde
yakalanarak yok edilmeleri gerektiğini yazar. Bu göçlerle halı, kilim,
dokuma ve diğer el sanatları Ahiler ve Bacılar tarafından en ücra köylere
kadar yayılmıştır.
Yine Bayramın belirttiğine göre (1), bu gün Konya‘nın 40 km kadar kuzeyinde
Başara adlı köyde dokunan halılara köyün adı ile Başara Halısı denilse de,
bu köy adının Ahi Başara’dan almıştır. Bu kişi Ahi Türk’ün kardeşi olup
Mevlana’nın olan Hüsamu’d-Din Çelebi’nin amcasıdır ve Ahi
şecere-namelerinde adı geçer. Bu halıların Bacı el sanatları geleneğine
dayandığı bu şekilde tespit edildikten sonra, diğer yöre halılarının
kaynağını araştırma çalışmalarına da desenlerinden başlamanın doğru
olacağına işaret edilmektedir.(1)
Benzer şekilde, Konya’nın 20 km kuzeyinde bulunan Ulumuhsine ve Keçimuhsine
isimli köylerin tarihlerinin Selçuklu zamanına dayandığı saptanan ve halı
ve cicimlerinin model ve motifleri ünlüdür. Köyün halkı Keçi ve Ulu
Muhsinelerin kardeş olduklarını, düşmandan kaçarken gelip buralardaki
mağaralara saklandıktan sonradan bu köyleri kurduklarına inanmaktadırlar.
Muhsinelerin Türkmen bacılar ve düşmanın da Moğollar olduğu düşünülmekte
(1), aynı kanaate halı uzmanı Belkıs Acar’ın da sahip olduğu adı geçen
kaynakta belirtilir.
Bacıların askeri faaliyetleri
Bu dönemle sınırlı olmak üzere Moğolların 1243’te Kayseri kuşatmasında
Dulkadir Oğullarının çok sayıda silahlı kadın askere sahip oldukları,
Bacıların fiilen savaştıkları kayıtlıdır. Bu Beylerden Alau’d-Devle’nin
Kırşehir’deki Ahi Evren Türbe ve Zaviyesini yaptırması bu dönemde Ahi ve
Bacılar teşkilatına verilen önemi gösterir.
Bacıların sosyal çalışmaları
Anadolu’ya süregelen göçmen akımlarında konukların barındırılması geleneği,
aynı Avrupa’daki manastır çevreleri gibi, tekke ve zaviyelerin yerleşik
düzene geçmede katkılar sağlamıştır. Bu çerçevede Velayet-name ve
Menakıb-name’de, misafirhanelerde ve mutfaklarda Bacı örgütüne katılmış Türkmen
kadınlarının gönüllü olarak çalıştıkları yazılıdır. Fatma bacının da
evlenmeden önce mutfakta çalıştığı ve ikinci eşinden kalan tüm varlığını bu
yolda harcadığı kaynaklarda belirtilir. Kirmani Ahiliğinde malını,
servetini cömertçe yoksul ve yolcu için harcamak kabul edilen temel
ilkelerdendir.
Bacı örgütünde tasavvuf
Bacıyan-ı Rum Ahiliğin kadınlar koludur ve belirli dini ve kültürel
çalışmalar yaparlar. Rus araştırmacı Gordlovsky XVI. yy başlarında
İstanbul’da “Ayşe Bacılılar” isimli ve tasavvuf çevresinde çalışan bir
diğer kadın örgütünü tespit etmiştir.
Mevcut bilgilere göre, Fatma ve Amine bacılar örgütte lider durumdadırlar.
Sünni inancından farklı olarak, Baciyanda kadınlar ve erkekler bir arada
zikir, sema ve sohbet meclislerinde birlikte bulunur. Bu yüzden o dönemde
Türkmen şeyhleri sürekli olarak bazı çevrelerce “Mübahi” her kötülüğü mübah
sayan veya “İbahiyeci”diye aşağılanırlar.
Kirmani Menakıb-name’de belirttiği gibi, Mubahi, Zerrak, Şahid-baz
deyimleriyle karşıtları tarafından eleştirilmekte ve bunların başında gelen
Mevlana, Kirmani’nin genç delikanlılarla sema’a durduğu fakat çok iffetli
olup, kötü bir şey yapmadığı söylendiğin-de “Keşke o kötülüğü yapsaydı da
bu adet sona erseydi. Bu yolda gidenlerin günahı Kirmani’nin boynuna “
demektedir.
