İNSANIN EN BÜYÜK BULUŞU
“ Eğer insanlık yazıyı bulamasaydı,
Hıristiyanlığın kutsal kitabı ve Hz. İsa fenomeni de oluşamazdı. Bu da demektir
ki kutsal kitap insan tarafından oluşturuldu.”
- Friedrich
Nietzsche –
Bu düşünce belki insanı bir
an irkiltebilir. Ancak
sakin kafa ile düşünüldüğünde bazı gerçekler daha net anlaşılabilir.
Yazı olmasaydı bu gün biri
birimizle sağlıklı ve kalıcı iletişim kuramazdık.
“ Tarih yazı ile başlar.“
söylemi ne kadar doğru bir söylemdir?
Yazı olmasaydı, hiçbir dil,
sözcük kapasitesini bin sözcüğün üzerine çıkaramazdı. Dilin; dilbilgisi
kuralları oluşturulamazdı. En yakın
iki yerleşim birimi arasında dil bağlamında yüzde yüz anlaşma sağlanamazdı. Bilgi
birikimi, aktarımı, edinimi oluşamazdı. Böylece
bugünkü bilimsel bilgi birikimi ve onun eseri teknoloji de oluşamazdı.
Friedrich Nietzsche’nin
deyimiyle “kutsal kitap oluşmazdı”.
İyi de bu yazı fenomeni herhalde
bir gecede insanlığa ilham olarak gelmedi.
Yazı; Ağızdan çıkan seslerin,
dolayısıyla dili oluşturan sözcüklerin göz ile görülebilen ya da elle
dokunulabilen işaretler, simgeler, semboller halinde oluşturulmasıdır.
Sözcüklerin uzağında bulunan kişilere ulaştırılması ya da ondan sonra gelecek
kuşaklara aktarılması ancak onların biçimlendirilmesi
İle
mümkün olabilmektedir. Bu yüzden de duyguların, düşüncelerin ve olayların
saptanıp aktarılmasını gerektiğinde yeniden öğrenilmesini sağlayan yazı,
insanoğlunun en büyük buluşlarının başında gelir. Böyle kabul edilir. Aynı
zamanda da tarih denen sürecin başlangıcı olur.
Yazının
Tarihsel Gelişimi
Bu
gün yeryüzünde çok farklı yazıların yani alfabelerin kullandığını biliyoruz.
Gerçekten
de bu serüven bu kadar kolay mı oluşmuştur?
Yazının
ilk bulunuşundan günümüzdeki – harf
yazısı – durumuna gelinceye kadar genelde beş aşamada geçtiği kabul
edilmektedir.
- Madde
yazısı
- Resim
yazısı
- Düşün
yazısı
- Hece
(Ses) yazısı
- Harf
yazısı
Şimdi bu
aşamaları özetle açıklamaya çalışalım.
1. Madde
Yazısı;
Anlatılmak istenen şeyin çevrede bulunan çeşitli maddelere, sembollere
başvurularak belirtilmek istenmesi olgusudur.
Örneğin; Taş dikmek mezar anlamınadır.
2. Resim
Yazısı;
Anlatılmak istenen nesnenin resminin yapılmasıdır. Piktografi denilen resim yazısı ilk kez Mezopotamya da ardında da Mısırda
başvurulmuştur.
3. Düşün
Yazısı;
Düşüncelerin belli simgelerle anlatılması demek olan bu tür resim yazısının
gelişmesi sonucunda bulunmuştur. Sümer
çivi yazısı ve Mısır hiyeroglif yazılarını
bunun belirgin örnekleridir.
4. Hece (
ses) Yazısı; Şekil yazısından –
ses’lerin – hecelerin belirtildiği yazıya geçer. Yazı tarihinde ikinci
büyük gelişmeyi yansıtmaktadır. Çin’de
ve Japonya’da kullanılan resim/hece yazılarının Mezopotamya’dan
kaynaklanmadığı, bunların bağımsız bir gelişme olduğu kabul edilmektedir.
5. Harf
Yazısı ( Alfabe); Yazının gelişmesinde son aşamadır. Tek heceli sözcüklerin,
zamanla – sesli – anlamlarını
yitirip – tek ses – işareti haline
gelmeleri durumudur.
Bazı tarihçilerin iddialarına
göre; İlk yazıyı M.Ö. 3200 yıllarında Sümerler buldular. İlk yazıları şekiller
üzerine kurulu yani her varlık ve olay için bir şekil kullandılar. Çivi yazısı
işaretleri geçmişteki bir resim yazısına dayanır. Bir kavramı ifade eden işaretlere
ideogram adı verilir.
İnsanlık tarihi yazının icadı ile başlar ve bu araç ile
bilgi -toplanabilir, iletilebilir, saklanabilir- hale gelir. Beş bin yıl
sonra matbaanın icadı ile biriken bilginin -yayılması - gerçekleşir.
Bilginin –işlenmesi- için ise beş yüzyıl daha beklenecek, bilgisayarın
icadı gerekecektir.
