KAPİTALİZMİN
İSLAMLA DANSI
"Mala mülke olma mağrur,
deme var mı ben gibi!
Bir muhalif yel eser, savurur tümünü harman gibi!.."
Bir muhalif yel eser, savurur tümünü harman gibi!.."
- Şeyh Edebali -
Kapital
( Latince): Ana para.
Sermaye
( Farsça ): Ser; baş demektir. Maye ise maya (ilk maya, baş maya gibi) demektir.
Anamal;
( Türkçe): İlk somut temel varlık.
İktisatçılar
ekonomik düzenin yürüyebilmesi için üç temel öğeyi önkoşul olarak kabul
ederler.
A. Para
B. Toprak
C. Emek
Paranın
getirisine FAİZ denir.
Toprağın
getirisine KİRA denir.
Emeğin
getirisine de ÜCRET denir.
O
nedenle en başta parayı en önemli üretim aracı olarak görenleri KAPİTALİSTLER,
toprağı en önemli görenleri FİZYOĞRATLAR ve emeği en önemli üretim unsursu
görenleri de SOSYALİSTLER olarak sınıflandırmışlar.
Her
ne kadar sonradan farklı yeni unsurları önemli sayanlar çıkmış olsalar da
örneğin ticareti önemli bir unsur olarak gören MERKANTİNİSTLER “ Rızkın onda dokuzu ticarettendir. Hadis ” diyen
Hz. Muhammed’i de ekonomik görüş tasnifinde bu gruba katabiliriz.
Günümüz
İslam dünyası FAİZ kavramını da hokus-pokus bir yöntemle kitabına uydurarak (!)
KÂR PAYI gibi ekonomik literatürde farklı kullanılan yada faizin bir başka
adı olan terminolojiyi de
geliştirmiştir.
Kapitalizm:
feodalizmden sonra sanayi devrimi ile
ortaya çıkan bir toplumsal-ekonomik yapı ve üretim
biçimidir.
“KAPİTALİZMİN PANZEHİRİ
Kur’an’da
nuzul ( iniş ) sırasına göre 16. ve 17. sırada yer alan iki sure var ki ele
aldığı konu itibariyle ilkini “kapitalizmin”,
ikincisini de “abdestli
kapitalizmin” panzehiri olarak görüyorum.
Bunlar “Tekâsür” ve “Mâun” sureleridir.
Gayet kısa olan bu surelerin iniş sırasında peş peşe yerleştirilmesi de ilginçtir.
Bu surelerin ilki (Tekâsür) insandaki ruh köküne inerek kapitalizmin “aslını”, ikincisi de (Mâun), onu abdest ve namazla (salat ile) meşrulaştırmaya çalışan “faslını” deşifre eder.
Her ikisini birden zirru zeber eder.
Bakınız nasıl?
***
“Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır (tekâsür) oyalanıp duruyorsunuz.
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…
Fakat hayır! Yakında bileceksiniz.
Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.
Evet, daha derinden bakabilseydiniz
Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz.
Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz.
O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız…” (Tekâsür; 1-8)
Bunlar “Tekâsür” ve “Mâun” sureleridir.
Gayet kısa olan bu surelerin iniş sırasında peş peşe yerleştirilmesi de ilginçtir.
Bu surelerin ilki (Tekâsür) insandaki ruh köküne inerek kapitalizmin “aslını”, ikincisi de (Mâun), onu abdest ve namazla (salat ile) meşrulaştırmaya çalışan “faslını” deşifre eder.
Her ikisini birden zirru zeber eder.
Bakınız nasıl?
***
“Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır (tekâsür) oyalanıp duruyorsunuz.
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…
Fakat hayır! Yakında bileceksiniz.
Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.
Evet, daha derinden bakabilseydiniz
Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz.
Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz.
O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız…” (Tekâsür; 1-8)
TEKÂSÜR: Sözlükte [KSR] kökü mastar olarak “çok olmak, çoğalmak” demektir. Malı çok olmak, zengin olmak, maddî durumu iyi olmak (iksâr), çoğaltmak, teksir etmek, çokça yapmak, çoklaştırmak (teksîr), çoğalmak, artmak, üremek, türemek (tekâsür), çok olmasını istemek (istiksâr), daha çok, en çok (ekser), çoğunluk, galibiyet (ekseriye), çok (kesr, kesîr), çokluk, fazlalık, bolluk (kesret), çok konuşan, geveze (miksâr) kelimeleri bu köktendir…
Surenin ismi de olan tekâsür burada makam, mal ve servet çokluğu ile övünmek demektir. Araplar, kişilerin veya kabilelerin karşılıklı zenginlik ve servet yarışını ifade için “tekâsüra’l-qavmu tekâsüran” derlerdi; tabir buradan gelmektedir (Razi).
