İnsanın En Büyük Buluşu


İNSANIN EN BÜYÜK BULUŞU

“ Eğer insanlık yazıyı bulamasaydı, Hıristiyanlığın kutsal kitabı ve Hz. İsa fenomeni de oluşamazdı. Bu da demektir ki kutsal kitap insan tarafından oluşturuldu.”
- Friedrich Nietzsche –

Bu düşünce belki insanı bir an irkiltebilir.                                                             Ancak sakin kafa ile düşünüldüğünde bazı gerçekler daha net anlaşılabilir.
Yazı olmasaydı bu gün biri birimizle sağlıklı ve kalıcı iletişim kuramazdık.
“ Tarih yazı ile başlar.“ söylemi ne kadar doğru bir söylemdir?
Yazı olmasaydı, hiçbir dil, sözcük kapasitesini bin sözcüğün üzerine çıkaramazdı. Dilin; dilbilgisi kuralları oluşturulamazdı.                                     En yakın iki yerleşim birimi arasında dil bağlamında yüzde yüz anlaşma sağlanamazdı.                                                                                                       Bilgi birikimi, aktarımı, edinimi oluşamazdı.                                                                Böylece bugünkü bilimsel bilgi birikimi ve onun eseri teknoloji de oluşamazdı.
Friedrich Nietzsche’nin deyimiyle “kutsal kitap oluşmazdı”.
İyi de bu yazı fenomeni herhalde bir gecede insanlığa ilham olarak gelmedi.

Yazı; Ağızdan çıkan seslerin, dolayısıyla dili oluşturan sözcüklerin göz ile görülebilen ya da elle dokunulabilen işaretler, simgeler, semboller halinde oluşturulmasıdır. Sözcüklerin uzağında bulunan kişilere ulaştırılması ya da ondan sonra gelecek kuşaklara aktarılması ancak onların biçimlendirilmesi
İle mümkün olabilmektedir. Bu yüzden de duyguların, düşüncelerin ve olayların saptanıp aktarılmasını gerektiğinde yeniden öğrenilmesini sağlayan yazı, insanoğlunun en büyük buluşlarının başında gelir. Böyle kabul edilir. Aynı zamanda da tarih denen sürecin başlangıcı olur.

Yazının Tarihsel Gelişimi

Bu gün yeryüzünde çok farklı yazıların yani alfabelerin kullandığını biliyoruz.
Gerçekten de bu serüven bu kadar kolay mı oluşmuştur?

Yazının ilk bulunuşundan günümüzdeki – harf yazısı – durumuna gelinceye kadar genelde beş aşamada geçtiği kabul edilmektedir.
  1. Madde yazısı
  2. Resim yazısı
  3. Düşün yazısı
  4. Hece (Ses) yazısı
  5. Harf yazısı

Şimdi bu aşamaları özetle açıklamaya çalışalım.
1. Madde Yazısı; Anlatılmak istenen şeyin çevrede bulunan çeşitli maddelere, sembollere başvurularak belirtilmek istenmesi olgusudur.
Örneğin; Taş dikmek mezar anlamınadır.
2. Resim Yazısı; Anlatılmak istenen nesnenin resminin yapılmasıdır. Piktografi denilen resim yazısı ilk kez Mezopotamya da ardında da Mısırda başvurulmuştur.
3. Düşün Yazısı; Düşüncelerin belli simgelerle anlatılması demek olan bu tür resim yazısının gelişmesi sonucunda bulunmuştur. Sümer çivi yazısı ve Mısır hiyeroglif yazılarını bunun belirgin örnekleridir.
4. Hece ( ses) Yazısı; Şekil yazısından – ses’lerin – hecelerin belirtildiği yazıya geçer. Yazı tarihinde ikinci büyük gelişmeyi yansıtmaktadır. Çin’de ve Japonya’da kullanılan resim/hece yazılarının Mezopotamya’dan kaynaklanmadığı, bunların bağımsız bir gelişme olduğu kabul edilmektedir.
5. Harf Yazısı ( Alfabe); Yazının gelişmesinde son aşamadır. Tek heceli sözcüklerin, zamanla – sesli – anlamlarını yitirip – tek ses – işareti haline gelmeleri durumudur.

Bazı tarihçilerin iddialarına göre; İlk yazıyı M.Ö. 3200 yıllarında Sümerler buldular. İlk yazıları şekiller üzerine kurulu yani her varlık ve olay için bir şekil kullandılar. Çivi yazısı işaretleri geçmişteki bir resim yazısına dayanır. Bir kavramı ifade eden işaretlere ideogram adı verilir.