Yazı ve matbaa’dan sonraki dünyalar, bir öncesine hiçbir şekilde benzemez ve bu süreçte toplumdaki değer ölçüleri, sosyal ve politik yapı, sanat, edebiyat, mimarlık vb. bütün temel kurumlar, geri dönülmeyecek şekilde değişir. Tıpkı bilgisayar’ın icadından sonraki dünyanın, bir önceki dünyaya benzemeyeceği gibidir.
Yazı ve matbaa’dan sonraki dünyalar, bir öncesine hiçbir şekilde benzemez ve bu süreçte toplumdaki değer ölçüleri, sosyal ve politik yapı, sanat, edebiyat, mimarlık vb. bütün temel kurumlar, geri dönülmeyecek şekilde değişir. Tıpkı bilgisayar’ın icadından sonraki dünyanın, bir önceki dünyaya benzemeyeceği gibidir.
Bu yazımızda, yazının icadını inceleyeceğiz. Konuya bizim de kullandığımız Latin alfabesine odaklı olarak yaklaşacağız.
İnsanın evrimini inceleyen üç bilim dalı olan primatoloji, paleontoloji ve paleoantropoloji araştırmaları -modern insan’ın- homo erectus’tan evrimleşerek homo sapiens’den başlamasından bugüne, yaklaşık 350-400 bin yıl geçmiş olduğunu belirler. Ancak bu bir –türetilmiş- bilgidir ve gerçek -kayıtlı bilgi- ise yazının icadı ile başlar.
Bilindiği gibi yazıyı Güney (Aşağı) Mezopotamya’da yaşayan Sümer’ler icat etmiştir. İlk yazı benzeri işaretler için İ.Ö. 8000 yıllarına kadar iniliyorsa da, yazının icadında İ.Ö. 3500 yılları genel olarak kabul gören tezdir. Yazının icadı ile insanların belli merkezlere yerleşerek ilk ‘şehir-devlet’, daha sonra da ‘krallıkları’ kurmaları arasında eşzamanlılık bir rastlantı değildir. Arkeolog Denise Schmandt-Bessarat’ın Louvre’lu Pierre Amiet’in hipotezi üzerine geliştirdiği teorisine göre, yazının ilk işlevi ‘muhasebe-defter tutmadır’.
Sümer yazısının ilk yaygın örneklerinin; zirai ürünleri temsil eden tahıl, koyun, dana vb. olması bu tezi güçlendirmektedir. Toprak hamurundan yapılan kil üzerine sembolize şekiller ve hatta bir nevi zarf içine koyulmuş yazıların -konşimento, senet, borç belgesi - benzeri ticari belgeler olduğu anlaşılmaktadır (ilk dönem bilgisayarların günlük hayata –muhasebe işlemleri için defter tutma- amacıyla girdiğini hatırlayalım).
Daha sonraki yıllarda gelişmelerle Sümer yazısı, eşya ve insan isimlerini içeren 1,200 logografik (resim benzeri) sembollü bir iletişim aracı olmuştur. Zamanla yazının logografik nitelikleri, cuneiform ( çizgisel formlar ) kazanarak alfabe benzeri şekillere dönüşmüş ve fonolojik unsurlar içermeye başlamıştır. Heceleme sisteminin geliştirilmesi ve kelimelere takılar eklenmesi, konuşma dili ile yazıyı giderek birbirine yaklaştırmış ve bütünsel bir iletişim aracı meydana gelmiştir.
İ.Ö. 3. milenyumda Sümer yazısını benimseyen Akadlar ve Akadca’nın diyalektlerini kullanan Asurlular ve Babilliler, yazının fonolojik niteliklerini arttırarak kendi –yazılı- dillerine kavuşmuşlardır. Hamurabi Kanunları olarak bildiğimiz ünlü eserler, Eski Babil dili ile yazılmış bu karakterde bir yazı örneğidir (Bu dönemde Mısırlılar da, Sümer-Akad çizgisinden esinlenerek -hiyeroglif'i - geliştirmişlerdir).
Ancak bu yazı sisteminin bugünküne benzer bir netlikte olmadığının altını çizmek gerekir. Kelimeler yalnız ünsüz (sessiz) harflerle oluşturulur. Örnek olarak /k/, /t/, /b/y’i sembolize eden formlar ile değişik sesler çıkararak kelimeler yazıya aktarılmıştır. Bu sistemde –yazmak- kökünden –katab; o yazdı-, -katabi; ben yazdım-, -katebu;onlar yazdılar - olarak seslenmekte; fakat yazılı halinde, hepsi – ktb - olarak sembolize edilmektedir.
Alfabenin evrimi ve bugün kullandığımız Latin
alfabesine ulaşılması ise, Semitik bir ırk olan Fenikeliler’in, Sümerler’in
yazı sistemi üzerine geliştirdiği sembollere dayanmaktadır. Mezopotamya’nın
kuzey batısında ve bugünkü Lübnan çevresinde yaşayan deniz ticaret ile ünlü Fenike’liler
İ.Ö. 2. milenyumda Fenike (Semitik) alfabesini icat etmişlerdir.