Türkçede ki zengin kelimesi Farsça kıymetli, süslü, pahalı, değerli taş demek olan seng’den (*) geliyor.
Bu
anlamda zengin (sengin *) kıymetli, pahalı eşyaları olan, malı çok olan
demektir. Tefâul babından gelen tekâsür kelimesi de bu anlamda bir şeyi
karşılıklı yapmayı ifade ettiği için “zenginlik yarışına girmek” dediğimiz
manayı çağrıştırır. Keza “şöhret yarışı, tüketim çılgınlığı, mal mülk hırsı”
deyimleri de bu cümledendir.
Öte yandan tekâsür kavramı çağımızda “kapitalist yarış” denilen şeye tekabül etmektedir. Çünkü kapital eldeki anaparayı (sermaye) çoğaltma, artırma, biriktirme demektir. Kapitalizm de, sermayeye dayanan, onu çoğaltmayı (kâr) yegâne gaye bilen, sermayedarların üretim araçlarının sahibi olduğu, alım satımın sırf zenginleşme ve kâr maksadıyla yapıldığı, biriktirme ve çoğaltma dışında hiçbir değerin geçer akçe olmadığı, bu iktisat görüşünün toplumsal değer haline geldiği düzen demektir…
Surede geçen ayetlere tek, tek bakalım.
Öte yandan tekâsür kavramı çağımızda “kapitalist yarış” denilen şeye tekabül etmektedir. Çünkü kapital eldeki anaparayı (sermaye) çoğaltma, artırma, biriktirme demektir. Kapitalizm de, sermayeye dayanan, onu çoğaltmayı (kâr) yegâne gaye bilen, sermayedarların üretim araçlarının sahibi olduğu, alım satımın sırf zenginleşme ve kâr maksadıyla yapıldığı, biriktirme ve çoğaltma dışında hiçbir değerin geçer akçe olmadığı, bu iktisat görüşünün toplumsal değer haline geldiği düzen demektir…
Surede geçen ayetlere tek, tek bakalım.
“Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır (tekâsür) oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…”
Yani: Çokluk, zenginlik, mal, mülk, şan şöhret yarışına girmişsiniz; oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girene kadar bunların çılgınca peşinden koşturuyorsunuz. Hatta öyle ki mezarlarınızın çokluğu ile bile yarışa giriyorsunuz. Diyelim ki siz zengin ve karşı konulmaz bir gücün, şanın, şöhretin sahibisiniz.
Ne
faydası var bunun?
Bir
gönül’e girmedikçe, bir yoksulu doyurmadıkça, bir öksüzün başını okşamadıkça,
vermedikçe, paylaşmadıkça ne faydası var bunun? Ölünce yanınızda mı
götürecekseniz?
Malınız,
mülkünüz mezara sığacak mı?
Şanınızı,
şöhretinizi mezarınızın başına büyük harflerle yazsanız ne olur?
Mülkün
gerçek sahibinin Hayyu Kayyum olan Allah olduğunu (lehu’l-mulk) görmüyor
musunuz?
Bu
doymak bilmez ihtiras neden?
“Fakat hayır! Yakında bileceksiniz. Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.”
Yani: Eşyanın gerisindeki manayı görebilseydiniz, görünene (meta’ya) takılıp her şeyi bundan ibaret sanmasaydınız ezeli ve ebedi gerçekliğin ne olduğunu görürdünüz. Her şey toz toprak olup gittikten sonra da yaşayanın ve yaşayacak olanın kim olduğunu anlardınız…
“Evet, daha derinden bakabilseydiniz. Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz…”
Bu ayeti iki şekilde yorumlamak mümkündür:
1- Uhrevi açıdan; “Bu bencilliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, sizi cehenneme yuvarlamakta olduğunu görürdünüz.”
2- Dünyevi açıdan; “Bu benciliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, hayatı çekilmez hale getiren bir ihtiras yarışına, çalma, çırpma, alıp satma dışında hiçbir insani değerin kalmadığı vahşi bir pazara dönüştürdüğünü, kendi ellerinizle yarattığınız bir ateş çemberinin/kaosun/krizin içine doğru yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz…”
“O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız”
Yani: Her nimetten, her emanetten sorguya çekilecekseniz; zenginlikten, maldan, mülkten, şandan, şöhretten, makamdan, mevkiden, yediğinizden içtiğinizden, oturduğunuzdan kalktığınızdan, hepsinden tek, tek hesaba çekileceksiniz. Bunların hesabını vermeden ölmeyeceksiniz, diyelim ki öldünüz, tekrar diriltilip mutlaka hesabını verecekseniz!
“Fakat hayır! Yakında bileceksiniz. Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.”