İnsanlık tarihi yazının icadı ile başlar ve bu araç ile bilgi -toplanabilir, iletilebilir, saklanabilir- hale gelir. Beş bin yıl sonra matbaanın icadı ile biriken bilginin -yayılması - gerçekleşir. Bilginin –işlenmesi- için ise beş yüzyıl daha beklenecek, bilgisayarın icadı gerekecektir.
Yazı ve matbaa’dan sonraki dünyalar, bir öncesine hiçbir şekilde benzemez ve bu süreçte toplumdaki değer ölçüleri, sosyal ve politik yapı, sanat, edebiyat, mimarlık vb. bütün temel kurumlar, geri dönülmeyecek şekilde değişir. Tıpkı bilgisayar’ın icadından sonraki dünyanın, bir önceki dünyaya benzemeyeceği gibidir.

Bu yazımızda, yazının icadını inceleyeceğiz.                                                Konuya bizim de kullandığımız Latin alfabesine odaklı olarak yaklaşacağız.
İnsanın evrimini inceleyen üç bilim dalı olan primatoloji, paleontoloji ve paleoantropoloji araştırmaları -modern insan’ın- homo erectus’tan evrimleşerek homo sapiens’den başlamasından bugüne, yaklaşık 350-400 bin yıl geçmiş olduğunu belirler. Ancak bu bir –türetilmiş- bilgidir ve gerçek -kayıtlı bilgi- ise yazının icadı ile başlar.
Bilindiği gibi yazıyı Güney (Aşağı) Mezopotamya’da yaşayan Sümer’ler icat etmiştir. İlk yazı benzeri işaretler için İ.Ö. 8000 yıllarına kadar iniliyorsa da, yazının icadında İ.Ö. 3500 yılları genel olarak kabul gören tezdir. Yazının icadı ile insanların belli merkezlere yerleşerek ilk ‘şehir-devlet’, daha sonra da ‘krallıkları’ kurmaları arasında eşzamanlılık bir rastlantı değildir.                                                         Arkeolog Denise Schmandt-Bessarat’ın Louvre’lu Pierre Amiet’in hipotezi üzerine geliştirdiği teorisine göre, yazının ilk işlevi ‘muhasebe-defter tutmadır’.
Sümer yazısının ilk yaygın örneklerinin; zirai ürünleri temsil eden tahıl, koyun, dana vb. olması bu tezi güçlendirmektedir. Toprak hamurundan yapılan kil üzerine sembolize şekiller ve hatta bir nevi zarf içine koyulmuş yazıların -konşimento, senet, borç belgesi - benzeri ticari belgeler olduğu anlaşılmaktadır (ilk dönem bilgisayarların günlük hayata –muhasebe işlemleri için defter tutma- amacıyla girdiğini hatırlayalım).
Daha sonraki yıllarda gelişmelerle Sümer yazısı, eşya ve insan isimlerini içeren 1,200 logografik (resim benzeri) sembollü bir iletişim aracı olmuştur. Zamanla yazının logografik nitelikleri, cuneiform ( çizgisel formlar ) kazanarak alfabe benzeri şekillere dönüşmüş ve fonolojik unsurlar içermeye başlamıştır. Heceleme sisteminin geliştirilmesi ve kelimelere takılar eklenmesi, konuşma dili ile yazıyı giderek birbirine yaklaştırmış ve bütünsel bir iletişim aracı meydana gelmiştir.
İ.Ö. 3. milenyumda Sümer yazısını benimseyen Akadlar ve Akadca’nın diyalektlerini kullanan Asurlular ve Babilliler, yazının fonolojik niteliklerini arttırarak kendi –yazılı- dillerine kavuşmuşlardır. Hamurabi Kanunları olarak bildiğimiz ünlü eserler, Eski Babil dili ile yazılmış bu karakterde bir yazı örneğidir (Bu dönemde Mısırlılar da, Sümer-Akad çizgisinden esinlenerek -hiyeroglif'i - geliştirmişlerdir).
Ancak bu yazı sisteminin bugünküne benzer bir netlikte olmadığının altını çizmek gerekir. Kelimeler yalnız ünsüz (sessiz) harflerle oluşturulur. Örnek olarak /k/, /t/, /b/y’i sembolize eden formlar ile değişik sesler çıkararak kelimeler yazıya aktarılmıştır. Bu sistemde –yazmak- kökünden –katab; o yazdı-, -katabi; ben yazdım-, -katebu;onlar yazdılar - olarak seslenmekte; fakat yazılı halinde, hepsi – ktb - olarak sembolize edilmektedir.

