Özgür İnsan


Özgür İnsan

“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.”
- K. Atatürk  -

“ Özgürlüğü sevmedikçe sahip olsak da koruyamayız.”
-
Mahatma Gandhi -

Özgür doğmak için, köle niteliği olmayan bir ana babadan ve köle niteliği taşımaksızın doğmak gerekir. Bu terimin kullanımı, 18. yüzyıla özgüdür. O tarihlerde ülkeler ve halklar hala ortaçağ feodal toplum düzeninden kurtulamamıştı. Toplumda özgür sayılan ayrıcalıklı pek az sayıda kimse vardı. Geniş halk kitlelerini oluşturan insanların çoğu köle sayılırdı.

Bu terim insanlar arasında açıkça ayrım güdüyor ve eşitlik ilkesi ile de ters düşüyordu. Ayrıca bu bir de onların hiçbir zaman kölelikten kurtulamayacak olduklarını da onaylamaktı.

Dünya üzerinde kölelik hemen tamamen sona ermedi. Fakat kölelik düzeni içinde dünyaya gelmiş bir insanın özgürlük hakkı da alınamaz. Günümüzde özgür insan şeklini alan bu terim, daha çok çağdaş olarak değerlendirilmeye başlandı.

İnsan özgür olmak istiyor.

Soru şudur: Özgürlük nedir ve nasıl elde edilir
?

1789’da yayımlanan İnsan Hakları Bildirisi’nin birinci maddesi, özgürlük ilkesini şu özdeyişle dile getiriyordu: “ İnsan özgür doğar, özgür yaşar “.

Doğru muydu? Doğru olsaydı bu ilkeyi ortaya atabilmek için yapılan Fransız İhtilali’nin hiçbir anlamı kalmazdı. İnsanlar özgür doğmuyorlar, özgür yaşamıyorlar ama özgür olmak istiyorlar, yüzyıllardan beri de bunun için savaşıyorlar.

Doğrusu şuydu: İnsan özgür doğmalı, özgür yaşamalıdır.

Niçin?


Tarih, bu soruyu gerekli kılan örneklerle doludur. 1922 yılında faşizmin sözcüsü Mussolini şöyle demektedir
:” Bizden özgürlük değil, ekmek istiyorlar, ekmek! “

Bu sözde, ekmek, özgürlüğün karşısına bir karşıt güç olarak çıkarılmıştır. Oysa özgürlükle ekmeğin doğal ilişkisini ortaya koymaktadır. İtalyan grevcilerinin istedikleri ekmekti elbet. Ama özgürlüğü vererek karşılığında alınacak ekmek mi, yoksa ancak özgürlükle elde edilebilecek ekmek mi? Önemli olan buydu ve Mussolini’yi çökerten yanılma da bu olmuştur.

İnsan Hakları Bildirisi, özgürlüğü şöyle anlatmaktadır: “
Başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmek.
Bu tanımda özgürlük bir hayli kısıtlıdır ve yeni soruları getirmektedir: Başkaları kimlerdir? Başkalarına zarar vermek ne demektir? İnsan, kendisinden başka olan o kişilere zarar vermeden istediğini nasıl yapabilir? Nitekim 1818 Connecticut Anayasası, bu soruları daha da pekiştirmiştir: Her yurttaş, her konudaki düşüncelerini serbestçe konuşmak, yazmak ve yaymak hakkını taşır, ancak bu özgürlüğün kötüye kullanılmasından da sorumludur. Büyük Fransız Devrimi’nden etkilenen bütün anayasalar, ilk maddelerinde, özgürlüğün bu tanımını kullanmışlardır. Görünüş şudur: Özgürlük doğaldır. Ama bu özgürlük, sorumluluğu gerektirir. Gene, bu özgürlük, başkalarına zarar vermemelidir. Bu ilkeleri sağlamak için de, örneğin yüz maddelik bir yasa, ilk maddesinde ortaya attığı özgürlük ilkesini, geriye kalan doksan dokuz maddesiyle kısıtlamaya çalışmaktadır.

Montesquieu (Charles-Louis de Secondat, 1689 -1755), sözcüğün serüvenini şöyle anlatmaktadır: Özgürlük sözcüğü kadar çeşitli anlam verilmiş, onun kadar insan kafasını yormuş başka bir sözcük yoktur. Kimileri özgürlüğü, önceden kendisine sınırsız bir zor kullanma yetkisi verilmiş kişiyi düşürmekteki kolaylık anlamına almışlar, kimileri de boyun eğecekleri kişiyi seçmek yetkisi olarak. Başkaları silahlanmak ve zor kullanmak hakkı olarak benimsemişler, daha başkaları da yapacakları kanunlarla yönetilmek sanmışlardır. Sözün kısası, herkes, kendi geleneklerine yada eğilimlerine uygun düşen hükümet biçimine bu adı verip işin içinden sıyrılmıştır. Sonunda, demokrasilerde ulus her istediğini yapıyormuş göründüğünden, özgürlüğü demokrasiye mal etmişler, ulusun yetkisiyle özgürlüğünü birbirine karıştırmışlardır.