Yani: Eşyanın gerisindeki manayı görebilseydiniz, görünene (meta’ya) takılıp her şeyi bundan ibaret sanmasaydınız ezeli ve ebedi gerçekliğin ne olduğunu görürdünüz. Her şey toz toprak olup gittikten sonra da yaşayanın ve yaşayacak olanın kim olduğunu anlardınız…
“Evet, daha derinden bakabilseydiniz. Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz…”
Bu ayeti iki şekilde yorumlamak mümkündür:
1- Uhrevi açıdan; “Bu bencilliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, sizi cehenneme yuvarlamakta olduğunu görürdünüz.”
2- Dünyevi açıdan; “Bu benciliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, hayatı çekilmez hale getiren bir ihtiras yarışına, çalma, çırpma, alıp satma dışında hiçbir insani değerin kalmadığı vahşi bir pazara dönüştürdüğünü, kendi ellerinizle yarattığınız bir ateş çemberinin/kaosun/krizin içine doğru yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz…”
“O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız”
Yani: Her nimetten, her emanetten sorguya çekilecekseniz; zenginlikten, maldan, mülkten, şandan, şöhretten, makamdan, mevkiden, yediğinizden içtiğinizden, oturduğunuzdan kalktığınızdan, hepsinden tek, tek hesaba çekileceksiniz. Bunların hesabını vermeden ölmeyeceksiniz, diyelim ki öldünüz, tekrar diriltilip mutlaka hesabını verecekseniz!
Hiç
kimse bunların hesabını vermeden mezara girip kendini unutturamayacak. Cennete
de giremeyecek!
Ey “Bu benim, sendeki de benim!” diyenler!
Ey “Bu benim, sendeki de benim!” diyenler!
Ellerindekini
paylaşmayan, yığdıkça yığan, biriktirdikçe şımaranlar iyi dinleyin! Kavmin
zenginlikten şımarmış ileri gelenleri kulak verin! Hiç birisi sizin değil! Mülk
Allah’ındır (Lehu’l-mülk). Varlık
O’nundur. Kiracısınız siz, ev sahibi değil. Yolcusunuz siz, hancı değil!
***
Görüldüğü gibi ayetler bir ekonomi-politik eleştiriden ziyade psiko-metafizik eleştiri yapıyor. Ekonomi-politik bir sistemin insan ruhundaki köklerine iniyor. Çünkü insan ruhunda kökleri olmadan hiçbir sistem ayakta duramaz.
Mekkî
ayetlerin ( Mekke’de inen ayetler ) genel özelliği zaten budur. Medine’ye
gelince ise sistem vaazı ve kurallar başlar. Ama işin önce insan ruhundaki
köklerine inmek ve orayı kurutmak gerektiğinden buradan başlıyor.
Zaten
bir dinden beklenen de esasında bu değil mi?
Kapitalizm’in kurucu babalarından Adam Smith 1776’da yazdığı “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabında Kapitalizmin insan ruhundaki köklerinin bencillik ve aç gözlülük olduğunu söyler. Ve bunun her ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açısından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde aç gözlüce koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bolluk olacağını söyler.
Madem Kapitalizmin insan ruhundaki kökleri budur, o halde, işe ilk önce buradan başlanmalıdır. Bunun için kapitalizmin panzehiri, Tekâsür suresinde yapıldığı gibi önce psikolojik-metafizik eleştiridir. Bunu es geçen, dahası bu konuda birikimi, donanımı ve dili bulunmayan Marksizm son derece yetersiz ve güdük kalmıştır. Marx’ın ekonomi-politik analiz ve eleştirisi ise yeniden üretilmek kaydıyla iyi bir başlangıçtır.
***
Mâun suresinin ise hemen sonra geldiğini görüyoruz. Bu sure de kapitalizmi dinle meşrulaştırmaya çalışan namazlı-niyazlı, abdestli kapitalizmin panzehiri…
“Dini yalanlayanı gördün mü?
Öksüzü hor görür,
Yoksulu doyurmaya teşvik etmez.
O namaz kılanların vay haline!
Onların kıldığı namaz boştur (sâhun),
Gösteriş yapıyorlar.
En küçük yardıma (mâun) bile mani oluyorlar.” (Mâun; 1-7)
MÂUN: Sözlükte [AVN] kökü mastar olarak “yardım etmek, orta yaşlı olmak” demektir. Orta yaşlı olmak (avân), yardım etmek (iâne), yardımcı (muâvin), yardımlaşmak, el birliği etmek (teâvün), yardım istemek (istiâne), yardım, destek, medet (avn), ikramiye, burs, destek (iâne), kooperatif (teâvuniyye), yardımsever, insanlara yardım eden (mi’vân), küçük yardım (maûne) kelimeleri bu köktendir.
Şu halde mâun en tabiî ihtiyaç maddeleri anlamında küçük yardımlar demektir. Yani âlet, edevat, kap kaçak, ekmek, tuz vb. bir insanın diğer insana vermekte hiç bir beis görmemesi gereken yardımlar manasında. Anlam olarak “Komşu komşunun külüne muhtaç” dediğimiz manayı çağrıştırır.