Sa’du’d-Din-i Hammui de Halep’te düzenlenen ve kadınların da bulunduğu bir
sema meclisinde Kirmani ile birlikte katılmış ve sema sırasında Kirmani’nin
kadınlara baktığını görerek bir mektupla itiraz etmiştir. Kirmani “ Benim
na-mahreme baktığımı gördüğüne göre kendisi de bakıyormuş demek.
Dolayısıyla itirazda bulunması doğru değildir” şeklinde yanıtlar.
Kadınlarla birlikte meslek ve tasavvuf çalışmaları yapılan eleştirileri
nakleden Cendli Müeyyedü’d-Din’de Kimani’nin “Kadınlarla bir arada olduğum
aklımdan bile geçmiyor” dediğini kaydeder. Niğdeli Kadı Ahmet daha ağır
suçlama ile Taptukluların kadınlı erkekli tasavvufi sohbet meclislerinde
bulunmalarını “Kız ve karılarını başkalarına Pişkeş ediyorlar” söylentisini
yayarak, tüm kötülüklerin Taptuklar arasında hüküm sürdüğünü devrin ileri
gelenlerine duyurmuştur.
Kirmani kadınların eğitimine önem vermekte, her iki kızları gibi diğer
Türkmen kızları ve kadınlarına tasavvuf eğitim yaptırmış, el becerisine
dayalı meslek öğrenmelerine özel gayret sarf etmiştir. Aslında ona yönelen
saldırıların gerçek amacı onun bu anlayışına ve uygulamalarına yöneliktir.
Konya’daki bir Ahi zaviyesinde kadın müridlerin erkeklerle birlikte zikir
ve sema meclislerinde başlarını açtıkları için Hanbeli ileri geleni İbni
Tevmiye tarafından Kirmani müridleri “Mübahi” suçlamasıyla tenkid
edilmişlerdir.
Hacı Bektaş “Velayet-name” sinde Fatma bacının büyük bir “Mürşide” olduğunu
yalnız genç kızları değil erkekleri de “İrşad”etmekte olduğu anlatılır.
Aynı kaynağa göre, diğer kızı Amine bacı da “ çok alime, fazile ve
zahide”dir. Kocasından boşanan bacının Şam’a yerleştiği ve orada onsekiz
hanikahın şeyhliğini yaptığı ve tarikat dersleri verdiği bilinir.
Selçuklular döneminde iki kardeş teşkilat Ahiler ve Bacılar, çalışmalarını
ve dini tercihlerini zaman, zaman çok baskılar hatta katliamlar yaşadıkları
halde yerine getirmişler ve ilkelerine bağlı kalmışlardır.
Genel olarak İslam dünyasında Mescitlerin bu tarzda birlikte kullanılması
ve erkeklerin kadın cemaatlerinde sohbette bulunmaları caiz görülmemiş ve
her vesile ile karşıtlar ve bağnaz Sünni kesimler devlet adamlarından
önleyici olmalarını istemiş ve yukarıda görüldüğü gibi çeşitli söylentiler
sonucu ağır cezaların ve katliamların yaşandığı tarih boyunca
bilinmektedir.
Bacıyan-ı Rum konusunda bulunabilen diğer kaynaklardan B.Oğuz (2), S.
Eyüboğlu’nun 1944’de çevirdiği Euripides’in “Bakkhalar”ın önsözünde,
Bektaşi ayinlerinde Dionysos dininden bazı izler bulunması kuvvetle tahmin
edilebilir. Tregedyada adı geçen Tmolos dağı (Manisa’da Bozdağ)
eteklerindeki Agorada heykel ve abidelerin arasında bulunan çok eski mezar
taşlarının ilk Bektaşi kadınlara ait olduğu ve kadınların Agoraya tesadüfen
gömülmüş olmadıkları.
Bektaşiliğin Dionysos diniyle yakın akrabalığına işaret edebiliriz.”yazısına
dikkatleri çeker. Dionysos kültünde kadın topluluklarının iki yılda bir kez
büyük bayram kutlamaları yaparlar. Ancak konu dolayısıyla ve kadınlar
yönüyle ele alınan sadece Dionysos ayinleridir, Bakkhalar aynen Bektaşi
tarikatında olduğu gibi, erkek çoğunluklu bir tarikattır.(2)
Osmanlı kronikleri Devletin ortaya çıkışı sırasında Uclarda Türkmen
kadınlarının faaliyetlerinden, İbn Batuta ve Niğdeli Kadı Ahmet 1340’da
“El-Veledü’ş-Şefik adlı eserinde Niğde çevresindeki Taptuklu Türkmen kadınlarının
etkinliklerinden söz eder. Moğolların Kayseri’de Ahiyan-ı Rum ve Bacıyan-ı
Rum örgütlerinin mücadelelerini yaşayan tanığı, Malatyalı Gregory Ebu’l
Farac ( Bar Hebraeus) , Bacıların fiilen savaştıkları ve kuşatmadan sonra
genç kadın ve erkeklerin esir alınıp götürüldüğünü yazar.