Afrika-Asya dil grubunun bir parçası olan Semitik Fenike dili, ticaret rüzgarlarını arkasına alarak batıya doğru uzanmıştır. O dönemin en önemli ticaret merkezi olan Akdeniz’de, Fenike alfabesi Yunan uygarlığına ulaşmıştır. Yunan Alfabesi ise belli bir süreçten geçerek İ.Ö. 1000 – 900 yıllarında son şeklini almıştır. Alfabeye Yunanlıların en önemli katkısı ünlü (sesli) harfleri de alfabenin içine almaları olmuş ve bugünkü yazı sisteminin temelini oluşturmuştur.
Romalılar ise Yunan Alfabesini, Yunan kültürü ile birlikte almışlardır (en fazla yaptıkları mitolojik tanrı adlarını değiştirerek, Afrodit’e Venüs, Zeus’a Jupiter demişlerdir). Etrüskler tarafından geliştirilen 26 karakterli sistemden, bir evrimle 21 karakterli Latin alfabesi, İ.O. birinci yüzyılda son şeklini almıştır. Latin alfabesi ortaçağların sonuna kadar, Avrupa’nın tek ortak alfabesi olmuş ve tüm tıp, hukuk, fen ve güzel sanatlar Latin alfabesi ile yazılmıştır. Ancak, el yazması ile çoğaltma dışında bir mekanizma olmayışı, bilginin yayılmasını engellemiş ve bilim, din ve saray çevresinde kalmıştır.
Afrika-Asya dil grubunun bir parçası olan Semitik Fenike dili, ticaret rüzgarlarını arkasına alarak batıya doğru uzanmıştır. O dönemin en önemli ticaret merkezi olan Akdeniz’de, Fenike alfabesi Yunan uygarlığına ulaşmıştır. Yunan Alfabesi ise belli bir süreçten geçerek İ.Ö. 1000 – 900 yıllarında son şeklini almıştır. Alfabeye Yunanlıların en önemli katkısı ünlü (sesli) harfleri de alfabenin içine almaları olmuş ve bugünkü yazı sisteminin temelini oluşturmuştur.
Romalılar ise Yunan Alfabesini, Yunan kültürü ile birlikte almışlardır (en fazla yaptıkları mitolojik tanrı adlarını değiştirerek, Afrodit’e Venüs, Zeus’a Jupiter demişlerdir). Etrüskler tarafından geliştirilen 26 karakterli sistemden, bir evrimle 21 karakterli Latin alfabesi, İ.O. birinci yüzyılda son şeklini almıştır. Latin alfabesi ortaçağların sonuna kadar, Avrupa’nın tek ortak alfabesi olmuş ve tüm tıp, hukuk, fen ve güzel sanatlar Latin alfabesi ile yazılmıştır. Ancak, el yazması ile çoğaltma dışında bir mekanizma olmayışı, bilginin yayılmasını engellemiş ve bilim, din ve saray çevresinde kalmıştır.
Ortadoğuda Yunan ve Arami alfabeleri olarak iki
yönde başlayan gelişmeler, bugün yeryüzünde kullanılan alfabenin en büyük
kısmını meydana getirmiştir. Yunan alfabesinden çıkarılan Latin ve Slav
alfabeleri, Avrupa ve Amerika kıtalarını kapladıktan sonra öteki kıtalara
yayılmaya başlamıştır.
Arami kolundaki gelişme ve değişmeler de İbrani,
Logud, Ermeni ve Arap alfabelerini doğurarak daha çok Ortadoğu da yaygınlık
kazanmış ve Afrika’yı etkilemiştir.
Çin’de ve Japonya’da kullanılan resim/hece
yazılarının Mezopotamya’dan kaynaklanmadığı, bunların bağımsız bir gelişme olduğu
kabul edilmektedir. Asya kıtasının diğer alfabelerini de dikkate almak gerekir.
Ne kadar ilginçtir ki, Batı kültürü için çok önemli bir temel olan Fenikeliler’in geliştirdiği alfabe, Hint-Avrupa dillerine büyük katkıda bulunurken, kendisi doğu kültürü içinde kaybolmuştur. Bir o kadar ilginci de, Afrika-Asya ve Hint-Avrupa dil grupları ile hiçbir ilgisi bulunmayan, Ural-Altay dil grubundan olan Türkçenin (Türk alfabesinin) seyridir. Latin karakterleri Atatürk’ün öngörüsü ile Türkiye’mizin yazı sistemi ve alfabesinin temelini oluşturmuş, Batı ile bütünleşmede en önemli araç haline gelmiştir.