Dikkat edilirse Kur’an “almayı” değil sürekli olarak “vermeyi” teşvik ediyor. Yani insanlara “İhtiyaçlarınız için yardım isteyin” demiyor, “İhtiyacı olanlara yardım edin” diyor. İstemek söz konusu olunca Fatiha’da geçtiği gibi “Ancak senden yardım isteriz” (iyyake nesta’in) dedirtiyor ve Allah’tan başkasından istemeyi çok görüyor. Ama vermek söz konusu olunca zekât, sadaka vs. hepsini ısrarla öğütlüyor, teşvik ediyor.
“Veren el alan elden üstündür” deyişinde geçtiği gibi alan değil sürekli veren el olmak… İsterken Allah’a, verirken insanlara yönelen bir kişilik… Kendini muhtaç durumda olmaktan çıkararak kendi ayakları üzerinde duran, insanlara yük olmayan, bilakis yükü üstlenen, omuzlayan, paylaşan, bölüşen, özgür, bağımsız, onurlu kişilikler.
Kapitalizm’de yardım (mâun) düşmanlığı vardır. En azından kapitalizm tutarlı olmak istiyorsa böyle olmak durumundadır.
Bunu
en iyi liberal kapitalizmin bir diğer kurucu babası Herbert
Spencer “Devlete Karşı İnsan” adlı
kitabında şöyle ifade eder;
“En uygun olanın hayatta kalması sürecine “müdahale” hem boşuna hem de zararlıdır. Tabiî ayıklanmaya müdahale toplumun bütün olarak standartlarının düşmesine sebep olur. Bu açıdan insanın acılarına engel olunmamalıdır. Çünkü acıların çoğu tedavi edicidir; acıyı önlemek aslında şifayı önlemektir. Devletin acıları önleme, yoksullara yardım etme gibi faaliyetleri, günden güne halkta devletin kendilerine nasıl olsa bakacağı düşüncesini doğurur. Böylece girişim ve teşebbüs ruhunu kaybederler… Toplumda kötülük, kurumların şartlara uyum sağlamamasının sonucudur. Bitkilerin verimsiz toprakta çelimsizleşmesi veya soğuk iklimlere taşındığında hepten kuruması, ilke olarak, bir adamın çevreye uyum sağlayamamasından farksızdır. Yaşlanmış ve zayıf düşmüş bir hayvan, haklı olarak avcı hayvanlar tarafından öldürülür. Aslında bu tür bir ölüm üç bakımdan iyidir.
1-
Yaşlı hayvan yavaş ve acı veren bir ölüme terk edilmekten kurtulmuş olur.
2-
Arkadan gelen daha genç kuşak hayvanların önü açılmış olur.
3-
Avcı hayvanlar yaşlı ve sakat hayvanları öldürmekten mutluluk duyarlar.
Şu
halde insanlar da tabiattaki bu evrim kanununa tabidirler. Evrim yoluyla
ayıklanma iyinin ortaya çıkması için sert, acımasız ve fakat hayırlı bir
süreçtir…”
Demek ki yardım (mâun) boşuna bir çabaymış. Tam da bu nedenle, bize, boyuna mâun bilinci aşılamak isteyen bu ve benzeri sureler ister vahşisi, ister evcili olsun Kapitalizmin panzehiridirler ve onunla asla uzlaşamazlar. Tabi buradaki mâun’u “dilenciye atılan üç beş kuruş” veya “yoksulu zenginin insafına bırakma” olarak anlamamak gerekir. Aslında burada yaptırım ifade eden bir sistem vaazı vardır. “Sosyal adalet” politikaları tamamen buradan çıkar…
Devam edelim.
“Dini yalanlayanı gördün mü?
Yani: Allah’ın dinini; hükmünü, adaletini, cezasını, mükafatını, yargısını. Bütün bunları ifade eden yola girmeyi, (O’na itaat etmeyi, tabi olmayı) reddedeni, inkâr edeni, buna karşı çıkanı görüyor musun, işte o var ya o?
“Öksüzü hor görür, yoksulu doyurmaya teşvik etmez.”
Yani: Böylesi tiplerin karakteri şudur; öksüzü hor görür, yoksulun halinden hiç anlamaz, fakir fukara, garip gureba umurunda bile değildir. Kendi bencil çıkarlarından başka dünya yansa dönüp bakmaz. Varsa yoksa kendisi, malı, mülkü… Bugünkü tabirle vicdansız, merhametsiz, zenginlik hırsından gözü dönmüş, parası olmayana dönüp bakmayan, üstelik küstah; dini, imanı, Allah’ı “fakirin ekmeği, züğürt tesellisi” olarak gören ve fakat Allah, kitap, din nutukları atmaktan da geri durmayan…
Tanrısı Mamon üzerine “Tanrı’ya inanırız” diye yazan; gerçekte ise ona (mamon/para/dolar) tapan. Bu tapınmasını meşrulaştırmak için de, mülkiyetine geçirmek istediği mallara “Tanrı malı” mührü vuran Sümer rahipleri gibi; taptığı şeyin üzerine “Tanrıya inanırız” diye yazan.