Alfabenin evrimi ve bugün kullandığımız Latin alfabesine ulaşılması ise, Semitik bir ırk olan Fenikeliler’in, Sümerler’in yazı sistemi üzerine geliştirdiği sembollere dayanmaktadır. Mezopotamya’nın kuzey batısında ve bugünkü Lübnan çevresinde yaşayan deniz ticaret ile ünlü Fenike’liler İ.Ö. 2. milenyumda Fenike (Semitik) alfabesini icat etmişlerdir.
Afrika-Asya dil grubunun bir parçası olan Semitik Fenike dili, ticaret rüzgarlarını arkasına alarak batıya doğru uzanmıştır. O dönemin en önemli ticaret merkezi olan Akdeniz’de, Fenike alfabesi Yunan uygarlığına ulaşmıştır. Yunan Alfabesi ise belli bir süreçten geçerek İ.Ö. 1000 – 900 yıllarında son şeklini almıştır. Alfabeye Yunanlıların en önemli katkısı ünlü (sesli) harfleri de alfabenin içine almaları olmuş ve bugünkü yazı sisteminin temelini oluşturmuştur.
Romalılar ise Yunan Alfabesini, Yunan kültürü ile birlikte almışlardır (en fazla yaptıkları mitolojik tanrı adlarını değiştirerek, Afrodit’e Venüs, Zeus’a Jupiter demişlerdir). Etrüskler tarafından geliştirilen 26 karakterli sistemden, bir evrimle 21 karakterli Latin alfabesi, İ.O. birinci yüzyılda son şeklini almıştır. Latin alfabesi ortaçağların sonuna kadar, Avrupa’nın tek ortak alfabesi olmuş ve tüm tıp, hukuk, fen ve güzel sanatlar Latin alfabesi ile yazılmıştır. Ancak, el yazması ile çoğaltma dışında bir mekanizma olmayışı, bilginin yayılmasını engellemiş ve bilim, din ve saray çevresinde kalmıştır.

Ortadoğuda Yunan ve Arami alfabeleri olarak iki yönde başlayan gelişmeler, bugün yeryüzünde kullanılan alfabenin en büyük kısmını meydana getirmiştir. Yunan alfabesinden çıkarılan Latin ve Slav alfabeleri, Avrupa ve Amerika kıtalarını kapladıktan sonra öteki kıtalara yayılmaya başlamıştır.
Arami kolundaki gelişme ve değişmeler de İbrani, Logud, Ermeni ve Arap alfabelerini doğurarak daha çok Ortadoğu da yaygınlık kazanmış ve Afrika’yı etkilemiştir.
Çin’de ve Japonya’da kullanılan resim/hece yazılarının Mezopotamya’dan kaynaklanmadığı, bunların bağımsız bir gelişme olduğu kabul edilmektedir. Asya kıtasının diğer alfabelerini de dikkate almak gerekir.