Mevlevi yazar Ahmet Eflaki eserinde, Şems-i Tebrizi’nin uyarı ve eleştirisi
üzerine bacılara katılmış olan Mevlana’nın kızı Melike hatunun babası
tarafından topluluktan ayırtılarak engellendiğini kaydeder. Bu vesile ile
de Ahilerle Mevleviler arasındaki derin husumet gösterilir.
Türkmenlerin Müslümanlığı, eski Türklerin eylemlerinin yaşama dönük düşünce
ve gelenekleriyle, bağnaz Şiiliğin dıştan tasavvuf rengine boyanmış basit
ve popüler bir şeklinin ve bazı yerel kalıntılarla kaynaşmış bir
sentezidir. “Mehdi bekleme” eğilimleri güçlü olan bu Türkmen aşiretleri,
merkezi idareye karşı koyabilecek tek kuvvet olduklarından, bunlar arasında
dini-siyasi propagandalar hiç eksik olmamıştır. Şeriata aykırı giyimleri,
adetleri ve coşkulu yaşayışlarıyla tamamen eski Türk Şamanlarını hatırlatan
bu Baba lakaplı Türkmen şeyhleri, köylülerin ve göçebelerin manevi
yaşamlarının düzenleyicisi ve hakimi olmuşlardır. Türk Sufisi sadece tespih
çekmeyip aynı zamanda mesleki becerisi kadar iyi kılıç sallayan, sınır
bekleyen, at koşturan, kaleler fetheden insanlardır.
O, zengin bir sentezin ürünüdür ve bunda Hint, özellikle Budha etkisi
belirgindir.
İki düşünce sisteminde de benzer şekilde, kişinin mutluluğa ulaşması için
tüm davranışlarında ve tinsel yaşamında özveri gereklidir. Ereği bireyin
değil, bütün insanların mutluluğudur. Ayrıca Hint düşüncesinin başlıca
özelliği sayılan “yoklukta varlığa kavuşma görüşü “ tasavvufta aynen kabul
edilmişti.
Kirmani’nin bulunduğu Melami’ye kardeşlik kuruluşunda, kişi sadece kendi ‘ego’suyla
meşguldur. Diğer bir deyimle “kendini düzeltmeye“ uğraşır. O kardeşlerine
sevgi duyacak, Hamdun’nun dediği gibi,”mümin, kardeşleri için gece bir mum,
gündüzleri bir değnek (baston) olmalıdır.”
Not: Bacıyan-ı Rum ve kardeş kuruluşu Ahilik birer meslek ve dayanışma
örgütüdürler. Temelde Ahilik bir erkek teşkilatıdır ve kurucuları olan
Kirmani’nin Melami, Ahi Evren’nin de Bektaşi olmaları konunun başka bir
yönüdür. Bu nedenle metinde tasavvuf, felsefe ve siyasi alanlara sadece
bağlantıları dolayısıyla kısaca değinilmiştir. Eğer Ahilik örgütü tüm
çevresiyle, tarihi ve kültürel, siyasi ve sosyal olaylar ve felsefesiyle
incelenecekse bu ayrı bir çalışmanın konusu olmalıdır.
Murat Şahin Haziran 2008
KAYNAKÇA
1.Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum.
Doç.Dr. Mikail Bayram, Sakarya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih
Bölümü. Konya 1994.
2. Türk Halk Düşüncesi ve Haraketlerinin İdeolojik kökenleri. II.
Burhan Oğuz. Simurg yayınları, İstanbul 1997.
3. Sunu; İnci Tezcan
* Not. Bektaşi başlığı “Elifi Tac ile Hüseyni Tac”dır. (2)
Ahi ( akı ) ve Bacı kelimeleri Türkçe,
Ahi ( ehu , ihvan – çoğulu ) Abdal, Gazi kelimeleri Arapça olup Farsça
çoğul eki ile çoğul yapılmışlardır.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.