ŞEYH BEDREDDİN VE BAŞKALDIRISI
"Beni kara toprakta değil, hakikati anlamış insanların yüreklerinde arayın!" Şeyh Bedreddin
Şeyh Bedreddin; İslam mistisizminin (tasavvuf) Vahdet-i Vücud okuluna mensup ünlü mutasavvıf, filozof ve kazaskerdir. Özellikle 15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Fetret Devri sırasında desteklediği Musa Çelebi'ye verdiği destek ve modern sosyalizm uygulamalarını çağrıştıran yönetim usulleriyle bilinmektedir.
“ Anadolu Selçuklu Sultanlığı bünyesinde dinler üstü bir uzlaşma yaratmayı başaran Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Veli ya da Endülüslü mutasavvıf İbn Arabi gibi güçlü şahsiyetler, açık ve hoşgörülü bir tasavvuf anlayışının kaynağını oluşturdular. Rum diyarının insanlarına, yani Anadolu ve Balkanlar´da ki Hıristiyanlara uyarlanan bu tasavvuf anlayışı, aile tarafından Mevlevilere, tasavvufi açıdan İbn Arabi´ye bağlanan ve olasılıkla Bektaşilerle kaynaşmış bir hareketin kurucusu olan Şeyh Bedreddin ve müridleri tarafından görkemli bir şekilde temsil edildi. Üstelik onlar politik bağlamda çok daha ileri giderek, Osmanlı dünyevi erkini silahlı isyan yoluyla devirmeyi denediler.” (1)
Arnavutluk, 16. Yüzyıl başı: “ Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında yaşayan ve dinsel tartışmalarda pek yetkin olmayan Arnavutlar, en iyi dinin hangisi olduğuna kendilerinin kesinlikle karar veremeyeceklerini ileri sürerler. Ancak gerçeği tümden reddetmediklerinden emin olmak için büyük bir ihtiyatla her iki dinin akidelerine uyar ve Cumaları camiye, Pazarları kiliseye giderler. Kendilerini savunmak için de Mahşer gününde gerçek peygamberin onları koruması altına alacağına güvendiklerini, ama bu dünyadaki gerçek peygamberin kim olduğunu saptamaya ehil olmadıklarını söylerler.” ( Lady Montagou ) (1)
Kapadokya, 19. yüzyıl sonu; “ Çok sayıda Müslüman ve Hıristiyan her gün Bektaşi tarikatının kurucusu Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbesini ziyarete geliyor, yerli Hıristiyanlar onu Aziz Haralambos’la özdeşleştiriyor. Bu inanç doğrultusunda türbeye girerken Hıristiyan ziyaretçiler haç çıkarıyor, Müslümanlarda bitişikteki camiye gidip ibadet ediyorlar. Her iki kesim aynı şekilde iyi karşılanıyor.” ( Viatl Cuinet ) (1)
Eski Yugoslavya, 2o. Yüzyıl ortası; “ Genç bir Hıristiyan köylü bir Müslüman’a takılıyor.
-
Ne haber
Türk?
Diye
bağırıyor. Adam kırmızı fesli başını kaldırıyor;
- Ne
istiyorsun salak? Ben de senin gibi Yugoslav’ım. Kapa çeneni! Türkler, Türkler,
başka bir şey bilmezsiniz! Sanki bizim devrimizde daha rahat yaşanmıyor muydu?
Bir belge olmadan özgürce gitmediğimiz yer mi vardı? Tuna’dan Arabistan’a,
Mısır’a, Afrika’ya kadar gidiyorduk! Sınırsız, pasaportsuz bir imparatorluktu
bu. Bugün artık karşına başka devlet çıkmadan iki saat bile yol alamıyorsun.
İşte Türkler kalmayınca böyle olur!”