Harfler bir ülkeden öteki ülkeye bir ulustan öteki ulusa
geçerken bir başka gezi daha yapıyor. Taşların üzerinde papirüse papirüsten
mumlu levhalara mumlu levhalardan parşömene ve
parşömenden de kağıda geçiyorlardı. Kumlu toprağa
ekilen bir Ağaç
killi ve bataklık bir alana ekilen ağaçtan nasıl değişik şekilde büyürse;
harfler de taştan kağıda geçen süreçte öylece görünüşlerini ve biçimlerini
değiştirdiler. Taş üstünde dik ve dümdüz yükseliyor Kağıdın
üzerinde yuvarlaklaşıyordu. Balmumu üzerinde de yıldız biçiminde kıvrıldılar.
Balçık üstünde çivileştiler yıldız iğne biçimi aldılar. Hele Kağıt
ve parşömen üzerinde sürekli kıllık ve biçim değiştirdiler.
Yazı yazmak için çok çeşitli araçlar kullanılmıştır. Hiç
elimizden düşürmediğimiz Kağıt
Kalem
dünün icadıdır. Biraz daha öncelere ilk insanların resimlerden yazının henüz
doğmakta olduğu çağlara dönersek o zaman
yazı yazmanın inanılmayacak kadar zor olduğu görülür. Çünkü o günlerde bu iş
için gereken araçlar yoktu. Herkes ne ile
neyin üzerinde nasıl yazacağını kendisi düşünüp bulmak zorundaydı.
O dönemin araçları arasında taş koyunun kürek kemiği balçık
yaprağı çanak çömlek parçaları yırtıcı hayvan derileri ve ağaç kabukları gibi
şeyler hep bu dönemde kullanılıyordu. Bütün bunların üzerine sivriltilmiş bir
kemikle ya da çakmak taşıyla kaba bir resim çiziktirmek mümkündü. İslam
Peygamberi
Hz. Muhammed (SAV) kutsal kitap Kuran-ı Kerim'i koyunları kürek kemiği üzerine yazdırmıştı. Eski Yunanlılar halk toplantılarında oylarını şimdi yapıldığı gibi Kağıt üzerine değil de çanak çömlek (ostrakonlar) üzerine yazarak verirlerdi.
Hz. Muhammed (SAV) kutsal kitap Kuran-ı Kerim'i koyunları kürek kemiği üzerine yazdırmıştı. Eski Yunanlılar halk toplantılarında oylarını şimdi yapıldığı gibi Kağıt üzerine değil de çanak çömlek (ostrakonlar) üzerine yazarak verirlerdi.
Papirüs bulunduktan sonra bile birçok yazarlar yoksulluk
yüzünden yazılarını çanak çömlek parçaları üzerine yazmak zorunda kalmışlardı.
Antik Yunan bilginlerinden birinin kitap yazmak için evindeki bütün çanak
çömleği kırdığını anlatırlar. Görevle Antik Mısır'da bulunan eski Romalı Asker
ve memurlar; bir aralar papirüs yetersizliğinden hesap pusulalarını çanak
çömlek parçaları üzerine yazmışlardır.
Ama palmiye yaprakları ile ağaç kabukları yazı yazmaya çok daha
uygundu. Papirüs bulunmadan çok önce bunların üzerine iğne ile yazı
yazılmaktaydı. Hindistan'da birçok kitap palmiye yaprakları üzerine yazılmıştı.
Yaprakların kenarları bir ölçüde kesildikten sonra iplikle dikiliyordu. Bu
kitabın kenarları altınla yaldızlanır ya da renk, renk boyanırdı. Böylece çok
güzel bir kitap meydana gelmiş olurdu. Ormanca zengin olan ülkelerde kayın ve
ıhlamur Ağacı
kabuklarından yapılmış yapraklar üzerine yazı yazılırdı.
Bununla birlikte çok eski çağlardan itibaren bir yazı yazma
yöntemi vardır onu bugünde kullanmaktayız. Bu taş üzerine yazı yazmadır. Taştan
kitap kitapların en uzun yaşamlısıdır. Bunda 4000 yıl
önce eski Mısır mezar tapınaklarının duvarlarına yazılmış olan upuzun hikayeler
günümüze kadar gelmiştir.
Çamurdan
kağıda doğru
İnsanlar çok eskiden beri taştan daha hafif ama onun kadar
dayanıklı bir nesne
aradılar. Tunç üzerine yazmayı denediler. Bir zamanlar
sarayları ve tapınaklarını süslemiş olan üzerleri yazılı tunç levhaları bugün
de görmek mümkündür. Bazen bu levhalardan birinin bütün bir duvarı kapladığı da
olurdu. Levhanın iki yüzüne yazı yazılmışsa levha bir zincirle asılırdı.
Anlatırlar Fransa'da Blois kentinde tunçtan bir kilise kapısı
vardır. Bu kilise kapısı bir kitabı andırır. Kapının üstünde Kont Etienne ile
Blois kenti arasında yapılmış bir Antlaşma
yazılıdır. Bu antlaşma gereğince halk Kont'un şatosu etrafına bir duvar çekmeyi
kabul ediyor; buna karşılık Kont da şaraptan aldığı vergiyi halka bağışlıyordu.