Fakat
gerçekte “Mülkün
Tanrı’ya ait olduğuna” asla inanmayan, Literatüründe böyle bir
şey de bulunmayan “Mülk
İnka’nındır” diye haykıran Kızılderili irfanından fersah,
fersah uzaktır. Bunun için de sınırsız özel mülkiyette hiçbir ahlaksızlık ve
hırsızlık görmeyen; dahası sırf bunu korumak için de inancı kahpece
kullanmaktan çekinmeyen Allahsız Kapitalizm!!
İşte bunlar, aslında dini yalanlayanlar, Allah’ı inkar edenler, dinin direğini yıkanlardır.
Bunlar, paralarının üzerine “Tanrı’ya inanırız” diye yazarak, kiliseye giderek, pazar ayinlerine katılarak, papazın önünde günah çıkartarak. Kabe’nin örtüsünü değiştirerek, hacılara su vererek, namaz kılarak, oruç tutarak, hacca giderek, gül yağı kokuları sürünerek, sarık sarıp cübbe giyerek Allah’a inanmış olmazlar. Bilakis yerde ve gökte mülkiyetin Allah’a ait olduğunu teslim etmeleri, çoğaltma ve yığma (tekâsür) yarışına girmemeleri, ellerindekini paylaşarak, bölüşerek, öksüzü ve yoksulu gözeterek, mustazafların (ezilenlerin) safına geçerek yani kum tepelerinden inip kumlara karışarak tasdiklerini ispat etmeleri gerekir… Aksi halde hangi dinden olursa olsun “mâun kaçkını” ve “kerem yoksunu” oldukları için alınlarına “şerefsiz” yazılır; zillet ve meskenet damgası yerler. Yukarıda sayılan “salât”lar (Tanrı’ya yönelme ve desteğini istemeler) onları kurtaramaz.
İslam’da salât (namaz) ve diğer ritüeller birer nusukturlar.
İşte bunlar, aslında dini yalanlayanlar, Allah’ı inkar edenler, dinin direğini yıkanlardır.
Bunlar, paralarının üzerine “Tanrı’ya inanırız” diye yazarak, kiliseye giderek, pazar ayinlerine katılarak, papazın önünde günah çıkartarak. Kabe’nin örtüsünü değiştirerek, hacılara su vererek, namaz kılarak, oruç tutarak, hacca giderek, gül yağı kokuları sürünerek, sarık sarıp cübbe giyerek Allah’a inanmış olmazlar. Bilakis yerde ve gökte mülkiyetin Allah’a ait olduğunu teslim etmeleri, çoğaltma ve yığma (tekâsür) yarışına girmemeleri, ellerindekini paylaşarak, bölüşerek, öksüzü ve yoksulu gözeterek, mustazafların (ezilenlerin) safına geçerek yani kum tepelerinden inip kumlara karışarak tasdiklerini ispat etmeleri gerekir… Aksi halde hangi dinden olursa olsun “mâun kaçkını” ve “kerem yoksunu” oldukları için alınlarına “şerefsiz” yazılır; zillet ve meskenet damgası yerler. Yukarıda sayılan “salât”lar (Tanrı’ya yönelme ve desteğini istemeler) onları kurtaramaz.
İslam’da salât (namaz) ve diğer ritüeller birer nusukturlar.
Nusuk;
Arapçada gübrelemek anlamına gelir. Şu halde bir Müslüman için örneğin namaz
gübre, hayat tarla, adalet, doğruluk, dürüstlük, paylaşım, kardeşlik de ondan
hasıl olan ürün gibidir. Ürün yoksa tek başına gübrenin bir anlamı olmaz.
Ürünsüz gübre elinde kalır, tek başına tapınma demek olur. İslam’da namaz,
oruç, hac gibi nusukların dürüstlük, kardeşlik, eşitlik, paylaşım gibi
toplumsal değerlerle çok sıkı bir irtibatı ve ilişkisi vardır. Hayattan
bağımsız aşkın bir tapınak ritüeli değildirler. Örneğin hac ritüellerinden
ihram, tavaf vs. tam bir insanî eşitlik ve kardeşlik mesajı verir.
“O namaz kılanların vay haline!”
Vay hallerine çünkü bu sözün söylendiği Mekke’de öksüze hor bakmak ve yoksula bigâne kalmak suretiyle dini (Allah’ı) inkar edenler, aynı zamanda “Tanrı’ya inanırız” demekte ve namaz kılmaktaydılar.