(Anatol de Meibohm) (1)
Türkler ilk yayılma hareketlerinde, toprakları esas olarak Avrupa’da yer alan – Osmanlı idare diline göre “
Rumeli “; idari dil Osmanlı devletinin Avrupa kısmını, Asya kısmı olan
Anadolu’dan özenle ayırt etmiştir – bir egemenlik kurmakla kalmamış,
askerlerinin ve memurlarının bir bölümünü devşirme usulüyle Balkan halkları
arasında sağlamış, dönem, dönem devşirilen Hıristiyan çocukları bir kısmı
meşhur Yeniçeri Ocağına dönüştürülmüş, en yeteneklileri ise yüksek devlet
görevlerine getirilmişlerdir.
Başkenti 1453 yılında fethedilen İstanbul olan
Avrupa’daki bu Müslüman devlet kendini bazı bakımlardan Roma-Bizans
İmparatorluğunun meşru ardılı saymış ve genellikle sanıldığı gibi, İslam’ı
yaymak için her zaman kaba güce başvurmamıştır. Anadolu’dan Rumeli’ye zorunlu
göç ya da genç Balkan köylülerinin askere alınması kuşkusuz sultanların en
bilinen ve eleştirilen uygulamalarıdır. Ancak bu yöntemler Balkanlar’ın Trakya, Bulgaristan’ın Tuna kesimi,
Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Bosna gibi geniş bölgelerinde İslam’ın uzun
süreli başarısını açıklamaktan uzaktır.
Beş buçuk yüzyıl süren Osmanlı egemenliği boyunca
bazı Balkan halkları İslamlaşmışsa, bu duruma yol açan, demografi açısından
kayda değer olmayan devşirme usulü ya da Asyalı Müslümanların sınırları çok
belirgin olan iskanı değildir. İslamlaştırma çoğu zaman Osmanlı fetihlerine
eşlik, hatta kimi zaman öncülük eden dervişlerin; beylerin ve Türk boylarının
din adamları olan gezici vaizlerin; coşkulu sufilerin; karizmatik pirlerin ve mürşitlerin
esnek ve etkili propagandası sonucunda oluşmuştur.
Dervişlerin dayatmadan çok ikna yoluyla, doktirinde
gözü pek özetlemelere giderek ve ibadette etkin bir bağdaştırmacılıkla (
syncretisme) Balkan halklarını etkilemişlerdir. Bu halklar kendilerine kalıcı
bir iç barış ve dinsel uzlaşma sağlayabileceklerini ileri süren Türklerle
anlaşmaya hazırdı. Çünkü onlar Balkanlara gelmeden önce yerli halk bu konuda
büyük sıkıntılar içindeydiler.
Dervişlerin açık ve hoşgörülü ideolojisi, Anadolu’da
Konya Selçuklu Sultanlığı bünyesinde bir İslam-Hıristiyan uzlaşması yaratmayı
başaran güçlü bilgeler tarafında 13. yüzyıldan itibaren yayıldı. Mevlevi
tarikatının kurucusu Mevlana Celaleddin-i Rumi, Bektaşi hareketinin piri Hacı
Bektaş-ı Veli ya da Anadolu’da bulunduğu dönemde Türk tasavvuf hareketinin
yönelişine büyük ölçüde damgasını vuran Endülüslü mutasavvıf İbni Arabi bu
bilgeler arasındadır.
Aile tarafından Mevlevilere, tasavvufi açıdan İbni
Arabi’ye bağlanan ve büyük olasılıkla Bektaşilerle kaynaşmış bir hareketin
kurucusu olan Simavna’lı Şeyh Bedreddin, Avrupa’da doğan birinci kuşak
Türklerdendi. Bir gazi ile Hıristiyan bir annenin oğlu olan Bedreddin,
ortaçağın sonunda Balkan’ların bağrında kurulmakta olan Türk-Osmanlı dünyasında
önemli bir rol oynamasını sağlayacak birçok miras, kimliğinde barındırıyordu.
Muhiplerinin en kalabalık olduğu ve varlıklarını hala kısmen korudukları yerler
Bulgaristan, Trakya ve Makedonya’dır. Bektaşiler aracılığıyla Arnavutluk ve
Balkan’larda ki tasavvuf üzerinde büyük olasılıkla etkisi olmuştur.