Şarabı içenler çoktan dünyadan göçtüler etrafındaki duvar yıkıldı. Buna
karşılık tunç kapının kanadı üzerinde kazılmış olan antlaşma hala durmaktadır.
Bir
ilginç yazı yazma yöntemi daha vardı
Bir zamanlar Dicle ile Fırat boylarında yaşayan Asurlularla
Babilliler çok eskiden kullanmışlardı. Koyuncuk'ta eski başkent Ninova
yıkıntıları arasında Austen Henry Layard adlı bir İngiliz Asur
hükümdarı Asur Banibal'ın kitaplığını buldu. Bu içinde bir yaprak kağıt bile
bulunmayan çok ilginç bir kitaplıktır. Bu kitaplığın bütün kitapları lüleci
çamurundandı.
Lüleci çamurundan oldukça büyük ve kalın levhalar hazırlanırdı.
Yazıcı yazısını üç köşeli sivri çomağıyla bu levhaların üzerine yazardı. Çomak
çamurun içine batırılıp hızla çekilince kalın başlayıp incecik kuyruk halinde
biten bir iz meydana gelirdi. Babilliler ve Asurlular
böylece çok çabuk yazı yazarak çivi yazısının düzgün ve incecik satırlarıyla
levhaları (tabletleri) doldururlardı. Bu iş bittikten sonra daha dayanıklı
olması için çömlekçiye verilirdi. Asurlular da çömlekçiler kitap pişirirlerdi.
Böylece taş gibi dayanıklı kitaplar oluşurdu.
Asurlular balçık üzerine yalnız yazı yazmazlar basma da
yaparlardı. Değerli taşlardan kabartma resimlerle süslü merdane biçiminde
mühürler kazırlardı. Bir antlaşma yaptıklarında bu merdaneyi balçık tablet
üzerinden geçirirlerdi. Böylece tablet üzerinde çok iyi seçilebilen bir mühür çıkardı.
Basmalar üzerindeki desenler bugün bu yolla yapılmaktadır. Rotatif basma
makinesi de bu türde çalışmakta ve yazılar merdanenin üzerinde bulunmaktadır.
Papirus
bulunuyor
Mısırlıların icat ettikleri kitap ise çok garipti. Uzun çok uzun
ve yüz metrelik bir şerit düşünün: Bu şerit kağıttan
yapılmışa benzerse de bu genelde "acayip" bir kağıttı. Elinize alıp
ışığa tutarsanız incecik birçok çapraz çizgilerden yapılmış karelerden meydana
geleceği görülecektir. Bir parçasını koparırsınız gerçekten de tıpkı hasıra
benzeyen bir takım-şeritlerden örülü olduğu kolayca anlaşılır. Görünüşte bu
kağıt; sarı parlak ve perdahlıdır. Balmumu levhalar gibi kolay kırılabilir de..
Üzerindeki satırlar şeridin uzunluğunca değil de dikine onlarca
hatta yüzlerce sütunlar halinde yazılmıştır. Eğer satırlar şeridin uzunluğunca
yazılmış olmasaydı her satırı okumak için şeridin bir başından öteki başına
kadar gidip gelmek gerekirdi. Bu garip kağıt kendisinden daha garip bir
bitkiden elde ediliyordu. Nil kıyılarının bataklık yerlerinde çıplak uzun
gövdeli ve tepesinde püsküllü olan yine garip görünüşlü bir Bitki
yetişmekteydi. Bu Bitkinin
adı papirüstü. Dil bilim olarak da kelime birçok dilimize geçmiştir. Papier
(Almanca ve Fransızca) paper (İngilizce) olarak dünya dillerinde örnekleri
vardır.
Yazı
yazmada ilk araçlar
Mumu bilmeyenimiz yoktur. Balmumundan bir kitabı görenlerimiz
ise çok azdır. Yağ gibi eritilebilen bir kitap tuğla kitaplardan da şerit
kitaplardan da çok daha yadırgatıcıdır. Romalıların icat ettiği balmumundan
kitapların neredeyse geçen yüzyılın başarında Fransız devrimine kadar
kullanıldığını bilenler pek azdır. Balmumundan kitap bizim cep defterimiz
büyüklüğünde birkaç levhadan yapılmıştır. Her levhanın ortasında buraya sarı ya
da siyaha boyanmış balmumu doldurulurdu. Bu levhaların iki köşesinde delikler
vardır. Bu deliklerden geçirilen kurdelelerle levhalar birbirine bağlanarak bir
kitap halini alırdı. Birinci ve sonuncu levhanın dış yüzeylerinde balmumu
bulunmazdı. Böylece kitap kapandığında balmumu iç yüzündeki yazıların
silinmesinden korkulmazdı.