Ne kadar ilginçtir ki, Batı kültürü için çok önemli bir temel olan Fenikeliler’in geliştirdiği alfabe, Hint-Avrupa dillerine büyük katkıda bulunurken, kendisi doğu kültürü içinde kaybolmuştur. Bir o kadar ilginci de, Afrika-Asya ve Hint-Avrupa dil grupları ile hiçbir ilgisi bulunmayan, Ural-Altay dil grubundan olan Türkçenin (Türk alfabesinin) seyridir. Latin karakterleri Atatürk’ün öngörüsü ile Türkiye’mizin yazı sistemi ve alfabesinin temelini oluşturmuş, Batı ile bütünleşmede en önemli araç haline gelmiştir.
Harfler bir ülkeden öteki ülkeye bir ulustan öteki ulusa geçerken bir başka gezi daha yapıyor. Taşların üzerinde papirüse papirüsten mumlu levhalara mumlu levhalardan parşömene ve parşömenden de kağıda geçiyorlardı. Kumlu toprağa ekilen bir Ağaç killi ve bataklık bir alana ekilen ağaçtan nasıl değişik şekilde büyürse; harfler de taştan kağıda geçen süreçte öylece görünüşlerini ve biçimlerini değiştirdiler. Taş üstünde dik ve dümdüz yükseliyor Kağıdın üzerinde yuvarlaklaşıyordu. Balmumu üzerinde de yıldız biçiminde kıvrıldılar. Balçık üstünde çivileştiler yıldız iğne biçimi aldılar. Hele Kağıt ve parşömen üzerinde sürekli kıllık ve biçim değiştirdiler.
Yazı yazmak için çok çeşitli araçlar kullanılmıştır. Hiç elimizden düşürmediğimiz Kağıt Kalem dünün icadıdır. Biraz daha öncelere ilk insanların resimlerden yazının henüz doğmakta olduğu çağlara dönersek o zaman yazı yazmanın inanılmayacak kadar zor olduğu görülür. Çünkü o günlerde bu iş için gereken araçlar yoktu. Herkes ne ile neyin üzerinde nasıl yazacağını kendisi düşünüp bulmak zorundaydı.
O dönemin araçları arasında taş koyunun kürek kemiği balçık yaprağı çanak çömlek parçaları yırtıcı hayvan derileri ve ağaç kabukları gibi şeyler hep bu dönemde kullanılıyordu. Bütün bunların üzerine sivriltilmiş bir kemikle ya da çakmak taşıyla kaba bir resim çiziktirmek mümkündü. İslam Peygamberi
Hz. Muhammed (SAV) kutsal kitap Kuran-ı Kerim'i koyunları kürek kemiği üzerine yazdırmıştı. Eski Yunanlılar halk toplantılarında oylarını şimdi yapıldığı gibi Kağıt üzerine değil de çanak çömlek (ostrakonlar) üzerine yazarak verirlerdi.
Papirüs bulunduktan sonra bile birçok yazarlar yoksulluk yüzünden yazılarını çanak çömlek parçaları üzerine yazmak zorunda kalmışlardı. Antik Yunan bilginlerinden birinin kitap yazmak için evindeki bütün çanak çömleği kırdığını anlatırlar. Görevle Antik Mısır'da bulunan eski Romalı Asker ve memurlar; bir aralar papirüs yetersizliğinden hesap pusulalarını çanak çömlek parçaları üzerine yazmışlardır.
Ama palmiye yaprakları ile ağaç kabukları yazı yazmaya çok daha uygundu. Papirüs bulunmadan çok önce bunların üzerine iğne ile yazı yazılmaktaydı. Hindistan'da birçok kitap palmiye yaprakları üzerine yazılmıştı. Yaprakların kenarları bir ölçüde kesildikten sonra iplikle dikiliyordu. Bu kitabın kenarları altınla yaldızlanır ya da renk, renk boyanırdı. Böylece çok güzel bir kitap meydana gelmiş olurdu. Ormanca zengin olan ülkelerde kayın ve ıhlamur Ağacı kabuklarından yapılmış yapraklar üzerine yazı yazılırdı.
Bununla birlikte çok eski çağlardan itibaren bir yazı yazma yöntemi vardır onu bugünde kullanmaktayız. Bu taş üzerine yazı yazmadır. Taştan kitap kitapların en uzun yaşamlısıdır. Bunda 4000 yıl önce eski Mısır mezar tapınaklarının duvarlarına yazılmış olan upuzun hikayeler günümüze kadar gelmiştir.
Çamurdan kağıda doğru
İnsanlar çok eskiden beri taştan daha hafif ama onun kadar dayanıklı bir nesne aradılar. Tunç üzerine yazmayı denediler. Bir zamanlar sarayları ve tapınaklarını süslemiş olan üzerleri yazılı tunç levhaları bugün de görmek mümkündür. Bazen bu levhalardan birinin bütün bir duvarı kapladığı da olurdu. Levhanın iki yüzüne yazı yazılmışsa levha bir zincirle asılırdı.