Horasan’lı Mevlana Celaleddin’in “ Rumi “ ( Romalı,
yani Bizans Ülkesinden ) adıyla tanınması, ya da Bedreddin’in muhipleri ve
dostları tarafından “ Rum’un Hallac-ı Mansur’u “, “ Diyar-ı Rum’un Pertev’i”,
“Türklerin Hallac-ı Mansur’u” olarak isimlendirilmesi rastlantı değildir.
Yaşamı
Yaşamı konusunda bilinenler büyük oranda
torunu Hafız Halil'in yazdığı Menakıbname'ye dayanır.Günümüzde Yunanistan topraklarında bulunan Simavna kasabasında doğmuştur. Kesin doğum tarihi bilinmemekle beraber çeşitli kaynaklarda 1358, 1359 veya 1365 olarak verilir. Menakıbname'ye göre babası Endülüs'ten İslam Uleması diye gelmiş kendisini ustaca Müslüman Türk olarak kabul ettirmiştir. Daha sonra Simavna kadısı olur. Annesi Rum asıllı bir Hıristiyan iken Müslüman olan Melek Hatun'dur. Edirne'nin Osmanlılar tarafından alınmasından sonra ailesi ile buraya yerleşir.
Şeyh Bedreddin eğitimine Edirne'de babasının yanında başlar. Hocası Molla Yusuf sayesinde fıkıh ilmiyle tanışır. Hocası ölünce Bursa'ya gider, astronomi ve matematik alanlarında büyük şöhret kazanan Koca Efendi diye de bilinen Bursa Kadısı Şeyh Mahmud'den ders alır. Daha sonra Konya'da Feyzullah'tan mantık ve astronomi dersleri alır. Daha sonra dönemin İslam dünyasının ilim merkezi olan Kahire'ye gider.
Menakıbname'ye göre 8 Aralık 1382 tarihinde Kahire'ye varır. Burada Memluk Sultanı Berkuk'un dostu ve danışmanı olan dönemin ünlü alimlerinden Ekmeleddin el-Bayburti'nin öğrencisi olur. Sultan Berkuk, Bedreddin'i oğlu Ferec'in özel hocalığına tayin eder.
Sultan Berkuk'un sarayında geçirdiği üç yıl zarfında Hüseyin Ahlati ile tanışır ve düşüncelerinden etkilenir. Berkuk Bedreddin ve Ahlati'ye birer Habeş cariye sunar. Menakıbname'nin yazarı Hafız Halil'in babası İsmail'i bu cariyelerden biri olan Cazibe doğurur. Diğer cariye Mariye (Meryem) ise Ahlati'nin öğretisini özümsemiştir. Bedreddin, Mariye ile yaptığı konuşmalarda kendisini gülün dikeni gibi gördüğünü söyler: "Anı gül gördi vü kendüni diken". Ahlati Bedreddin'in tasavvuf yolunda yol göstericisi olur.
Hüseyin Ahlati bir süre sonra Bedreddin'i Tebriz'e yollar. Burada Anadolu seferinden dönen Timur'la karşılaşan Bedreddin, ilmiyle Timur'u ve taraftarlarını etkiler. Timur kendisiyle beraber gelmesini istese de Bedreddin bunu kabul etmez ve Kahire'ye döner.
Ahlati ölümünden hemen önce Bedreddin'i halifesi ilan eder. Ancak müritlerinin bazıları buna tepki gösterir. Bedreddin altı ay sonra Mısır'ı terk eder. Menakıbname bu ayrılışın sebebini Rumeli'ye dönme arzusu olarak gösterse de, müritlerin muhalefeti ve Mısır'ın içinde bulunduğu siyasi karmaşa da bu kararın sebeplerinden olabilir.