Özgürlük, kanunların izin verdiği her şeyi yapabilme hakkıdır. Demokrasilerde ulus her istediğini yapıyormuş görünür. Oysa siyasal özgürlük her istediğini yapmak demek değildir. Bir devlette, başka bir deyişle kanunları olan bir toplumda, özgürlük, ancak istememiz gerekeni yapmak olmalıdır. Bir vatandaş, kanunların yasak ettiği şeyi yapabilseydi özgür olamazdı çünkü öteki vatandaşlar da aynı şeyi yapacaklardı. Özgürlük, yetkinin kötüye kullanılmadığı yerde vardır. Öteden beri denenmiştir, kendisine yetki verilen her insan bu yetkiyi

kötüye kullanma eğilimindedir. Bir sınırla karşılaşıncaya kadar kötüye kullanır. Erdemin bile sınırlanmaya ihtiyacı vardır. Yetkinin kendi kendisini durdurması gerek. Yetki, gene yetkiyle sınırlanır. Bir anayasa öyle olmalıdır ki, o yasa gereğince hiç kimse, kanunun kendisini yapmaya çağırmadığı bir şeyi yapmaya ve kanunun izin verdiği şeyleri de yapmamaya zorlanmasın.

Montesquieu’yü bu sonuca götüren, devlet ve hukuk, tarih felsefesi, din, ahlak ilkelerini kapsayan genel düşünce yapısı şöyle özetlenebilir: En yetkin devlet biçimi, Hükümet güçleri kanun yapmak, yapılan kanunu uygulamak, uygulanan kanunu yargılamak olmak üzere üçe bölünmeli ve bu üç güç birbirlerine karşı bağımsız olmalıdır. Her ulusa uygulanabilecek kanun yapılamaz, kanun her ulusun yapısına göre değişik ve o yapıya uygun olmalıdır. Coğrafya başkalığı, büyüklük ya da küçüklük, bolluk yada yoksulluk, din başkalığı, yaşama biçimleri ulusları birbirinden ayırtır. İnsan aklı, bütün bu ayrılıkları karşılayabilecek güçtedir. Güçlü akıl, tarihi etkiler. Din, toplumsal bir güç olmalıdır, toplum kanunlarının gücüyle uyuşmalıdır. Din, siyasal bir mekanizmadır. Kanunların yetmediği yerde başlamalı ve kanun eksikliğini tamamlamalıdır. İnsan, yaratılıştan iyidir. Çünkü akıl, insanları iyi olmaya zorlar. O akıl ki Tanrıyı da iyi olmaya zorlamıştır. Akıl, evreni yöneten bağımsız bir güçtür. Akıl, her ulus ve her devlet biçimi için ayrı ahlak kuralları gerektirir.
İnsanın özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eğilimlerini, beğenilerini serbestçe geliştirebilmesi olanaklarına sahip olması demektir. Buysa, ancak doğanın ve toplumun nesnel yasalarını insanların kendi yararlarına kullanabildikleri ve gelişmenin bütün ön koşullarını yaratabildikleri bir toplumda gerçekleşebilir. Böylesine bir toplum varlaşmadıkça özgürlük bir boş sözden ibarettir.

Özgürlük, doğa yasalarından bağımsızlık düşü değildir. Tersine, bu yasaları öğrenmek ve onları belli amaçlar için kullanabilmek demektir. Bu, dış doğa yasaları için olduğu kadar, insanın beden ve ruh varlığını yöneten yasalar için de böyledir. Demek ki irade özgürlüğü denilen şey, nedeni bilerek karara ulaşmak yetisinden başka bir şey değildir. Bir insanın belli bir sorun üstünde karara varma özgürlüğü, bu kararın tutarlılığını belirten zorunluluğa bağlıdır. Böylece özgürlük, tarihsel gelişimin zorunlu bir ürünüdür.

Özgür insan, öncelikle özgür düşünceye sahip bir kişi olarak nitelenmelidir. Özgür düşünce, her türlü dogmadan, boş inançlardan, ön yargılardan ve kanıksanmış görüşlerden sıyrılmış olan düşüncedir. Herhangi bir inanç sisteminin ilkelerini körü körüne benimsemeyerek, bunları sorgulayabilen ve eleştirebilen kimselere özgür düşünceli denmiştir.

Özgürlük, düşünmede özgür olabilmeyi, bunun ürünü olan özgür düşünceyi ve özgür düşüncenin yeşereceği düşünce özgürlüğü ortamını içerir.

