Türk
kimliğinin ve birliğinin korunması, ancak dilinin korunması ile mümkündür?
“Türk
ırkı yoktur, Türk dili vardır”
Prof. Dr. Ali Demirsoy,
Hacettepe Üniversitesi, 05.03.2009
Şu anda
elde edilen bilimsel bulguların tümü, bundan yaklaşık 6.5 milyon yıl önce,
Güney Doğu Afrika’da bir bölgede primat ailesinden bir türün hızla
farklılaşarak insani özelliklerden bir kısmını kazandığını göstermektedir.
Evrim ve antropoloji kitaplarında bu özelliklerin nasıl, niçin ve hangi
evrelerde hangi ölçülerde ortaya çıktığını açıklayan bilgiler vardır. Yine
eldeki bilgiler bu özelliği kazanan türün bu özelliklerle yetinmeyip, bir
taraftan insani özelliklerini daha da geliştirirken, belirli bir evreden sonra
da bölgeden çıkarak dünyanın dört bir tarafına göç ettiğini göstermektedir. Bu
gelişim kademeleri, özelliklerine göre bilimde çeşitli adlarla tanımlanmıştır: Parapithecus (40-60 milyon yıl önce,
Mısır) Propliopithecus (32-35 milyon,
Mısır), Dryopithecus = Proconsul (25 milyon yıl önce, Kenya,
Hindistan), Ramapithecus (13-14
milyon yıl önce, Doğu Afrika); ilk defa insansı olarak adlandırılan Ardipithecus (4.4-5.2 milyon yıl önce; ramidus ve kadabba, Ethiopya), Australopithecus
(4 milyon – 700.000 yıl önce, Afrika, aethiopicus,
robustus, boisei, anamensis, afarensis, aficanus), Aegyptopithecus (Mısır,
Fayyum’da bulunmuş, , zeuxis), Homo habilis = Becerikli adam
(12.2-1.8 milyon yıl önce, Afrika), Homo erectus = Ayağa kalkmış adam (1.8-0.5 milyon yıl önce, Afrika’da gelişmiş;
ancak kıtadan dışarıya göç eden ilk insansıdır) ve Homo neanderthalensis =
Neandertal insanı (ü eski kıtada, 100.000 – 35.000 yıl önce) ve en sonunda dünyaya
egemen olan Homo sapiens (45.000 yıldan beri) gibi. Elde edilen kemikler bu
değişimin nasıl olduğuna ilişkin önemli bilgiler vermektedir.
Yeterince
bilimsel görüşe ve bilgiye sahip olmayanlar, esasında bunu çok iyi
kavrayamadıkları için, çoğunlukla şu soruyu yönetirler: Söyle bakalım ne zaman insan olduk? Esasında yukarıda yazdığım
isimlerin hiç biri kendi başına bağımsız bir kimlik oluşturmazlar. Antropolojide
verilen bu adların hemen hepsi, bir merdivenin basamağında aşağıdan yukarıya duran
varlıklar gibidir. Bir alttaki basamakta bulunan bir canlı grubu, daha alttaki
ya da daha üstteki canlı grubuyla büyük bezerlik gösterdiği gibi, kendi
basamağındaki karşı cinsten bir bireye duyduğu yakın ilgiyi duymasa bile, yine
de bir üst ya da bir alt basamaktaki bireyle eşeysel ilişkiye girerek verimli
yavrular meydana getirebilir. Çok daha somut bir örnek verirsek, bir adada,
örneğin bir Türk olarak biri Afrikalı bir pigme diğeri Ukraynalı bir beyaz iki
bayanla yaşamak durumunda kalır ve sadece birini tercih etmek durumunda
kalırsak, biyolojik davranışlar şunu göstermektedir ki, beyaz bir erkek beyaz
bir bayanı öncelikle tercih etmektedir. Eğer, adadaki erkek bir pigme erkeği
olsaydı, o da bir pigme kadını tercih edecektir. İster pigmeyle ister Ukraynalı
ile çiftleşin, bu çiftleşmeden verimli yavrular da meydana gelecektir. İnsanın
yücelişinde dünyanın birçok yerinde ve keza Afrika’da buna benzer evrimleşmeler
gözlenmiştir. Merdivenin her basamağında bir miktar daha değişmiş bir topluluk
bulunmaktadır. Biz belirli özellikleri belirli ölçüde gösteren toplulukları,
yani basamakları bir araya getirir, ortak bir tanım yaparız Australopithecus gibi. Bu özünde birbirinin aynı olan
değil birbirine benzer toplulukların oluşturduğu ortak bir havuzdur ve bu
cinsin her basamakta birbirinden yapısal olarak ayrılan temsilcileri vardır.