“O namaz kılanların vay haline!”
Vay hallerine çünkü bu sözün söylendiği Mekke’de öksüze hor bakmak ve yoksula bigâne kalmak suretiyle dini (Allah’ı) inkar edenler, aynı zamanda “Tanrı’ya inanırız” demekte ve namaz kılmaktaydılar.
“
Çünkü namaz Mekkelilerin bildiği bir şeydi “ (Ebu Muslim).
Ebu Cehil de, Ebuzer-i Ğifari de cahiliye döneminde namaz kılmaktaydılar.
Ebu Cehil de, Ebuzer-i Ğifari de cahiliye döneminde namaz kılmaktaydılar.
Peygamberin
çağrısı neydi ki birini can düşmanı; diğerini can dostu yaptı?
Sadece namaz değil; hac, oruç, abdest, gusl, cenaze namazı, cuma toplantısı (yevmu’l-arube) kırkta bir zekat, kısas, el kesme, sopa vurma, bir Allah’a inanma, Adem’i, Nuh’u, Hud’u, İbrahim’i, İsmail’i, Hacer’i saygıyla anma, örtünme, sakal, cübbe, sarık vs. bugün İslam’da ne kadar ritüel (nusuk), ahkam, şekil, şemal ve itikat varsa hepsine sahipti cahiliye Arapları. (bkz. H. Mehmet Soysaldı; Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997 ).
Bir tek şeye yanaşmıyorlardı: Mülkiyetin Allah’a (en-Nâs’a) ait olduğu… Bunun için de ellerindeki mülkü (iktidar ve mal) kaybedeceklerini, ayrıcalıklı konumlarının sona ereceğini çok açık gördüler.
Sadece namaz değil; hac, oruç, abdest, gusl, cenaze namazı, cuma toplantısı (yevmu’l-arube) kırkta bir zekat, kısas, el kesme, sopa vurma, bir Allah’a inanma, Adem’i, Nuh’u, Hud’u, İbrahim’i, İsmail’i, Hacer’i saygıyla anma, örtünme, sakal, cübbe, sarık vs. bugün İslam’da ne kadar ritüel (nusuk), ahkam, şekil, şemal ve itikat varsa hepsine sahipti cahiliye Arapları. (bkz. H. Mehmet Soysaldı; Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997 ).
Bir tek şeye yanaşmıyorlardı: Mülkiyetin Allah’a (en-Nâs’a) ait olduğu… Bunun için de ellerindeki mülkü (iktidar ve mal) kaybedeceklerini, ayrıcalıklı konumlarının sona ereceğini çok açık gördüler.
Köle
Bilal ile eşit hale gelme fikri müşrikleri dehşete düşürdü.
İşte
yanaşmadıkları buydu.
Çünkü şirk gökteki tanrıların çokluğu değil; yerdeki kabile totemlerinin (putların) çokluğu demekti. Her kabilenin (Hint dininde, geleneğinde kast sistemi – önceki yazılarım arasında vardır) bir totemi vardı ve bu toplumu kabile ve kastlara ayırmayı (sınıflaşmayı) ifade ediyordu.
Çünkü şirk gökteki tanrıların çokluğu değil; yerdeki kabile totemlerinin (putların) çokluğu demekti. Her kabilenin (Hint dininde, geleneğinde kast sistemi – önceki yazılarım arasında vardır) bir totemi vardı ve bu toplumu kabile ve kastlara ayırmayı (sınıflaşmayı) ifade ediyordu.
Tevhid
ise bu sınıflaşmayı ortadan kaldırıp toplumu bir, bütün, doğal ve eşit hale
getirmeyi ifade ediyordu. Bunun için Mekke sokaklarında “Mülk Allah’ındır” (Lehu’l-mülk)
, “Allah’tan başka tanrı
yoktur” (La ilahe illallah) ve “En büyük Allah” (Allahuekber) sesleri
duyulmaya başlayınca kabile şefleri telaşa kapıldılar. Totemlerin gölgesinde
yığdıkları mülkün halka dağıtılacağını, kölelerle eşit hale gelecekleri
anladılar ve “Yürüyün,
tanrılarınıza (onların gölgesinde yığdığınız servetlerinize) bağlılıkta direnin, sizden istenen
şüphesiz budur.” (Sad; 6) diye feryat etiller.
Demek ki Mekke Allah’a inandığını söyleyip, namaz kılıp oruç tutan “müşrik dindarların” egemenliği altındaydı. Çünkü dindar olunmadan müşrik olunmaz. Bankerlik/bankacılık yapan bu “tefeci bezirgan” müşrikler, öksüzü hor görmekte, yoksulu aşağılamaktaydılar. “Vay o namaz kılanların haline!” haykırışı işte bunun için yüzlerine tokat gibi çarptı. Sahte dindarlık gösterileri deşifre oldu.