Bu levhaların üzerine neyle yazılıyordu. Kuşkusuz Mürekkeple
değil. Bu iş için bir ucu sivriltilmiş öteki ucu yuvarlaklaştırılmış çelik Kalemler
kullanılıyordu. Kalemin
sivri ucu ile yazar yuvarlak ucu ile de düzeltir ya da silerlerdi. İşte bizim
silmek için kullandığımız lastiklerin ilklerinden biri de buydu. Balmumu yazı
tahtaları çok ucuzdu. Dolayısıyla karalamalar notlar günlük hesaplamalar
bunların üzerine yazılıyordu. Roma'ya uzak Mısır'a getirilen papirüs pahalıydı.
Bu yüzden de yalnız kitap yapmakta kullanılıyordu.
Ancak şimdi kurşun kalemin ve ucuz kağıdın ortaya çıkışından
sonra balmumu levhalardan vazgeçilebildi. Oysa bir kaç yüzyıl öncesine kadar
hiçbir öğrenci kemerinde bir balmumu levha olmadan edemezdi. Daha papirüsün en
parlak döneminde ona zorlu bir rakip türemişti. Parşömen!!!
Çok eski zamanlardan beri çobanlıkla geçinilen uluslar
yazılarını evcil ve yaban hayvanı derileri üzerinde yazarlardı. Ama derinin
yazı yazmaya uygun bir Madde;yani
parşömen haline gelebilmesi için iyice terbiye edilmiş olması gerekti. Bakın bu
nasıl olmuştu:
Anadolu
yine önde
Eski Mısır'ın
İskenderiye kentindeki kitaplıkta bir milyona yakın papirüs tomarı bulunuyordu. Bu kitaplığın
zenginleşip büyümesinde Ptolome
Sülalesi'nden gelen Firavunlar çok
çalışmışlardı. Böylece İskenderiye kitaplığı uzun yıllar
boyunca dünyanın en önde gelen kitaplığı oldu. Fakat bir süre sonra bir kitaplık Anadolu'daki Bergama
kenti kitaplığı onunla yarışmaya başladı.
O sırda hükümdarlık eden Mısır
Firavunu Bergama kitaplığını acımasızca cezalandırmaya karar verdi ve
ülkesinden papirüs gönderilmesini yasakladı. Bergama hükümdarı da buna karşılık
şöyle bir önlem düşündü: Yurdunun en usta adamlarını yanına çağırıp koyun ya da
keçi derisinden papirüs yerini tutacak ve yazı yazmaya yarayacak bir madde
hazırlamalarını buyurdu. İşte o Günden
sonra Bergama dünyaya parşömen satan bir yer haline geldi. Yunanca
"pergament adını alan
Parşömen doğduğu kentin (Pergamon) adını
alarak böyle icat olmuştu. Kısa bir süre sonra Parşömeni katlanabileceği ve
defter haline getirilebileceği anlaşıldı. Ayrı, ayrı yapraklardan dikilmiş
kitap da böyle ortaya çıktı.
Zamanla Mısır'da Papirüs daha az üretilmeye başlandı. Hele Araplar
Mısır'ı aldıktan sonra Mısır'dan Avrupa
ülkelerine olan papirüs gönderilişi büsbütün durdu. İşte ancak o Gün
parşömen kesin bir zafere ulaştı. Bu pek de olumlu bir zafer değildi. Roma İmparatorluğu
bu olaydan bir kaç yüzyıl önce kuzeyden ve doğudan gelen yarı ilkel kavimlerce
yıkıma uğratılmıştı.
Bitmez tükenmez savaşlar bir zamanlar zengin olan kentleri ıssız
bir duruma getirmişti. Her geçen yıl yalnız bilginlerden değil okuma-yazma
bilenlerinin sayısını da azaltmıştı. Parşömen kitap kopya etmeye yarayan
biricik araç olarak kaldığında onun üstüne yazı yazacak kişi de hemen, hemen
kalmamış gibiydi. Romalı kitapçıların büyük kopya işlikleri çoktan kapanmıştı.
Yalnız kral saraylarında ağdalı bir dile mektuplar yazan yazıcılar kalmıştı.
Bundan başka kuytu ormanlar da ya da ıssız vadilerde kaybolmuş manastırlarda
sevap işlemek için kitap kopya eden keşişlere de rastlamak mümkündü.
Kitap
O çağlarda kullanılan Mürekkep de Romalıların ya da Mısırlıların kullandıkları Mürekkepten ayrıydı. Parşömen üzerine yazmak için deriye iyice sinen ve silinmesi kolay olmayan özel dayanıklı bir mürekkep icat olunmuştu. Bu mürekkep bugün de birçok mürekkeplerin yapıldığı gibi mazı soyundan (mürekkep kozası) demir sülfattan ve reçineden (ya da Arap zamkından) yapılırdı.