Katlar arasındaki merdiven aralıkları, işte bu küçük küçük farklı toplulukların
genel tanımlarının sınırlandığı yerlerdir. Merdiven arılıkları cins olarak
adlandırılır; Homo’da olduğu gibi.
Basamakta duranları da tür olarak tanımlarız, örneğin Homo habilis, Homo erectus, Homo sapiens gibi. Bütün bu
adlandırmalar, anlamayı kolaylaştırmak ve ortak özellikleri bir bütün içinde
verebilmek içindir. İnsan belirli bir merdivenden çıkan ve her basamakta fiziksel
özellikleri bakımından bir miktar değişen bir canlı grubunun adıdır. Bu
merdivenin herhangi bir basamağı insanı temsil edemez. Bu nedenle insan ne
zaman ortaya çıkmıştır sorusu da bilimsel olarak bir anlam ifade etmez. Ancak
din adamları, örneğin Hıristiyan öğretisi, belirli bir tarih ve gün vererek, o
gün insanın ortaya çıkışını tarifler; keza Müslümanlık da insanlık çoğunluk Âdem
ile Havva’nın indiği günden başlatılır. Birçok dinde bu şekilde birçok öykü
vardır.
Şu anda
dünyada bulunan insanların tümü, merdivenin son aralığındaki, yani iki kat
arasındaki basamaklarda yer alan insanlara verilen toplu addır: Homo sapiens. Dünyadaki insanların farklı
görünümlerde olması farklı basamaklarda durmalarından kaynaklanmaktadır. Bu
basamaklar, eskiden ırk olarak tanımlanırdı (Homo sapiens sapiens = beyazlar, Homo sapiens nigra = zenciler gibi); son zamanlarda ırkçılığı
kışkırtacağı kaygısı ile insan için ırk teriminden vazgeçildi; bir de bir
zamanların insan ırkı olarak tanımlanan grupları arasındaki (örneğin zenciler,
sarı ya da kırmızı ırk, beyaz ırk gibi) genetik farklılığın neredeyse 1/10.000
bir olduğu anlaşılınca; bu farklılık çok az bulunarak, ırk yakıştırmasından
vazgeçildi. Ancak yine de aynı kökten gelen insan soyu, yayılırken, yayıldığı
yerin koşullarına göre birbirinden fiziksel ölçüde ayrılabilecek kadar
farklılaştı. Bunun en güzel örneğini Polenezya adalarında görebiliriz. Yaklaşık
binin üzerinde iskân edilen ada bulunmaktadır ve her ada uzun süre yalıtılmış
olduğu için burada yaşayan insanlar fiziksel özellikleri bakımından her ada
içinde benzer; ancak ada dışındakilerce fark edilebilen yapısal değişikliğe
uğramıştır. Bu bölgenin dışındakiler (örneğin Türkler) değil; ancak bu bölgede
yaşayanlar bir kişiyi görünce hangi adadan geldiğini söyleyebilirler.
İnsan soyu
belirli bir alandan, aynı zamanda yola çıkmış olmalarına karşın, neden farklı
gelişim gösterdiler sorusuna yanıt ise: Bulundukları ya da yaşadıkları çevrenin
koşullarının, topluluk (gen havuzu) üzerinde farklı etki etmesinden
kaynaklanmış olmasındandır. Tipik bir örnek olarak güneş ışınlarının yıkıcı
etkisinden korunmak için ekvatora gittikçe melanin birikerek derinin
koyulaşması, kutuplara gittikçe D vitaminini sentezleyebilmek için derideki
melaninin azalarak rengin beyazlaşması (kutuplarda buz ve kardan yansıyan
ışınların etkisi daha güçlü olduğu için kutuplarda Eskimolarda da bir miktar
koyulaşma görülür) buna tipik örnektir.
Kural olarak
farklı çevrelerde gerek fiziki –dış görünüş- gerekse davranış bakımından (buna
gelenek-görenek da dâhil edilebilir) birbirinden farklı evrimleşmeler ortaya
çıkar. Kural olarak yakınlık benzerliğin de doğrusal bir ifadesidir. Yakın
topluluklar yakın sosyal değerleri de geliştirirler. Buna ilişkin dünya
üzerinde yüzlerce örnek vermek mümkündür.
Bütün bu
topluluklar kendi aralarında bir eletişimi sağlayabilmek için, büyük bir
olasılıkla gereksinmeye göre gittikçe karmaşıklaşan, ilk olarak sese dayalı,
dil dediğimiz bir araç geliştirdiler. Böylece insanoğlu, kazanmış olduğu
deneyimleri zamandaşlarına ve gelecek kuşaklara aktarma olanağına kavuştu.