Bunlar, “Dedem hocaydı, bende inançlı biriyim. Camiler ardına kadar açık, ezanlar okunuyor, haccınıza engel olan mı var? ” vs. diyerek yönetim kurullarında yer aldıkları bankaların içini boşaltan, faize tapan, iktidarı yücelten, öte yandan dini mülk paylaşımı değil; ritüel (nusuk) icrası ve kişisel bir inanç meselesi olarak görenlere ne kadar de benziyor.
Demek ki Mekke Allah’a inandığını söyleyip, namaz kılıp oruç tutan “müşrik dindarların” egemenliği altındaydı. Çünkü dindar olunmadan müşrik olunmaz. Bankerlik/bankacılık yapan bu “tefeci bezirgan” müşrikler, öksüzü hor görmekte, yoksulu aşağılamaktaydılar. “Vay o namaz kılanların haline!” haykırışı işte bunun için yüzlerine tokat gibi çarptı. Sahte dindarlık gösterileri deşifre oldu.
Bunlar, “Dedem hocaydı, bende inançlı biriyim. Camiler ardına kadar açık, ezanlar okunuyor, haccınıza engel olan mı var? ” vs. diyerek yönetim kurullarında yer aldıkları bankaların içini boşaltan, faize tapan, iktidarı yücelten, öte yandan dini mülk paylaşımı değil; ritüel (nusuk) icrası ve kişisel bir inanç meselesi olarak görenlere ne kadar de benziyor.
Bunlar
da sömürdükleri “kredi
kartı kölesi Bilal” ve “asgari
ücret kölesi Ammar” ile en azından biçimsel anlamda bile eşit
hale gelme fikrinden dehşete kapılıyorlar.
“Onların kıldığı namaz boştur (sâhun). Gösteriş yapıyorlar. En küçük yardıma (mâun) bile yanaşmıyorlar.”
Bazıları da işin gösterişinde, oyunda ve oynaştadır. Kıldıkları namazda, yaptıkları duada hayır yoktur. Kürsülerden nutuk atmaya bayılırlar. Mükellef sofralarda tıka basa doyup “elhamdülillah” çektikten sonra “Mübarek sahabe efendilerimiz açlıktan karnına taş bağlardı” diye salya sümük ağlamaklı konuşurlar. Kandil gecelerinde, gülyağı kokuları arasında sahabe hayatı anlatırlar. “Sünnettir inşallah” diye tabağın kenarında hiçbir şey bırakmadan yedikçe yerler ama tabağın içindekini bölüşmeyi hiç düşünmezler. Her yemekten sonra “huri’l-ıyn” duaları ederler; ev üstüne ev, eş üstüne eş isterler ama onları yoksul bekârlarla evlendirmeyi, hele iş sahibi yapmayı akıllarından bile geçirmezler. Nedense her şeye kendilerini lâyık görürler. Kendileri dururken başkası akıllarından bile geçmez.
“Onların kıldığı namaz boştur (sâhun). Gösteriş yapıyorlar. En küçük yardıma (mâun) bile yanaşmıyorlar.”
Bazıları da işin gösterişinde, oyunda ve oynaştadır. Kıldıkları namazda, yaptıkları duada hayır yoktur. Kürsülerden nutuk atmaya bayılırlar. Mükellef sofralarda tıka basa doyup “elhamdülillah” çektikten sonra “Mübarek sahabe efendilerimiz açlıktan karnına taş bağlardı” diye salya sümük ağlamaklı konuşurlar. Kandil gecelerinde, gülyağı kokuları arasında sahabe hayatı anlatırlar. “Sünnettir inşallah” diye tabağın kenarında hiçbir şey bırakmadan yedikçe yerler ama tabağın içindekini bölüşmeyi hiç düşünmezler. Her yemekten sonra “huri’l-ıyn” duaları ederler; ev üstüne ev, eş üstüne eş isterler ama onları yoksul bekârlarla evlendirmeyi, hele iş sahibi yapmayı akıllarından bile geçirmezler. Nedense her şeye kendilerini lâyık görürler. Kendileri dururken başkası akıllarından bile geçmez.
Allah
güzel ve zengin nimetlerini nedense hep onlar üzerinde görmekten hoşlanır.
Bunlar hem namaz kılarlar, dindar görünürler, hem de bir kapitalistten daha
beter mal, mülk ve para düşkünüdürler. En küçük yardımları yapmakta bile
pintilikte üzerlerine yoktur. Barlarda, pavyonlarda para harcayamazlar ama saray
yavrusundan evlere milyarlar dökerler. Hırslarını maldan mülkten, gösterişten,
güçlü görünmekten çıkarırlar. Bir şeyi vermek kerpetenle etlerini koparmak gibi
gelir.
***
Kulak ver ve dinle ey yaşadığını hayat zanneden!