Tarihsel süreçte özgür kavramı da, özgürlük kavramıyla birlikte, düşünceci, metafizik ve bireysel açılardan değerlendirilmiş ve kendi iradesiyle davranabilen anlamında tanımlanmıştır. Özgür tutsak için tutsak olmayan, tutuklu için tutuklu olmayan, köle için köle olmayandı.

Fransız düşünürü Jean-Jacques Rousseau, başkasını özgürlüğünden yoksun edenin kendisi de özgür olamaz der ve doğal düzenin ilkel insanlarından şöyle bir örnek verir: İlkel insanlardan birinin öbürüne hiçbir üstünlüğü yoktur. Çünkü bu üstünlük onun hiçbir işine yaramaz. Eğer onu bir ağaçtan kovalarsa öteki ağaca gidebilir. Hiçbir hüneri, dili, tartışması, ilgisi, evi barkı yoktur. Buysa hiç birinin ötekine gereksinimi olmadığını belirtir. Biri ötekinin topladığı yemişleri ele geçirebilir ama ona söz geçiremez. Söz geçirmek isteyenin köleleştirmek istenenden çok, köleleştirmek isteyenin özgürlüğünü yok eder. Rousseau bundan şu sonucu çıkarır: Kölelik bağı, insanların karşılıklı ilişkileriyle başlamıştır. Kendisini öteki için kesin olarak gerekli kılamayan insan onu hiçbir zaman köleleştiremez.

İnsanın özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eğilimlerini, beğenilerini serbestçe geliştirebilmesi olanaklarına sahip olması demektir. Bu ise ancak doğanın ve toplumun nesnel yasalarını insanların kendi yararlarına kullanabildikleri ve gelişmenin bütün ön koşullarını yaratabildikleri özgür ve sınıfsız bir toplumda gerçekleşebilir. Bir insanın belli bir sorun üstünde karara varma özgürlüğü, bu kararın tutarlılığını belirten zorunluluğa bağlıdır. Sonuç olarak özgürlük, doğadan gelen zorunlulukları tanıyıp bilerek, hem kendi üstümüzde hem de dış doğaüstünde sözünü yürütür olmaktır. Böylece, özgürlük, tarihsel gelişimin zorunlu bir ürünüdür. Marks da şunları söyler:” İlkel insan kendisine gerekli olan şeyleri elde etmek, varlığını korumak ve çoğalmak için nasıl doğaya karşı savaşıyorsa, uygar insan da toplumun yapısı ve üretim biçimi nasıl olursa olsun, aynı şeyi yapmak zorundadır. Kendisi geliştikçe doğal gereksinimlerinin alanı da genişler, gereksinimleri artar, ama bu gereksinimleri karşılayacak üretim güçleri de çoğalır “. Bu alanda olanaklı bulunan tek özgürlük şudur: Ortak üretime katılan toplum bireyleri doğayla ilişkilerini akıllıca yürütürler, doğanın kör gücüne boyun eğecek yerde onu denetimleri altına alırlar ve bu işi en az emek harcayarak, insan doğasına en uygun koşullar altında yaparlar. İnsan, her şeyden önce, kendi gereksinimlerinin tutsaklığı altındadır. Marks’ın da dediği gibi, üretimini sınırsız geliştirmekle, bu gereksinimlerinin baskısından kurtulur ve özgürlük alanına geçer. Kölece çalışma değil, insanca çalışma. İşte Marks’ın gösterdiği özgürlük alanı budur. Lenin şöyle der: “
Özgürlük büyük bir sözcüktür, ama sanayi özgürlüğü bayrağı altında en yağmacı savaşlar verilmiştir, emek özgürlüğü bayrağı altında, çalışan halk soyulup soğana çevrilmiştir.”

İnsan doğanın ürünüdür ve yaşam bilimsel evrimin sonucudur. Yüksek hayvan türlerinde beliren zeka ve onunla sınırlı olarak gelişmiş bulunan çaba, evrim sonucunda, insansal bilinç ve bilinçli emeğe dönüşmüştür. Bu gelişme pek uzun bir evrimin ürünüdür. Hayvansal zeka ve çaba yalnız doğadan yararlanmakla kalmış, doğayı yararına uygun olarak değiştirip ona egemen olunca insanlaşmıştır. İnsan, onu oluşturan doğasal koşulların aşılmasıyla varlaşmıştır ve bu yüzden artık o doğasal koşullara indirgenemez. Bilinç ve eyleminin, birbirlerini karşılıklı olarak etkilemesiyle gerçekleşen uzun bir evrim sonunda alet yapmış ve hayvandan farklı olarak kendi kendini üretmiştir. Bundan başka hayvan tek başına da bir varlık olduğu halde, insan ancak toplumsal olarak bir varlıktır. İnsan, toplumsal ilişkilerinin toplamıdır. Gerek kendini ve gerek doğayı üretimi, insanı insan eden başlıca niteliktir. Bu üretim evriminin belli bir aşamasında insanların bir bölümü üretim araçlarını ellerine geçirmişler ve insanların öbür bölümünü bundan yoksun bırakmışlardır. Bu bölünme, insanın insanlığına yabancılaşması sonucunu doğurmuştur. İnsanın gelişmesine engel olan bu yabancılaşmanın aşılmasıyla insan, gerçek insan olacaktır. İnsanlar, kendileri hakkında, ne oldukları ve ne olmaları gerektiği hakkında bugüne kadar hep yalan yanlış görüşler uydurmuşlardır. Beyinleri, yarattığı hayaletlere egemen olamamışlardır. Onlar ki yaratanlardır ve yarattıklarının önünde yere kapanmışlardır. İnsanlar hayvanlardan bilinçle, dinle ya da dilediğiniz başkaca herhangi bir şeyle ayırt edilebilirler. Ne var ki insanların kendileri, kendilerini geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz hayvanlardan ayırt etmeye başlamışlardır. İnsanların şöyle ya da böyle olmaları üretimlerine, hem ne ürettiklerine, hem de nasıl ürettiklerine bağlıdır.