Şeyh Bedreddin önce Halep'e sonra Karaman ve Germiyan Beyliklerinin topraklarına gider. Gittiği yerlerde tanınmaktadır. Buradan Menderes Vadisi boyunca ilerleyerek Aydın'a gelir. Menakıbname'ye göre, yolu üzerindeki Nizar köyünde en önemli müritlerinden Börklüce Mustafa ile tanışır. Daha sonra Tire üzerinden İzmir'e geçer. Menakıbname'de İzmir'den, Hıristiyan nüfuslu Ceneviz hakimiyetindeki Sakız Adası'na ( Timur’un Ankara Savaşını kazanmasıyla Anadolu’da yaşayan bir çok Müslüman Türkmen’in güvenlik nedeniyle Sakız adasına geçtiklerini tarihçi Dukas anlatır.) geçtiği anlatılır.
Kütahya ve Domaniç üzerinden Bursa'ya yaptığı yolculuğu sırasında Sürme köyünde diğer önemli müridi Torlak Kemal ile tanışır. Gelibolu üzerinden Trakya'ya geçer ve Edirne'ye ulaşır. Kahire'den Edirne'ye kadar gittiği her yerde müritler toplamıştır. Birkaç ay sonra Bursa ve Aydın'a tekrar gider, sonrasında yedi yıl Edirne'de kalır.
Bu sırada Osmanlı Devleti Fetret Devri'ndedir. Şeyh Bedreddin Musa Çelebi'nin kazaskeri olma teklifini kabul eder ve iki yıl Edirne'de kazaskerlik yaparak geniş çevrelerle ilişki kurar. Bir ihanetinden ya da suçundan dolayı ailece İznik'e sürülmüştür. Sürgün olduğu sırada eski müridleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ayrı, ayrı yerlerde (Aydın ve Manisa) Mehmet Çelebi'ye karşı ayaklanma hazırlamıştır. Şeyh Bedrettin üç ayrı yerde birden müridleriyle birlikte ayaklanma çıkartmıştır. Börklüce Mustafa, Karaburun'da Beyazıd Paşa'yla çarpışırken öldürülür ve isyan bastırılır. Torlak Kemal de Manisa'da yakalanır ve burada asılarak idam edilir. Sultan Mehmet isyanların başındaki kişi olarak gördüğü Şeyh Bedreddin'i Edirne'ye varamadan ele geçirir. Kendi fetvasıyla idam edilir. Serez çarşısında üryan olarak asılır ve burada defnedilir. Ölüm tarihi çeşitli kaynaklarda 18 Aralık 1416 veya 1420 olarak verilir. 1961'de kemikleri, Divanyolu’ndaki II. Mahmut Türbesi haziresine defnedilmiştir.
Başkaldırı
Kazaskerliği sırasında kethüda olarak yanına
aldığı Börklüce Mustafa, Bedreddin'in sürgüne gitmesiyle beraber Aydın'a döner.
Burada Osmanlı idaresinden memnun olmayan köylüleri ve yoksul dervişleri
etrafına toplayarak isyan eder. İsyanın merkezi Karaburun Yarımadası'dır.
İsyancıların sayısını Bizanslı tarihçi Dukas 6.000, Osmanlı tarihçilerinden
Şükrullah bin Şehabettin 4.000, İdris-i Bitlisi ise 10.000 olarak verir. İsyanı
bastırmak üzere harekete geçen Saruhan Beyinin ordusu bozguna uğrar. Bunun
üzerine Sultan Mehmet (I. Mehmet Çelebi veya I. Mehmed) oğlu Murat ile veziri
Beyazıt Paşa'yı bölgeye yollar. İsyan bastırılır, isyancılar Börklüce
Mustafa'nın gözü önünde kılıçtan geçirilir. Börklüce Mustafa ise bir deve
üzerinde çarmıha gerilerek öldürülür ve şehirde gezdirilir.Börklüce isyanıyla muhtemelen aynı zamanlarda, Manisa civarında Torlak Kemal liderliğinde bir isyan daha patlar. Daha küçük olan bu isyan da şiddetle bastırılır ve isyancılar öldürülür.
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının Bedreddin'in onayıyla gerçekleşip gerçekleşmediği belirsizdir. Ancak bu kişilerin Bedreddin'in müritleri olduğu konusunda tüm kaynaklar hemfikirdir.