Komşun açken tok yatıyorsan, insanlar açlık sınırındayken villâ üstüne villâ alıyorsan, sokaklar dilenci, öksüz, yoksul, garip, çaresiz, kimsesiz doluyken bu villâlarda sabahlara dek yünlü seccadelerde namaz kılıyorsan vay haline! Mazlumun ahı arş-ı alaya yükselirken, yoksulun açlığı yeri delerken, öksüzün ağlaması göğü çatlatırken sadece kıldığın namaza güvenerek ruz-i mahşere gitmeyi düşünüyorsan vay haline!
Dıştan namazlı niyazlı içten zavallı bir dindarlık!
Dışı Müslüman içi kapitalist bir ehl-i namazlık!
Adı en küçük yardımı (mâun) bile çok görmek anlamına gelen bu sureyi dindarlık iddiasında olanlar gece gündüz okusa, sular seller gibi ezberlese yeridir. Çünkü alışılmış dindarın o iflâh olmaz “mülkte sinirleri alınmış” din anlayışının panzehiri işte bu suredir.
Devamlı, Allah’ın kendine özel olarak verdiğini sandığı zenginliğine “elhamdülillâh” çekip, burnunun ucundaki açı, yoksulu bir türlü göremeyen, yoksulluk, fakirlik, emek lâflarını duyunca “solculuk” yapıldığını zanneden, “Müslüman güçlü olacak, her şeyin en iyisini giyecek, en iyi yerlerde oturacak” deyip duran, “Ben Müslüman’ın zengin olanını severim.” diye de kafasına uygun hadis uyduran zihniyetin panzehiri işte bu ( benzeri daha pek çok) suredir.
***
Kulak ver ve dinle ey yaşadığını hayat zanneden!
Komşun açken tok yatıyorsan, insanlar açlık sınırındayken villâ üstüne villâ alıyorsan, sokaklar dilenci, öksüz, yoksul, garip, çaresiz, kimsesiz doluyken bu villâlarda sabahlara dek yünlü seccadelerde namaz kılıyorsan vay haline! Mazlumun ahı arş-ı alaya yükselirken, yoksulun açlığı yeri delerken, öksüzün ağlaması göğü çatlatırken sadece kıldığın namaza güvenerek ruz-i mahşere gitmeyi düşünüyorsan vay haline!
Dıştan namazlı niyazlı içten zavallı bir dindarlık!
Dışı Müslüman içi kapitalist bir ehl-i namazlık!
Adı en küçük yardımı (mâun) bile çok görmek anlamına gelen bu sureyi dindarlık iddiasında olanlar gece gündüz okusa, sular seller gibi ezberlese yeridir. Çünkü alışılmış dindarın o iflâh olmaz “mülkte sinirleri alınmış” din anlayışının panzehiri işte bu suredir.
Devamlı, Allah’ın kendine özel olarak verdiğini sandığı zenginliğine “elhamdülillâh” çekip, burnunun ucundaki açı, yoksulu bir türlü göremeyen, yoksulluk, fakirlik, emek lâflarını duyunca “solculuk” yapıldığını zanneden, “Müslüman güçlü olacak, her şeyin en iyisini giyecek, en iyi yerlerde oturacak” deyip duran, “Ben Müslüman’ın zengin olanını severim.” diye de kafasına uygun hadis uyduran zihniyetin panzehiri işte bu ( benzeri daha pek çok) suredir.
Dini
yalanlamak ile öksüze ve yoksula bigâne ehl-i namazlık aynı sure içinde bir
tutuluyor ve aynı azapla tehdit ediliyor! Varın gerisini siz düşünün.
Tekâsür ve Mâun sureleri.
Kapitalizmi ve abdestli kapitalizmi zirru zeber ediyor.
Maskelerini düşürüp deşifre ediyor.
Ne söylesem az kalıyor.”
Tekâsür ve Mâun sureleri.
Kapitalizmi ve abdestli kapitalizmi zirru zeber ediyor.
Maskelerini düşürüp deşifre ediyor.
Ne söylesem az kalıyor.”
(*) ZENGİN;
sözcüğünün kökeninin Farsça; Afrika’dan gelen anlamına geldiği, Perslerin
varsıl Antik Mısır uygarlığını gördüğünde buna karşılık kullanıldığını
dilbilimciler söylerler. Zenci; sözcüğü de
Zengi ( değişime uğrayarak zenci şeklini almıştır Afrikalı, dolayısıyla
kara derili anlamında kullanıldığı ) savını da dikkate almakta yarar görüyorum.
Kaynakça;
- Esat Orbay Altınçayır ( KAPİTALİZMİN PANZEHİRİ )
paylaşımından alıntıdır.
- Mehmet Soysaldı;
Kur’an ve Sünnet
Işığında İbadet Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 1997 ).
- Kur’an-ı Kerim;
mealleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.