Anlatırlar Fransa'da Blois kentinde tunçtan bir kilise kapısı vardır. Bu kilise kapısı bir kitabı andırır. Kapının üstünde Kont Etienne ile Blois kenti arasında yapılmış bir Antlaşma yazılıdır. Bu antlaşma gereğince halk Kont'un şatosu etrafına bir duvar çekmeyi kabul ediyor; buna karşılık Kont da şaraptan aldığı vergiyi halka bağışlıyordu. Şarabı içenler çoktan dünyadan göçtüler etrafındaki duvar yıkıldı. Buna karşılık tunç kapının kanadı üzerinde kazılmış olan antlaşma hala durmaktadır.
Bir ilginç yazı yazma yöntemi daha vardı
Bir zamanlar Dicle ile Fırat boylarında yaşayan Asurlularla Babilliler çok eskiden kullanmışlardı. Koyuncuk'ta eski başkent Ninova yıkıntıları arasında Austen Henry Layard adlı bir İngiliz Asur hükümdarı Asur Banibal'ın kitaplığını buldu. Bu içinde bir yaprak kağıt bile bulunmayan çok ilginç bir kitaplıktır. Bu kitaplığın bütün kitapları lüleci çamurundandı.
Lüleci çamurundan oldukça büyük ve kalın levhalar hazırlanırdı. Yazıcı yazısını üç köşeli sivri çomağıyla bu levhaların üzerine yazardı. Çomak çamurun içine batırılıp hızla çekilince kalın başlayıp incecik kuyruk halinde biten bir iz meydana gelirdi. Babilliler ve Asurlular böylece çok çabuk yazı yazarak çivi yazısının düzgün ve incecik satırlarıyla levhaları (tabletleri) doldururlardı. Bu iş bittikten sonra daha dayanıklı olması için çömlekçiye verilirdi. Asurlular da çömlekçiler kitap pişirirlerdi. Böylece taş gibi dayanıklı kitaplar oluşurdu.
Asurlular balçık üzerine yalnız yazı yazmazlar basma da yaparlardı. Değerli taşlardan kabartma resimlerle süslü merdane biçiminde mühürler kazırlardı. Bir antlaşma yaptıklarında bu merdaneyi balçık tablet üzerinden geçirirlerdi. Böylece tablet üzerinde çok iyi seçilebilen bir mühür çıkardı. Basmalar üzerindeki desenler bugün bu yolla yapılmaktadır. Rotatif basma makinesi de bu türde çalışmakta ve yazılar merdanenin üzerinde bulunmaktadır.
Papirus bulunuyor
Mısırlıların icat ettikleri kitap ise çok garipti. Uzun çok uzun ve yüz metrelik bir şerit düşünün: Bu şerit kağıttan yapılmışa benzerse de bu genelde "acayip" bir kağıttı. Elinize alıp ışığa tutarsanız incecik birçok çapraz çizgilerden yapılmış karelerden meydana geleceği görülecektir. Bir parçasını koparırsınız gerçekten de tıpkı hasıra benzeyen bir takım-şeritlerden örülü olduğu kolayca anlaşılır. Görünüşte bu kağıt; sarı parlak ve perdahlıdır. Balmumu levhalar gibi kolay kırılabilir de..
Üzerindeki satırlar şeridin uzunluğunca değil de dikine onlarca hatta yüzlerce sütunlar halinde yazılmıştır. Eğer satırlar şeridin uzunluğunca yazılmış olmasaydı her satırı okumak için şeridin bir başından öteki başına kadar gidip gelmek gerekirdi. Bu garip kağıt kendisinden daha garip bir bitkiden elde ediliyordu. Nil kıyılarının bataklık yerlerinde çıplak uzun gövdeli ve tepesinde püsküllü olan yine garip görünüşlü bir Bitki yetişmekteydi. Bu Bitkinin adı papirüstü. Dil bilim olarak da kelime birçok dilimize geçmiştir. Papier (Almanca ve Fransızca) paper (İngilizce) olarak dünya dillerinde örnekleri vardır.
Yazı yazmada ilk araçlar