Bu sırada Sinop üzerinden Eflak'a giden Bedreddin'in Edirne'ye dönüş yolculuğunda, Osmanlı otoritesinin çok güçlü olmadığı Balkan topraklarında kaynaşmalar başlar. Osmanlı tarihçileri Bedreddin'in düzenli bir isyan örgütlediğini yazarlar. Menakıbname ise Bedreddin'in tek amacının yeni yazmış olduğu Nurü'l-kulub adlı eserini sultana sunmak olduğunu yazar. Osmanlı ordusu bu isyanı da şiddetle bastırır ve Bedreddin ölüme mahkûm olur.
Mutasavvıflığı
İslam mistisizminin Vahdet-i Vücud okuluna
mensup diğer mutasavvıfların etrafındaki tartışmaların bir benzeri Şeyh
Bedreddin için de yapılmıştır. Kimileri kendisini bâtıl (içsel-sezgisel veya
mana yönü ) kimileri de büyük bir sufi olarak görmüş hatta eseri Varidat'a
şerhler yazmışlardır. Mutasavvıflardan Sofyalı Bâlî Efendi, Aziz Mahmud Efendi
ilk görüşe sahip olanlardır. Ancak mutasavvıf ve şair Niyazi Mısri ve son
devrin Melami
şeyhlerinden Seyyid Muhammed Nur ikinciler arasında yer almışlardır.
FELSEFESİNİN TEMEL BAŞLIKLARI
- Tanrı’nın özü (zat) ile
yaratılanlar (mahlukat) birdir; varlık ve oluş bakımından ayrılıkları
yoktur.
- Evren yaratılmamıştır, yok
da olmayacaktır.
- Tanrı iradesi; bir varlığın
özünde olanı, gerçekleşebilecek güç ve nitelik taşıyanı Tanrı’nın
istemesinden başka birşey değildir.
- Dünya ile Ahiret, iki ayrı
varlık değildir; bu nedenle ölümden sonra dirilme yoktur.Kainat dışında
başka bir alem yoktur.
- Cennet ile Cehennem, birer
kavramdır. Kur’an‘da sözü edilen bu kavramlar, birer örnektir.
- Dünyadaki bütün mallar,
insanların ortaklaşa yararlanması içindir.
- Yeryüzünde doğal sınırlar
yoktur, bu yüzden insanlar arasında bölünmüş topraklar bulunması da yanlış
olur.
- Ruh, bedenden bağımsız bir
varlık değildir.Ruhun beden dışında özel bir yaşamı yoktur.
Yapıtları
Ölümünden sonra eserlerinin birçoğu gizlenmiş
veya kaybolmuştur. Menakıbnameye göre 48, başka kaynaklara göre 38 yapıtı
vardır. Bazı yapıtlarının adı bilinmekle beraber günümüze ulaşmamıştır. En iyi
incelenmiş yapıtı Varidat'tır.- Varidat
- Cami’ü’l-fusuleyn
- Letai'fü’l-işarât
- et-Teshil
- Meserretü’l-kulûb
- Unkudü’l-cevahir
- Çerağu'l-fütuh
- Nurü'l-kulub
Şeyh Bedreddin, günümüzden altı yüz yıl önce yaşadı. Dönemin en
büyük düşünürlerinden biri olarak çağını çok, çok aşan yürekli fikirler ileri
sürdü, güçlü bir toplumsal adalet ve özgürlük özlemini dile getirdi. Amacını
gerçekleştirmek üzere Türk, Rum, Yahudi ezilenlerini bir araya getirip eğitti.
Osmanlı yönetimine karşı Anadolu tarihinin en önemli köylü ayaklanması onun
adıyla anıldı.
Kendi idam fermanını kendi vermiş istisna bilge bir kişiliktir.
Kendisinin de bir din adamı olması dolayısıyla, şer'i mahkemede kendisine
yöneltilen tüm sorulara İslamiyet’e uygun yanıt verdiği için, kadıların
kendisine ceza veremediklerini belirttikleri ve kararının belirlenmesini
kendisine bıraktıkları ve kendisinin de İslam hukuku uyarınca "Benim yüzümden çok kan aktı, benim
katlim vaciptir" demesi suretiyle kendi idam kararını kendi vermiştir.