Engels şöyle der “
Hayvan, salt varlığıyla onda değişiklikler oluşturarak dış doğadan yalnızca yararlanır. İnsansa onda değişiklikler oluşturarak ona egemen olur. İnsanın öteki hayvanlardan son ve en önemli ayırımı budur, bu ayırımı oluşturan da emektir “. Doğaüstünde kurduğumuz egemenlik, başka bütün varlıklardan farklı olarak, onun yasasını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan ileri gelir. İnsan toplumu olmaksızın, insan usu, insan bilinci ve insan düşüncesi de olamazdı. Bilincin ortaya çıkabilmesi ve görevini yapabilmesi için, doğal yaşambilimsel temelinin yanı sıra, toplumsal koşullar da gereklidir. İnsan bilinci yapısı nedeniyle toplumsaldır. Bir çocuk, ancak bir insan topluluğu içinde yaşayarak bir insan olabilir. İnsanın özü, tek başına bir bireye özgü ve soyut bir şey değil, toplumsal ilişkilerinin tümüdür. İnsan, bütün insanlığın gelişmesinin bir ürünüdür Nasıl ki bir elma, elma ağacının değil, bütün bir doğanın ürünüdür. İnsan, toplumsal soyunun yüz binlerce yıllık deney ve bilgi mirasına sahiptir. Bu engel aşılmakla, insan, çok yanlı özgür gelişmesinin bütün olanaklarını elde eder. İnsan bireysel yeteneklerini, eş deyişle temel doğasını ancak toplumcu bir toplumda özgürce geliştirebilir.

Özgürlük, insanı insan yapan bir değer olması kadar, insanda-evrende, tarihte doğada, istenilen-istenilmeyen, zorunluluk-zorunsuzluk, yaratan-yaratılan arasındaki çelişkileri ve karşıtlıkları birer uyum haline getiren ve insanın bilinçlenmesine yardımcı olan bir güç olarak doğa sistemi içinde görülebilir. Özgürlük, metafiziksel anlamda sadece Tanrı için söz konusu iken, sosyal alanda insan için düşünce, inanç ve siyasal özgürlük alanlarından bahsedebilir. İnsan için özgür olabilmenin ilk koşulu, O’nun akıl ve düşünme özelliklerini en yüksek derecede kullanmasına, kendi tutkularından, başkalarının önyargılarından kendini kurtarmasına bağlıdır.

Spinoza’ya göre, insanın özgür olması, akıl sahibi olması, aklını kullanabilmesi demektir. O’na göre, insan aklını kullanabildiği oranda özgür olabilir. Ayrıca, insan özgür olduğu ölçüde var oluşunu ve gerçek insan olma vasfını gerçekleştirir. Bu anlamda düşünce ve inanç özgürlüğü insanın en doğal hakkıdır. Devlet, söz konusu bu tabii hakları sağlamak ve güvence altına almakla yükümlüdür. Zira O’na göre devletin gerçek hedefi özgürlüktür. Devletin amacı insanları akıllı varlıklardan hayvanlara veya basit canlılara dönüştürmek değil, bilakis onların akıllarını güvenlik içinde özgürce kullanabilmelerine imkan sağlamaktır. Çünkü böyle bir özgürlük olmazsa, O’na göre toplumsal saygı ve barış güvenlik içinde geliştirilemez. Akla göre hareket eden toplumun en belirgin özelliklerinden birinin hoşgörü ortamı olduğu unutulmamalıdır. Bu hoşgörü, dinsel alandan başlayarak özgürce konuşabilme ve farklı fikirler karşısında hoşgörülü olmaya kadar genişletilebilir.

Spinoza’ya göre, iki şey insan özgürlüğünü sınırlayabilir.