Mumu bilmeyenimiz yoktur. Balmumundan bir kitabı görenlerimiz ise çok azdır. Yağ gibi eritilebilen bir kitap tuğla kitaplardan da şerit kitaplardan da çok daha yadırgatıcıdır. Romalıların icat ettiği balmumundan kitapların neredeyse geçen yüzyılın başarında Fransız devrimine kadar kullanıldığını bilenler pek azdır. Balmumundan kitap bizim cep defterimiz büyüklüğünde birkaç levhadan yapılmıştır. Her levhanın ortasında buraya sarı ya da siyaha boyanmış balmumu doldurulurdu. Bu levhaların iki köşesinde delikler vardır. Bu deliklerden geçirilen kurdelelerle levhalar birbirine bağlanarak bir kitap halini alırdı. Birinci ve sonuncu levhanın dış yüzeylerinde balmumu bulunmazdı. Böylece kitap kapandığında balmumu iç yüzündeki yazıların silinmesinden korkulmazdı.
Bu levhaların üzerine neyle yazılıyordu. Kuşkusuz Mürekkeple değil. Bu iş için bir ucu sivriltilmiş öteki ucu yuvarlaklaştırılmış çelik Kalemler kullanılıyordu. Kalemin sivri ucu ile yazar yuvarlak ucu ile de düzeltir ya da silerlerdi. İşte bizim silmek için kullandığımız lastiklerin ilklerinden biri de buydu. Balmumu yazı tahtaları çok ucuzdu. Dolayısıyla karalamalar notlar günlük hesaplamalar bunların üzerine yazılıyordu. Roma'ya uzak Mısır'a getirilen papirüs pahalıydı. Bu yüzden de yalnız kitap yapmakta kullanılıyordu.
Ancak şimdi kurşun kalemin ve ucuz kağıdın ortaya çıkışından sonra balmumu levhalardan vazgeçilebildi. Oysa bir kaç yüzyıl öncesine kadar hiçbir öğrenci kemerinde bir balmumu levha olmadan edemezdi. Daha papirüsün en parlak döneminde ona zorlu bir rakip türemişti. Parşömen!!!
Çok eski zamanlardan beri çobanlıkla geçinilen uluslar yazılarını evcil ve yaban hayvanı derileri üzerinde yazarlardı. Ama derinin yazı yazmaya uygun bir Madde;yani parşömen haline gelebilmesi için iyice terbiye edilmiş olması gerekti. Bakın bu nasıl olmuştu:
Anadolu yine önde
Eski Mısır'ın İskenderiye kentindeki kitaplıkta bir milyona yakın papirüs tomarı bulunuyordu. Bu kitaplığın zenginleşip büyümesinde Ptolome Sülalesi'nden gelen Firavunlar çok çalışmışlardı. Böylece İskenderiye kitaplığı uzun yıllar boyunca dünyanın en önde gelen kitaplığı oldu. Fakat bir  süre sonra bir kitaplık Anadolu'daki Bergama kenti kitaplığı onunla yarışmaya başladı.
O sırda hükümdarlık eden Mısır Firavunu Bergama kitaplığını acımasızca cezalandırmaya karar verdi ve ülkesinden papirüs gönderilmesini yasakladı. Bergama hükümdarı da buna karşılık şöyle bir önlem düşündü: Yurdunun en usta adamlarını yanına çağırıp koyun ya da keçi derisinden papirüs yerini tutacak ve yazı yazmaya yarayacak bir madde hazırlamalarını buyurdu. İşte o Günden sonra Bergama dünyaya parşömen satan bir yer haline geldi. Yunanca "pergament adını alan Parşömen doğduğu kentin (Pergamon) adını alarak böyle icat olmuştu. Kısa bir süre sonra Parşömeni katlanabileceği ve defter haline getirilebileceği anlaşıldı. Ayrı, ayrı yapraklardan dikilmiş kitap da böyle ortaya çıktı.
Zamanla Mısır'da Papirüs daha az üretilmeye başlandı. Hele Araplar Mısır'ı aldıktan sonra Mısır'dan Avrupa ülkelerine olan papirüs gönderilişi büsbütün durdu. İşte ancak o Gün parşömen kesin bir zafere ulaştı. Bu pek de olumlu bir zafer değildi. Roma İmparatorluğu bu olaydan bir kaç yüzyıl önce kuzeyden ve doğudan gelen yarı ilkel kavimlerce yıkıma uğratılmıştı.
Bitmez tükenmez savaşlar bir zamanlar zengin olan kentleri ıssız bir duruma getirmişti. Her geçen yıl yalnız bilginlerden değil okuma-yazma bilenlerinin sayısını da azaltmıştı. Parşömen kitap kopya etmeye yarayan biricik araç olarak kaldığında onun üstüne yazı yazacak kişi de hemen, hemen kalmamış gibiydi. Romalı kitapçıların büyük kopya işlikleri çoktan kapanmıştı. Yalnız kral saraylarında ağdalı bir dile mektuplar yazan yazıcılar kalmıştı. Bundan başka kuytu ormanlar da ya da ıssız vadilerde kaybolmuş manastırlarda sevap işlemek için kitap kopya eden keşişlere de rastlamak mümkündü.
Kitap