Duruşu; Anadolu
erenlerinin baskıcı Osmanlı yönetimine karşı duruşunun simgesi haline gelmiş
yürekli bir bilgedir.
Büyük bir kargaşa içerisinde olan ve bir yandan Timur'un
yarattığı yıkımla bir yandan taht kavgalarıyla inim, inim inleyen yoksulluk ve
açlığın pençesindeki halka bir alternatif sunmuş bilgedir. İleri sürdüğü
düşünce tamamen dinler üstüdür. Tarihin cilvesi;
paylaşımcılığı esas alan düşüncesini sindirecek, çağının bulunduğu insanların
uygarlık düzeyi, henüz böyle bir toplumu içinden çıkarmaya hazır değildir.
Kendisi sadece dinle değil toplum düzeni ile de ilgilenmiştir. “Toprak
ekenin, ağaç dikenindir." demiştir. Irk ve inanç farkı gözetmeden
üretilen her şeyin paylaşılması gerektiğini de, kendi deyimiyle " Yarin yanağından gayrı
ne varsa paylaşılacaktır." diyerek halkın çoğunluğunu yanına toplamıştır.
Şeyh Bedreddin'in halk örgütlenmesinin temelinde eşitlik yatar.
Şeyh Bedredddin'e göre herkes hakikat (tanrı) katında eşittir. Hıristiyan'ın
Yahudi'ye, Yahudi'nin Müslüman'a, Arap'ın Acem'e, Acem'in Türk'e bir üstünlüğü
yoktur. İnsanların hepsi kardeştir ve bu kardeşlerin tek düşmanı onları
boyunduruk altında tutan beyler, voyvodalar, padişahlar, çarlardır; kısacası
yönetimdeki imtiyaz sahipleridir.
Şeyh Bedreddin'in
en büyük ideali şu idi: mülkiyeti insanların
üzeriden alıp nesnelerin üzerine taşımak. İnsan üzerindeki bir diğer
insanın (kulun)
egemeliğini sona erdirip, insanı kendisinin egemeni, efendisi haline getirmek
ve yine insanı, hiç bir bireyini, ayırmadan, seçmeden, maddi olanın tek maliki
kılmak. Kulluk sistemini kaldırıp, beylerin elindeki toprağı gerçek sahibi olan
köylülere vermek ve üretimin ve tüketimin ortak olduğu tam paylaşımcı sistemi kurmaktır.
Örgütlenme
biçimi olmasa da düşünsel bağlamda Abbasiler döneminde yönetim düzenine
başkaldıran – Karmatiler’le – paralellikleri olduğu görülmektedir.
O nedenle
Şeyh Bedreddin tıpkı Karmati hareketinden etkilenen Hallac-ı Mansurla
özdeşleştirip; “Urum Hallac-ı” sıfatıyla da anılmaktadır.
Şeyh Bedreddin
bu amaçlarını kısmen gerçekleştirildi. En büyük yardımcısı, arkadaşı Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal önderliğinde öncelikle İzmir -
Karaburun'da, sonra Aydın ve Manisa'da ortak üretim ve tüketimin esas alındığı
yepyeni bir paylaşımcı düzen kuruldu. Burada ki iş bölümüne dayalı düzende toprak
köylünün ortak malı idi. Ekim ve biçim ortak olarak yapılıyordu. Her zanaat
sahibi kendi elinden gelen işi yapıyor, tüm üretenler bu üretilen şeyler
ihtiyaçları oranında taksim ediliyordu. Yeme, içme gibi işler de kurulan
aşevinde kadınların yardımıyla hallediliyordu.
Bu düzende kadınlar da hakikat bacılarıydılar. Yüzleri ve isterlerse başları
açık olarak geziyor, meclislerde erkeklerin arasında
sohbete ve karara katılıyor, savaşta dilerlerse önde bulunabiliyorlardı.