Bunun ilki Tanrıdır.
Çünkü, Tanrı söz konusu olduğunda insanın özgürlüğüne bir sınır çizmek kaçınılmaz olacaktır. Mutlak anlamda tek gerçek özgür olma vasfı Tanrı’ya aittir. İnsan ancak Tanrı’yı bildiği ve sevdiği ölçüde kendini gerçekleştirebilir ve özgür olmanın değerine varabilir.
İkincisi ise, özgürlüğün güvencesi olan devlettir.
Devlet, toplumsal barışın gereği olarak, anarşi ve düzensizlik ortamına fırsat vermemek, insanların esenliğini temin etmek için özgürlüğe gerektiğinde bir sınır koyabilir. Ancak, bu sınırlılık keyfi bir durumu ifade etmemelidir. Zira devlet özgürlüğü sağlamak ve özgür ortamı temini için gayret etmek zorundadır.

Gerçek özgürlük, kendi tabiatının zorunluluğunu bilmesi, buna uyum sağlayabilmesidir denilebilir. İnsanın bilmediklerinin esiri olduğunda, ancak zorunluluklarını bildikleri ve söz konusu zorunlulukların bilincine ulaştığı nispette özgür olabilir. İnsan, iç ve dış yaşamda bir özgürlüğe sahip olmazsa, bitkisel veya hayvansal yaşamın garip ve zavallı bir hiçi olmaktan ileri gidemez. Özgürlüğü değerli kılan, genellikle zannedildiği gibi, onun iyinin bir aracı olması değildir. Bir olanaklılık durumu, bir kapasite ve bir potansiyel olması itibariyle kendi başına bir değerdir. Çünkü önemli olan insanın iyiyi fiilen seçmesi değil, iyiyi de kötüyü de seçebilme kapasitesine, hakkına sahip olmasıdır. Özgür insan, sorumluluğu kendisine ait olmak üzere, bu seçimi yapabilen insandır.

Özgür insan nasıl bir insandır?
Diğer bir deyimle özgür insan kimdir?

Nietzsche’ye göre, özgür insan, ahlak dışı insandır. Özgür insan, içinde yetiştiği ve yaşadığı sürüden kopmuş, kendi yolunu arayan, insan ile ilgili şeyleri, insanın her şeyini kendi gözleriyle görmek isteyen insandır. Ancak özgür olma yolunda her kişi, birkaç dönem geçirmek, birkaç basamak inip çıkmak zorundadır. Bazı kişiler bu basamakların herhangi birinde takılıp kalırlar, asla ileri gidemezler.

Bu anlamda özgür insan, yaşadığı ve yetiştiği ahlakın ve onun değer yargılarının, gereklerinin dışına çıkan ahlak dışı insandır. Özgür insan, birçok erdemleri olmasını asla istemeyen insan tipidir. Özgür insan tek erdemi ister ve kendi erdemini sever onun için mücadele eder, savaşır. Kısaca onun için yaşar.

Özgür insan, ahlaki değer yargıları kurmaz. Özgür insan, iyinin ve kötünün ötesine geçmiştir. Ama kendisi ahlak dışı bir insan olsa da

çeşitli değerlendirme tarzlarının varlığını, zıt değerlendirmeler yapan insanların varlığının farkındadır. Hangi anlama gelirse gelsin, iyi ile kötünün hayat için kaçınılmaz olduğunu belli bir açıdan görmenin kaçınılmaz olduğunu bilir.

Özgür insan, bu dünyanın realitelerinin anlamlarını, kendi gözleriyle görmek ister. İnsanlarla ilgili her şeyin yeniden değerlendirilmesi gerektiğini görerek hiç olmazsa bunun da yolunu açmak ister. Özgür insan bu anlamda hazırlayıcı insandır.

Özgür insan, kendi kendini yenileyen, kendini eğiten, herhangi bir şeye saplanıp kalmayan insandır. Özgür insan kendi erdemi için yaşar ve kendisi olmak ister. Ancak kendi kendisi olmak isteyen özgür insan, sürekli maske taşır, kendisini olduğu gibi göstermez. O kendisinden utanmaz. Başkaları onu anlamadığı için onun gerçek yüzünü göremezler.