O çağlarda kullanılan Mürekkep de Romalıların ya da Mısırlıların kullandıkları Mürekkepten ayrıydı. Parşömen üzerine yazmak için deriye iyice sinen ve silinmesi kolay olmayan özel dayanıklı bir mürekkep icat olunmuştu. Bu mürekkep bugün de birçok mürekkeplerin yapıldığı gibi mazı soyundan (mürekkep kozası) demir sülfattan ve reçineden (ya da Arap zamkından) yapılırdı.
İşte artık kağıdın icat edilmiş olduğu Günlerden kalma eski bir elyazmasında bulunan ve o zaman ki mürekkeplerin nasıl yapıldığını anlatan bir reçete: "Mazıları bir Ren şarabı içine atarak güneşe ya da Sıcak bir yere bırakınız. Elde edilecek sarı Suyu bir bezden süzdükten sonra ve mazıları da ezdikten sonra bu suyu başka bir şişeye doldurunuz. Bunu unla karıştırmış demir sülfat katınız. Sık, sık bir kaşıkla karıştırınız. Güzel bir mürekkep elde etmiş olursunuz. Mazıların yeter derecede Ren şarabının da mazıların içinde kaybolacak miktarda olması gerekir. İstediğimiz ölçüyü tutturabilmeniz için demir sülfatı azar, azar koyunuz. Mürekkebi kaleminizle kağıdın üzerinde bir deneyiniz. İstediğiniz kadar siyah olmadığını görürseniz koyultmak için bir reçine tozu katınız sonra da dilediğinizi yazınız!"
Bu eski Mürekkebin şaşırtan bir özelliği vardı. O mürekkeple yazıldığından önceleri yazının rengi çok soluk olurdu. Aradan bir süre geçtikten sonra yazı kararırdı. Bizim şimdiki mürekkeplerimiz ise içlerine boya katabildiğimiz için daha iyidir. Bu nedenle de bunları yalnız okuyan değil yazan da iyi görebilir. Bir dönemler nasıl papirüs parşömene yenildiyse eninde sonunda parşömen de yerini hepimizin bildiği kağıt'a bırakmak zorunda kaldı.
Çinliler kağıdı yapıyor
Kağıdı ilk yapanlar Çinlilerdir. 2000 yıl kadar önce daha Avrupa'da Yunanlılar ve Romalılar ünlü Mısır papirüsleri üzerine yazı yazarken Çinliler kağıt yapmayı çoktan biliyorlardı. Kağıt yapmak için bambu lifleri bazı otlar ve eski paçavralar kullanılıyordu. Bunları bir dibek içinde suyla karıştırıp hamur haline getiriyorlardı. Bu Hamurdan da kağıt yapılıyordu. Burada kalıp olarak incecik bambu kamışıyla ipekten kafes şeklinde örülmüş çevreler kullanılıyordu.
Kalıbın üzerine kağıt kurumadan biraz dökülüp liflerin birbirine yapışması ve keçe haline gelmesi için kalıp her tarafa eğilirdi. Su kafesin deliklerinden akar kafesin üstünde de ıslak kağıt tabakası kalırdı. Bu tabakayı dikkatle kaldırır bir tahtanın üzerine serer ve güneşte kurutulurdu. Sonunda bu kurutulmuş kağıt yapraklarından bir tomarını tahtadan yapılmış bir baskı aracının Altına koyarlardı.
Kağıt Asya'dan Avrupa'ya gelinceye kadar birçok yıllar geçti. Bu iş bazı aşamalardan geçti 704 yılında Araplar, Orta Asya'da Semerkant kentini aldılar. Orada ellerine geçirdikleri bir çok ganimet arasında kağıt yapmanın sırrını da alıp ülkelerine götürdüler. Bu yolla Arapların eline geçen kağıt nedeniyle Sicilya İspanya ve Suriye gibi ülkelerde kağıt fabrikaları kuruldu. Suriye'nin Avrupalıların Bambic diye adlandırıldıkları Manbic kentinde de bir imalathane kurulmuştu.
Arap tacirleri karanfil biber ve güzel kokular gibi doğu mallarıyla birlikte Avrupa'ya Manbiç kağıdı da götürüyorlardı. Kağıtların en iyisi bütün tabakalar halinde satılan Bağdat Kağıdı sayılıyordu. Mısır'da çeşitli kağıt türleri yapılmaktaydı. Bunların arasında çok büyük tabakalar halinde yapılan "İskenderiye kağıdı"ndan tutun da güvercin postalarında kullanılan küçücük tabakalara kadar her türlü kağıt vardı.
Bu tür kağıt eski paçavralardan yapılmaktaydı. Siyah benekli bir rengi vardı. Işığa tutulduğunda yer, yer paçavra parçaları bile görülüyordu. Avrupa'nın kendi kağıt fabrikaları ya da o günlerin deyimiyle "kağıt değirmenleri" görülünceye kadar aradan yüzyıllar geçti. Artık XIII. yüzyılda bu tür kağıt değirmenlerini görmek mümkündü.