O çağlarda kullanılan Mürekkep de Romalıların ya da Mısırlıların kullandıkları Mürekkepten ayrıydı. Parşömen üzerine yazmak için deriye iyice sinen ve silinmesi kolay olmayan özel dayanıklı bir mürekkep icat olunmuştu. Bu mürekkep bugün de birçok mürekkeplerin yapıldığı gibi mazı soyundan (mürekkep kozası) demir sülfattan ve reçineden (ya da Arap zamkından) yapılırdı.
İşte artık kağıdın icat edilmiş olduğu Günlerden
kalma eski bir elyazmasında bulunan ve o zaman ki mürekkeplerin nasıl
yapıldığını anlatan bir reçete: "Mazıları bir Ren şarabı içine atarak
güneşe ya da Sıcak
bir yere bırakınız. Elde edilecek sarı Suyu
bir bezden süzdükten sonra ve mazıları da ezdikten sonra bu suyu başka bir
şişeye doldurunuz. Bunu unla karıştırmış demir sülfat katınız. Sık, sık bir
kaşıkla karıştırınız. Güzel bir mürekkep elde etmiş olursunuz. Mazıların yeter
derecede Ren şarabının da mazıların içinde kaybolacak miktarda olması gerekir.
İstediğimiz ölçüyü tutturabilmeniz için demir sülfatı azar, azar koyunuz. Mürekkebi
kaleminizle kağıdın üzerinde bir deneyiniz. İstediğiniz kadar siyah olmadığını
görürseniz koyultmak için bir reçine
tozu katınız sonra da dilediğinizi yazınız!"
Bu eski Mürekkebin
şaşırtan bir özelliği vardı. O mürekkeple yazıldığından önceleri yazının rengi
çok soluk olurdu. Aradan bir süre geçtikten sonra yazı kararırdı. Bizim şimdiki
mürekkeplerimiz ise içlerine boya katabildiğimiz için daha iyidir. Bu nedenle
de bunları yalnız okuyan değil yazan da iyi görebilir. Bir dönemler nasıl
papirüs parşömene yenildiyse eninde sonunda parşömen de yerini hepimizin
bildiği kağıt'a bırakmak zorunda kaldı.
Çinliler
kağıdı yapıyor
Kağıdı ilk yapanlar Çinlilerdir. 2000 yıl kadar önce daha
Avrupa'da Yunanlılar ve Romalılar ünlü Mısır papirüsleri üzerine yazı yazarken
Çinliler kağıt yapmayı çoktan biliyorlardı. Kağıt yapmak için bambu lifleri
bazı otlar ve eski paçavralar kullanılıyordu. Bunları bir dibek içinde suyla
karıştırıp hamur
haline getiriyorlardı. Bu Hamurdan
da kağıt yapılıyordu. Burada kalıp olarak incecik bambu kamışıyla ipekten kafes
şeklinde örülmüş çevreler kullanılıyordu.
Kalıbın üzerine kağıt kurumadan biraz dökülüp liflerin birbirine
yapışması ve keçe haline gelmesi için kalıp her tarafa eğilirdi. Su
kafesin deliklerinden akar kafesin üstünde de ıslak kağıt tabakası kalırdı. Bu
tabakayı dikkatle kaldırır bir tahtanın üzerine serer ve güneşte kurutulurdu.
Sonunda bu kurutulmuş kağıt yapraklarından bir tomarını tahtadan yapılmış bir
baskı aracının Altına
koyarlardı.
Kağıt Asya'dan Avrupa'ya gelinceye kadar birçok yıllar geçti. Bu
iş bazı aşamalardan geçti 704 yılında
Araplar,
Orta Asya'da Semerkant kentini
aldılar. Orada ellerine geçirdikleri bir çok ganimet arasında kağıt yapmanın
sırrını da alıp ülkelerine götürdüler. Bu yolla Arapların
eline geçen kağıt nedeniyle Sicilya İspanya ve Suriye gibi ülkelerde kağıt
fabrikaları kuruldu. Suriye'nin Avrupalıların Bambic diye adlandırıldıkları Manbic
kentinde de bir imalathane kurulmuştu.
Arap tacirleri karanfil biber ve güzel kokular gibi doğu
mallarıyla birlikte Avrupa'ya Manbiç kağıdı da götürüyorlardı. Kağıtların
en iyisi bütün tabakalar halinde satılan Bağdat Kağıdı sayılıyordu. Mısır'da
çeşitli kağıt türleri yapılmaktaydı. Bunların arasında çok büyük tabakalar
halinde yapılan "İskenderiye kağıdı"ndan tutun da güvercin
postalarında kullanılan küçücük tabakalara kadar her türlü kağıt vardı.
Bu tür kağıt eski paçavralardan yapılmaktaydı. Siyah benekli bir
rengi vardı. Işığa tutulduğunda yer, yer paçavra parçaları bile görülüyordu.
Avrupa'nın kendi kağıt fabrikaları ya da o günlerin deyimiyle "kağıt değirmenleri"
görülünceye kadar aradan yüzyıllar geçti. Artık XIII. yüzyılda bu tür kağıt
değirmenlerini görmek mümkündü.