Özgür insan, yalnız kalmak ister. Çünkü kendi işini yapabilmesi için yalnız kalması gerekir. O, yalnız kalabilen insandır. O, kendi kendine yeter. O, yığınla, sürü insanına söz söylemez. Ancak kendi gibilerle ve kendi gibi olacaklarla konuşur. Öte yandan özgür insan, hazır olan her şeye karşı şüphecidir. Bununla birlikte hazır olan her şeye el uzatma hakkını da tanır kendine.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, özgür insanın bütün değerlendirmelerine yön veren bir tek düşünce vardır. Bu da özgür insanın, üstinsana ulaşabilmesi uğraşısıdır. Özgür insanın yüceliğini belirleyen neden, sadece kendini kurtarması, kendini özgür kılması değil, bütün bunları ne için yaptığını bilmesi ve bunu başarmasıdır. Kişi yabancılaşmasını kendi ego tatmini ya da çıkarı için değil, bir ideal uğruna, gelecek olana yolu hazırlamak için aşar. Nitekim Nietzsche bunu Zerdüşt’te şöyle dile getirir. İnsana yüce olan, onun köprü olmasıdır, gaye değil. İnsanda sevilecek olan onun başlangıç ve bitiş olmasıdır. Ben batmaktan başka türlü yaşamasını bilmeyenleri severim, çünkü bunlardır karşıya geçecek olan. Ben, batmak ve kurban olmak için yıldızların ötesinde sebep aramayıp, kendini, yeryüzünü bir gün üst insanın olsun diye yeryüzüne feda edenleri severim. Ben bilmek için yaşayan ve bir gün üst insan yaşayabilsin diye bilmek isteyeni severim.

Böylece özgecilik ve feda ediş özgür insanın en büyük özellikleridir. Bununla birlikte özgür insan kendini mükemmelleştirmek ister. Bu da y diğer adla üst insanın ta kendisidir. Bu insan tipi, Nietzsche’nin ifadesiyle yeryüzünün efendileridir. Böylece özgür insanın kendini feda etmesiyle artık üst insan ortaya çıkacaktır.

Özgür insanı, özgürce düşünebilen ve düşündüklerini özgürce ifade edebilen insandır. Bunun ön koşulu da doğru, çarpıtılmamış bilgiye erişim hakkıdır. Bilgi edinme özgürlüğü adını verebileceğimiz bu hakkın yetersiz olduğu ülkelerde kamuoyunun sağlıklı oluşmadığı, demokrasi dışı rejimlerin kitle iletişim araçlarını kullanarak gerçeğe aykırı durumları kendi halklarına benimsettikleri görülmektedir. İşte bu nedenle, demokraside düşünce özgürlüğü kavramının temel öncülü, vatandaşların bilgiye, özellikle devlet organlarınca üretilen bilgiye erişim hakkıdır.

Bilim, hayvan davranışlarının dış etkiler karşısında otomatik tepkilerden oluştuğunu bildirmektedir. Oysa insanların dış etkiler karşısında nasıl davranacaklarına genellikle kendilerinin karar verdiğini hem kendi deneylerimizden hem de başka insanlar üzerindeki gözlemlerimizden biliyoruz. İşte özgürlük bu, dış etkiler karşısında nasıl davranacağına insanın kendisinin karar vermesi anlamına geliyor. İnsan nasıl oluyor da dış etkiler karşısında nasıl davranacağına kendisi karar verebiliyor?

Nasıl davranacağına kendi karar veren insan nasıl davrandığında nasıl bir sonuç alacağını bildiği için bunu yapabilmektedir. Demek ki insan, özgürlüğünü bilgisiyle kazanmaktadır. Bunu bir örnekle şöyle anlatabiliriz: Bir ağaçta hem insanların hem de bir takım hayvanların elde etmek isteyecekleri türden bir meyvenin bulunduğunu varsayalım. Hayvanlardan uçabilenler uçarak tırmanabilenler de tırmanarak meyveye ulaşmaya çalışacaktır. İnsan ise, tırmanabilecek durumda olmasına karşın, ucu çatallı bir değnekle dalı kendisine çekerek ya da bir taşınır merdiven kullanarak da meyveye ulaşabilir. Bu durumda insanın üç davranış türünden birini seçme özgürlüğü vardır. Demek ki insan, özgürlüğü bilgisiyle kazanmakta ve herhangi bir konuda ne kadar bilgiliyse o kadar çok sayıda davranış türü arasında seçim yapmakta yani o kadar özgür olmaktadır. Bu durumda özgürlüğün nasıl kazanıldığını anlamak için bilginin nasıl elde edildiğini araştırmak gerekiyor.

Bir insan bilgili olarak doğmadığına göre doğuştan özgürlüğün olanaksız olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bilgi deneyle kazanıldığına göre bir insan bir ömür boyunca, hayvanlardaki gibi yaşamı kolaylaştıran alışkanlıklar dışında ancak bir bilgi kırıntısı kazanabilir. O insanın ölümüyle o kırıntı da yok olacağından, doğumdan hemen sonra bir ormanda yitirilip bir hayvan tarafından beslenip büyütüldüğü varsayılan bir insanda bilgi birikimi gerçekleşemez. Demek ki bilgili eni bir insan tipini ortaya çıkarır. Bu yeni insan tipi, trajik insanın olmak için insanların bir toplum içinde başka insanlarla bilgi alış verişinde bulunarak yetişmesi gerekiyor. Böyle bir alış veriş için de konuşmanın ve konuşmayı gerekli kılan işbirliğinin ortaya çıkması gerekiyor. Bu durumda insanı insan yapan özgürlüğün ortaya çıkması için önce bir takım insanlar işbirliği yapma amacıyla birlikte yaşamaya başlayacaklar. İşbirliği yapan insanların bilgilerini birbirine aktarmasıyla toplumda bir bilgi birikimi başlayacak. Her kuşağın bilgi birikiminin gelecek kuşağa aktarılmasıyla bilgi ve buna bağlı olarak da özgürlük gittikçe artacak, böylece insan toplulukları sürekli bir gelişme durumunda bulunacaktır.