Bu yeni düzende kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu. Herkes hakikat kardeşleri idi. Yönetici
konumunda bulunan karar alırken mutlaka herkese danışırdı. Yapılacak her türlü
eylem ölçülü olmalıydı. Çok zorunlu haller dışında kan
dökmek yasaktı. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi fark etmez herkes eşitti ve
kardeşti.
Şeyh Bedreddin'in her dinden ve ırktan müridi vardı. Bu üç kurtarılmış bölgeye (Karaburun, Manisa ve
Aydın) her yerden akın, akın insanlar gelip hakikat birliğine katılıyorlardı. Fakat işte
yenilgi de kaçınılmaz oldu. Osmanlı'nın kendi üzerlerine gönderdiği ilk savaşçıları
yenince, yüreklenen hakikat savaşçıları, sonradan çok daha
güçlenerek gelen ve onlara saldıran Osmanlı birliklerine fazla dayanamayıp yenik
düştüler. O sıralar bir ormanda az sayıda müridiyle birlikte saklanmakta olan Şeyh
Bedreddin ve yanındakilerle yakalanmış.
Çarmıha gerilmiş halde bekletilen Börklüce Mustafa hariç tüm liderleri
büyük bir törenle işlek bir meydanda asılacaktır. Börklüce Mustafa
çarmıhtayken, bir devenin sırtında, ibret olsun diye sokak, sokak gezdirilecek,
halka esas hükümdarın kim olduğu yeniden öğretilecektir. Artık hakikat
savaşçıları bir ormana çekilip saklanan Şeyh Bedreddin ve onun etrafındaki bir
avuç insandan ibaret kalacaktı.
O bir avuç insanın da umudu ve inancı tükenmişti. Ne yazık ki talih her zaman
kazananın yanında oluyor. Demek ki artık Hak onlarla birlikte değildi, o zaman
ne bu kadar savaş ve sıkıntı ne içindi? Bu kadar çok insan neden ölmüştü? Artık
onların zafere de adil yönetim umuduna da inançları kalmamıştı. İmamlara,
rahipler ve hahamlar da halkın aklını karıştırmaya başlamışlardı. Buyruk verenler, Tanrı'nın
yeryüzündeki gölgesiydi. Biz buyruk verenlere karşı gelmekle acaba Tanrıya da
mı karşı gelmiştik? Tanrıya karşı gelmemiş olsaydık yenilir miydik? Kafalar
artık çok karışıktı ve Osmanlı gelip Şeyh Bedreddin'i yakalamasaydı da bu
örgütlenmenin sonu çoktan gelmiş gibiydi.
Aslında - hakikat savaşçıları - aralarında casuslar olmasaydı bu kadar çabuk
düşmezlerdi. Ayrıca halk örgütlü savaşçılar olmadığından düzenli ordu gibi savaşmayı
bilmiyordu. Bulgarlar geri çekilince Rumlar da çekilmişler, Türkler öne
atılmayınca Yahudiler de atılmamışlardı ve böylece deneyimli, eğitilmiş
savaşçılardan oluşan Osmanlı ordusu onları rahatlıkla tepeleyebilmişti.
Olan oldu ve adı geçen casuslar (ki bunlar kendisine inanılıp güvenilen eski
bir bey ve onun taraftarları idi) Şeyh Bedreddin'in yerini önceden tebdili
kıyafet eden bir birliğe bildirdiler ve Şeyh Bedreddini ibadet anında
yakalattılar. Tutuklama işini de kendileri üstlendiler ve bir atın terkisine
atılmış bir çuval içinde Şeyh Bedreddin'i padişahlarına "sağ olarak"
götürüp teslim ettiler.
Sonrasında ulema birleşip Şeyh Bedreddin'i yargıladı. Sözde Şeyh Bedreddin kendini
Tanrı'ya eş koşmuştu. Herkesin
gözü önünde hadisleri de çarpıtarak yorumlayan ve Şeyh Bedreddin'i bir an önce
ölüme göndermek istediğini de gizlemeden hükmünü veren ulema ki padişah I. Mehmet'in veziri Beyazıd Paşa tarafından elini çabuk tutması
için sıkıştırılıyordu. O da üç gün gece, gündüz
demeden hazırlandığı iddianamesine ve delillere dayanarak Şeyh Bedreddin'in
katline karar verdi.