Baskının
önderi
Bu sıralarda Almanya'nın
Mainz kentinde Johannes Gutenberg
adlı bir adam kendi bastığı kitabı yani baskı makinesiyle basılan ilk kitabı
gözden geçirmekteydi. Harflerin biçimiyle kitabın düzenli elyazması kitapları
çok andırıyordu. Fakat aralarındaki fark yine de uzaktan bile görülüyordu.
Siyah ve okunaklı harfler törene çıkmış Askerler
gibi düzgün ve dimdik duruyorlardı. Yazıcının (hattat) yazı kalemiyle savaşa
tutuşan baskı makinesi çok kısa zamanda
onu alt etti. Çünkü elle ancak uzun yıllar süresice yapılan kocaman eserler baskı
makinesinde bir kaç Günde
bastırabiliyordu.
Git gide el yazması bir kitapla baskı makinesinde basılan bir
kitap arasındaki benzerlik gittikçe azaldı. Yavaş, yavaş harfler yazmak çok
zordu. Oysa baskı makinesi bunu kolayca yapabiliyordu. Böylece kocaman kalın
kitapların yerini baskı makinesinde basılmış harfleri okunaklı küçük kitaplar
aldı.
Elyazması kitaplardaki her resmi ressamlar yapmak zorundaydı.
Baskı makinesinden basılan kitaplarda ise elle yapılan resimlerin yerini
gravürler aldı. Yazı yazan makine yani baskı makinesi aynı zamandan
resim yapan makineye dönüştü. Böylece birkaç Saat
içinde yüzlerce gravür" yapmak" mümkün oluyordu. Bütün bunlar
kitapları ucuzlattı.
Günümüz kitaplarında gördüğümüz başlıklar iç kapaklar dış kapaklar gömme başlıklar bizi hiç şaşırtmaz. Sayfa başındaki sayılar bize çok doğal görünür. Kelimeleri virgülleri gördüğümüzde de "Bu da ne oluyor" diye şaşırmazsınız herhalde.
Günümüz kitaplarında gördüğümüz başlıklar iç kapaklar dış kapaklar gömme başlıklar bizi hiç şaşırtmaz. Sayfa başındaki sayılar bize çok doğal görünür. Kelimeleri virgülleri gördüğümüzde de "Bu da ne oluyor" diye şaşırmazsınız herhalde.
Oysa kitaplarda iç kapağın başlığın gömme başlıkların ve
virgüllerin olmadığı dönemler vardı. Bütün bunların ne zaman ve niçin ortaya
çıktığını kesin olarak söylemek bile mümkündür. Sözgelişi dış kapak 1500
yılında şu nedenle ortaya çıkmıştır. Eskiden kitaplar basılmaz yazılırdı.
Bunlar büyük bir çoğunlukla satış için değil ısmarlama olarak yazılırdı. Bu
yüzden kitap yazanın kitabı Reklam
etmesine hiç gerek yoktu.
Basımevleri için durum daha da farklıydı. Bir basımevi yüzlerce
binlerce sayıda kitap basılıyordu. Hem bu bastığı kitaplar ısmarlama olarak
değil doğrudan doğruya satış içindi. Bu kitaplara alıcı bulmak gerekliydi.
Bunun için kitabın adını birinci sayfaya büyük harflerle basmak gerekiyordu.
İşte böylece kitap kapağı ortaya çıkmış oldu. O dönemde kitabın ilk sayfası
kitapçı dükkanının kapısına asılırdı. Bu kitabın çıkışını bildiren bir ilan
demekti.
Kitabın çıkışıyla şu ana kadar elde ettiğimiz bilgilerin çoğunu
bu yolla elde etmiş olduk. Kitaplar belki Elektronik
bir ortama geçebilir. Şu an hali hazırda e-books dediğimiz teknolojik Aletler
kullanılmakta. Ancak bir geçek var ki yazının ölümsüzlüğü. Belki sözcüklerin
belki de düşüncelerin eninde sonunda vücut bulacağı ve kullanacağı yazılardır.
Geçmişin zorluklarıyla geleceğimize pencere açarsak yazının icadını aklımızdan
çıkarmayalım.
Sizce insanlık tarihinin
en önemli ikinci buluşu nedir?
Bu da gelecek yazımızın
konusu olacaktır.
Kaynakça;
1. Fikri Akdeniz; Uygarlık
Tarihinde Yazının Gelişimi ve Aritmetik Tarihine giriş.
2. Güvenç B. Kültür’ün ABC si
Yapı kredi yayınları.
3. Dollot L. Kitle Kültürü ve
Bireysel Kültür ( Çeviri özlem Nudralı) İletişim yayıncılık
4. Hobson J. M. Batı
Medeniyetinin doğulu kökenleri. ( çeviri; Esra Ermert ) yapı kredi yayınları.
5. Turan Ş. Türk Kültür
Tarihi, Bilgi yayınevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.