Toplumsal yaşam insan özgürlüğünün kısıldığı yaşamdır. Toplumsal yaşamda her insanın özgürlüğü en azından başka insanların özgürlüğüyle sınırlıdır. Burada tek başına yaşayan insanın bu özgürlüğü nereden kazandığı üzerinde durulmamaktadır. Doğduktan hemen sonra bir ormanda yitirildiği ve bir hayvanın besleyip büyüttüğü varsayılan bir insan yavrusu özgür olabilir mi?

Hukukta genellikle suç işleyenler cezalandırılır. Suçluya verilen ceza onun bu suçtan sorumlu olmasındandır. Sorumluluk da özgürlüğe bağlıdır. Bu durumda aynı suçu işleyenlere aynı cezanın verilmesi her suçlunun aynı derecede özgür olduğunun kabul edilmesindendir. Yani genel kurala göre her insan aynı derecede özgürdür ve davranışlarından aynı derecede sorumludur.

Bu durumda belli yaşın altındakilerin cezalarının hafifletilmesinin, daha da küçük yaştakilere hiç ceza verilmemesinin nedeni ne olabilir? Doğuştan özgür olduğu öne sürülen insan özgürlüğünü doğuştan değil de belli yaştan sonra mı kazanmaktadır? Eğer insanın doğuştan özgür olduğu kabul ediliyorsa bu onun her yaşta özgür olduğu anlamına gelmez mi?

Çelişki bu kadarla da kalmıyor. İyi bir eğitim ve öğretim görememiş olan insanlar namus cinayeti adı altında bir takım insanlık dışı davranışlarda bulunduklarında cezaları azaltılmaktadır. Bu, o insanların o cinayetleri bir takım inançlar yani yanlış bilgiler yüzünden işlediklerinin yani o insanların o konudaki özgürlüklerinin yetersiz olduğunun kabul edildiği anlamına gelmez mi?
Filozofların, Tanrının yarattığı insan kavramından kendilerini kurtarıp bilginin getirdiği özgürlük düşüncesini kabul etmeleri gerekir. Bu anlayış özellikle hukuk alanında adaletli bir sistemin oluşturulabilmesinin zorunlu koşuludur.

Nietzsche’nin kahince bir sözü vardır: “Tanrı öldü ve insan özgür. “ Onun bu konuda çok muazzam bir kavrayışı vardı. Onun bu beyanatının derinliğini çok az insan anlamıştır. Bu, insan bilincinde bir kilometre taşıdır.

Eğer bir Tanrı varsa insan asla özgür olamaz bu olasılık dışıdır. Tanrı ve insanın özgürlüğü birlikte var olamaz çünkü Tanrı’nın anlamı, onun yaratıcı olması demektir o zaman bizler kuklalara indirgeniriz. Ve şayet o bizi yarattıysa, istediği an bizi yok edebilir. O bizi yarattığında bize hiçbir şey sormadı bizi yok etmek istediğinde de bize sormak zorunda değil. Yaratmak ya da yok etmek tamamen onun arzusuna kalmıştır. Nasıl özgür olabilirsin? Olmak için dahi özgür değilsin. Ne doğumun senin özgürlüğündür, ne de ölümün senin özgürlüğündür ve bu iki köleliğin arasında hayatının bir özgürlük olabileceğini mi düşünüyorsun? İnsanın özgürlüğü kurtarılacaksa Tanrı ölmek zorundadır.
Seçenek açıktır boyun eğmek söz konusu değildir. Tanrı ile birlikte insan bir köle olarak kalacaktır ve özgürlük sadece boş bir sözcük olarak kalacaktır. Sadece Tanrı’nın olmadığı özgürlük anlam kazanmaya başlar.

Fakat Nietzsche’nin ifadesi sadece yarısıdır hiç kimse onu tamamlamaya çalışmadı. Dünyada Tanrı’sı olmayan dinler vardır ki bu dinlerde dahi insan özgür değildir. Nietzsche tüm dinlerin farkında değildi. Binlerce yıldır Tanrı’nın varlığının insan özgürlüğünün önündeki en büyük engel olduğunu anlamış insanlar vardır onlar Tanrı’yı ortadan kaldırmıştır. Fakat insan hala özgür değildir. O nedenle Nietzsche’nin kavrayışını tamamlamak için din ölmek zorundadır. Eğer Tanrı yoksa organize bir dinin olmasının anlamı yoktur. Kim için organize din var olsun ki? Kiliseler, tapınaklar, camiler, sinagoglar yok olmak zorundadır. Ve bununla birlikte hahamlar ve piskoposlar ve her çeşidinden dini lider basitçe işsiz kalır, gereksiz hale gelir. Ancak, muazzam bir devrim gerçekleşir insan tamamen özgür olur.