Baskının önderi
Bu sıralarda Almanya'nın Mainz kentinde Johannes Gutenberg adlı bir adam kendi bastığı kitabı yani baskı makinesiyle basılan ilk kitabı gözden geçirmekteydi. Harflerin biçimiyle kitabın düzenli elyazması kitapları çok andırıyordu. Fakat aralarındaki fark yine de uzaktan bile görülüyordu. Siyah ve okunaklı harfler törene çıkmış Askerler gibi düzgün ve dimdik duruyorlardı. Yazıcının (hattat) yazı kalemiyle savaşa tutuşan baskı makinesi çok kısa zamanda onu alt etti. Çünkü elle ancak uzun yıllar süresice yapılan kocaman eserler baskı makinesinde bir kaç Günde bastırabiliyordu.
Git gide el yazması bir kitapla baskı makinesinde basılan bir kitap arasındaki benzerlik gittikçe azaldı. Yavaş, yavaş harfler yazmak çok zordu. Oysa baskı makinesi bunu kolayca yapabiliyordu. Böylece kocaman kalın kitapların yerini baskı makinesinde basılmış harfleri okunaklı küçük kitaplar aldı.
Elyazması kitaplardaki her resmi ressamlar yapmak zorundaydı. Baskı makinesinden basılan kitaplarda ise elle yapılan resimlerin yerini gravürler aldı. Yazı yazan makine yani baskı makinesi aynı zamandan resim yapan makineye dönüştü. Böylece birkaç Saat içinde yüzlerce gravür" yapmak" mümkün oluyordu. Bütün bunlar kitapları ucuzlattı.
Günümüz kitaplarında gördüğümüz başlıklar iç kapaklar dış kapaklar gömme başlıklar bizi hiç şaşırtmaz. Sayfa başındaki sayılar bize çok doğal görünür. Kelimeleri virgülleri gördüğümüzde de "Bu da ne oluyor" diye şaşırmazsınız herhalde.
Oysa kitaplarda iç kapağın başlığın gömme başlıkların ve virgüllerin olmadığı dönemler vardı. Bütün bunların ne zaman ve niçin ortaya çıktığını kesin olarak söylemek bile mümkündür. Sözgelişi dış kapak 1500 yılında şu nedenle ortaya çıkmıştır. Eskiden kitaplar basılmaz yazılırdı. Bunlar büyük bir çoğunlukla satış için değil ısmarlama olarak yazılırdı. Bu yüzden kitap yazanın kitabı Reklam etmesine hiç gerek yoktu.
Basımevleri için durum daha da farklıydı. Bir basımevi yüzlerce binlerce sayıda kitap basılıyordu. Hem bu bastığı kitaplar ısmarlama olarak değil doğrudan doğruya satış içindi. Bu kitaplara alıcı bulmak gerekliydi. Bunun için kitabın adını birinci sayfaya büyük harflerle basmak gerekiyordu. İşte böylece kitap kapağı ortaya çıkmış oldu. O dönemde kitabın ilk sayfası kitapçı dükkanının kapısına asılırdı. Bu kitabın çıkışını bildiren bir ilan demekti.
Kitabın çıkışıyla şu ana kadar elde ettiğimiz bilgilerin çoğunu bu yolla elde etmiş olduk. Kitaplar belki Elektronik bir ortama geçebilir. Şu an hali hazırda e-books dediğimiz teknolojik Aletler kullanılmakta. Ancak bir geçek var ki yazının ölümsüzlüğü. Belki sözcüklerin belki de düşüncelerin eninde sonunda vücut bulacağı ve kullanacağı yazılardır. Geçmişin zorluklarıyla geleceğimize pencere açarsak yazının icadını aklımızdan çıkarmayalım.
Sizce insanlık tarihinin en önemli ikinci buluşu nedir?
Bu da gelecek yazımızın konusu olacaktır.

Kaynakça;
1. Fikri Akdeniz; Uygarlık Tarihinde Yazının Gelişimi ve Aritmetik Tarihine giriş.
2. Güvenç B. Kültür’ün ABC si Yapı kredi yayınları.
3. Dollot L. Kitle Kültürü ve Bireysel Kültür ( Çeviri özlem Nudralı) İletişim yayıncılık
4. Hobson J. M. Batı Medeniyetinin doğulu kökenleri. ( çeviri; Esra Ermert ) yapı kredi yayınları.
5. Turan Ş. Türk Kültür Tarihi, Bilgi yayınevi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İnsan doğuştan kötü müdür?

İnsan doğuştan kötü müdür? “ Her ne arar isen, kendinde ara.” Hacı Bektaşı Veli ” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varl...