Şeyh Bedreddin Tanrı'ya eş koşan bir zındık değil, tam tersine, Tanrı'yı
"ali çıkarları" için kullanan yönetici kesime karşı gelen, "Hakk"
deyip halkı sömüren zihniyete karşı halkı uyandıran bir yürekti. Fakat onun
idamı "zındık" olduğu hükmü ile meşrulaştırıldı. Çıkarlarına
dokunulan beyler, efendiler ve onların yalakası ulema, kamu vicdanını "ama
o zındıktı" savunmasıyla rahatlattı ve bir daha böylesi bir zındıklığa
kalkışmak isteyen olursa onun sonunun ne olacağı halka gösterildi.
Şeyh Bedreddin
şöyle diyor;
"Beni kara toprakta değil, hakikati anlamış insanların yüreklerinde arayın."
Şeyh Bedreddin’i idam ederken çırılçıplak soyup alemin gözü önünde aşağılayan
cellada da ve onun zihniyete de bilmem ki ne söylemeli?
” İdamlarla ilgili bir sahne: Börklüce Mustafa çarmıhta, cellat elindeki
kerpetenle parmaklarını kırıyor. Celladın yardımcısı gelip kan içinde ki
celladın üstündeki kanı siliyor. Yüzünde büyük bir gülümsemeyle duran Börklüce'nin
gözü önünde tek, tek tüm gönüldaşlarının başı kesiliyor. Ortalık kan gölü,
Börklüce ağlıyor. Hala çarmıhta, her başı kesilen "İriş Dede Sultan!"
diye bağırıyor. Başını sehpaya koyarken; "Yetiş Şeyh Bedreddin!" diyordu,
idamlar bitince Börklüce o şekilde bir devenin üstünde çarmıhtayken ibret-i alem
için gezdirilecektir.(5)
***
”Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serez’in esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.”
***
(Nazım Hikmet'in "Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin
Destanı"ndan)
Sonuç; Türk-Osmanlı İslam’ında ya da çağdaşı politik ideolojide
kaynaklanan nedenlerle, Simavna’lı Şeyh Bedreddin birçok Türk için bir dava
uğruna şehit olmuş insanın en yetkin örneklerinden birini temsil ediyor.
Nur içerisinde yatsın!
--------------
Bazı
açıklamalar;
* Kazasker
ya da Kadıasker; Osmanlı Devleti'nde şeri ve örfi davalara bakan askeri
hakimdir. Yetkilerini söyle
sıralayabiliriz: Kadı atamaları, müderris atamaları, din görevlisi atamaları,
kadı kararlarını
bozma-değiştirme-yeni kararlar oluşturma.
Yani kadı kararlarına itiraz kazaskerliğe
yapılırdı. Yetkilerinin çoğunu 16. yüzyıl'dan itibaren Şeyhülislama
devretmiştir,
* 'Ked'
(ev) + 'hüdâ' (iktidar sahibi)
Kethüdâ = bir evin işlerini idare eden kişi.
Şehir
kethüdası vardır birde ev kethüdâları'nın dışında; bugünün
muhtarları.
Halka karşı devleti temsil eden kişiler.
Ordunun konaklaması, mahallenin yönetim ve devlet
ricalinin ağırlanması vs. gibi sorumlulukları
vardı.
Kaynakçalar:
- Michel Balivet: Şeyh Bedreddin
Tasavvuf ve İsyan -Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000
- Kim Kimdir?
- Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmilik ve
Melâmîler, Gri Yayın, İstanbul, 1992.
- Dr. Mesut Keskin: Das
Toleranzverständnis der anatolischen Heterodoxie am Beispiel Scheich
Bedreddin Mahmud Israils, 2 cilt, Berlin 1999
5. Ben de Halimce Bedreddinem, Evrensel Basım - Yayın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.