Bu özgürlüğün ifade ettiği şeyler hakkında konuşmadan önce Nietzsche’nin kavrayışı gerçekleşseydi, o zaman insanoğlu için nasıl bir özgürlük olacağını anlamak durumundasın. Tanrı öldü, insan özgür, ne için özgür? Onun özgürlüğü tıpkı diğer hayvanlarınki gibi olacaktır.

Tanrı öldü, organize bir varlık olarak din öldü dediğimizde o zaman insan kendisi olmak için özgürdür. İlk defa o, en derindeki varlığını hiçbir engel olmadan keşfetmek için özgürdür. O kendi varlığının derinliklerine dalmak için, bilincinin yüksekliklerine ulaşmak için özgürdür. Onu engelleyecek hiç kimse yoktur onun özgürlüğü tamdır. Ancak, bu özgürlük sadece Tanrı’nın mevcudiyetinin kalkması ile, dinin mevcudiyetinin kalkması ile, din adamlığının ve dini liderliğin mevcudiyetinin kalkması ile mümkün olur.

İnsanın kendisini özgür sanmasının nedeni, kendi eylemlerinin nedenlerini bilmemesidir. Yani bilgisizliktir. Özgürlük bir kuruntu, bir yanılsamadır.

Bu sorunu çözebilmek için, yani insanın ne anlamda özgür olduğunu anlaması için, erdemin, gücün, yetkinliğin, etkin olmanın ve özgür olmanın aynı anlama ve doğayı tanımanın aynı zamanda insanın kendisini, kendi doğasını tanıması ya da kendi doğasının zorunluluğunu tanıması anlamına geldiğini görmeliyiz. Güç burada kuşkusuz zihin gücü olarak görülmekte, insanın özgürlüğü ve erdem bilgiyle, akla uygun yaşamla bağlandırılmaktadır. Böylesi bir özgürlük olanağı, aynı zamanda özgür bir toplumun da olanağıdır. İnsanın varlığını koruma çabasında engellenmemesi ve aklın yasalarına göre yaşaması aynı zamanda doğal bir haktır.

Günümüzün çağdaş toplumları, bilgi edinme özgürlüklerini ya da haklarını geniş ölçüde basın-yayın araçları yoluyla kullanmaktadırlar. Onun için basın-yayın özgürlüğünün desteklenmesi kamu yararınadır.

Kitle iletişim araçları yoluyla her türlü haberi öğrenebilme ve yayabilme 10 Aralık 1948 tarihli İnsan hakları evrensel bildirgesi (md. 19), 1950 tarihli Avrupa insan Hakları Sözleşmesi (md. 10) ve 1975 tarihli Helsinki Nihai Senedi ile, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bir hak olarak tanınmıştır.

Son yıllarda internet gibi ağların kullanımının yaygınlaşması ile birlikte insanlar duygu, düşünce ve yaratılarını elektronik ortamda da kolayca yayabilme olanağına kavuşmuşlardır. Elektronik bilgilere erişimin kolaylaşması ve yaygınlaşması bilgi edinme özgürlüğüne yeni bir boyut kazandırmıştır. Devlet tarafından üretilen elektronik ortamdaki bilgilere daha kolay erişim olanağı doğmuştur. Fakat aynı zamanda elektronik ortamdaki kişisel bilgilerin, mali bilgiler, sağlık bilgileri gibi gizliliği ve güvenliği de son derece önem kazanmıştır.

“ Uyurken rüyamda bile özgür olmamaktan rahatsız oldum.”

Emile Zola

“ Halkı özgür olan ülke özgürdür.”

Montesqueiu

“ Sevdiklerim için canımı feda edebilirim. Özgürlüğüm için sevdiklerimi de feda edebilirim.”
Napoleon Bonapart

KAYNAKÇALAR

1. Diyalektik Sözlüğü, Necmettin İnel
2. Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu
3. Ethica, Spinoza
4. Böyle Buyurdu Zerdüşt, Nietzsche
5. Kominist Manifesto, Marx-Engels
6. De l'esprit des lois, Montesquieu
7. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri, Jean Jaques Rousseau
8. Sunum, Dr. Mete Oğuz Ekinci.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İnsan doğuştan kötü müdür?

İnsan doğuştan kötü müdür? “ Her ne arar isen, kendinde ara.” Hacı Bektaşı Veli ” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varl...