Kültürel gelişme de bu noktadan sonra patlarcasına gelişti.
Bu yazının
ana konusunu oluşturan Türk dili de böyle bir gelişmenin ürünüdür. Afrika’dan
yola çıkan Homo erectus ya da Homo sapiens, Ön Asya üzerinden dünyanın
birçok yerine dağıldı. Çıkarken 0 kan grubundaydı; bu nedenle Amerika’ya ve
Avustralya’ya ilk ulaşanlar (Aborijinler ve özellikle Güney Amerika yerlileri) hala
0 kan grubunu taşımaktadırlar. Ancak, özellikle büyük buzul çağlarının
yaşandığı dönemlerde, Asya’nın Amerika ve Avustralya ile bağlantısı kesilmiş ve
bu arada oluşan büyük buz katmanları Urallar’dan başlayarak Kafkasların altına
kadar inen bir setle batı ve doğu insan topluluklarını birbirinden büyük ölçüde
ayırmıştır. Bu evrede meydana gelen mutasyonlar, doğudaki insan topluluklarının
B kan grubuna, batıdaki toplulukların da A kan grubuna dönmesine neden olmuştur.
Bu dönemde bile 0 kan grubu yine bu topluluklarda belirli ölçülerde temsil
ediliyordu. B kan grubunun sıklığı (frekansı) Orta Asya bölgesinde %60’lara
ulaştı; batıda da A kan grubunun sıklığı büyük oranlara vardı. Doğal koşullar
iki topluluğun fiziki olarak birbirinden farklı şekilde gelişmesine neden oldu
(bir olasılıkla doğudakiler kum fırtınalarından korunmak göz alanını
küçültürken çekik gözlü oldular; batıdakiler nemli ve bulutlu havada daha çok D
vitamini sentezini gerçekleştirebilmek için melanin pigmentini azaltarak beyaz
renkli oldular).
Ancak en
önemlisi sosyal davranışların (din gibi) ve bunlardan da en önemlisi dil
(gramer) yapısının farklılaşmasıydı. Bu buzul bariyeri sadece toplulukları
fiziksel yapı bakımından değil, dil yapısı bakımından da ikiye böldü. Dil yapısı,
düşünme mantığını da derinden etkileyen bir sosyal gelişme olduğu için doğu
insanı ile batı insanı birbirini kural olarak hiç bir zaman tam olarak
anlayamadı. Uzakdoğu’ya gittiğinizde, bu mantık farklılığını çok daha iyi
görebilirsiniz.
Örneğin batı
dillerinde, en yaygın olduğu için İngilizceyi, Almancayı ve Fransızcayı
verelim.
Türkçe: Bugün yolda giderken düştüm
İngilizce:
when I fell on
the road today
Almanca: wenn ich fiel auf
die Straße heute
Fransızca: quand je suis tombé sur la route aujourd'hui
Dikkat ederseniz, Türkçe ilk
olarak zamanı, sonra eylemin geçtiği yeri, daha sonra eylemi ve sonunda da
özneyi tarifliyor. Batı dillerine baktığımızda ilk olarak özneyi, daha sonra
eylemi, daha sonra eylemin geçtiği yeri ve en sonunda da zamanı tarifliyor.
Yani dizilim tam tersi.
Emir kipinde de öyledir.
Türkçe: Buraya gel deriz
Ama batılı
Come here (İngilizce) ya da kom
hierher (Almanca) ya da viens ici
(Fransızca), der.
Bu şu demektir, biz batının
düşündüğünün aynadaki görüntüsü gibi tersinden düşünürüz ya da batı bizim
düşündüğümüzün tersinden düşünür. Bu kimliğimizin oluşmasındaki en önemli
farktır. Batıya yamanmaya çalışıp da bunu bir türlü başarmamamızın
nedenlerinden biri de bu farktır. Hangisi üstündüer, hangisi iyidir
tartışmasını yapmak anlamsızdır.
Bu dil farklılığına, dolayısıyla
mantık farklılığına baktığımızda, Orta Asya topluluklarının, yani Altay ırklarının
(Anadolu’daki Türkler bunları toptan Türk ırkı olarak tanımlar) benzer olduğunu
görürüz. Hâlbuki Türk ırkını tanımlamaya kalkıştığımızda karşımıza önemli
zorluklar çıkar. Bir defa biyolojik olarak ortak bir yapısal benzerlik altında
toplayamıyoruz. Türk ırkının diğer ırklara göre daha belirgin – hemen
tanınabilir- bir tarafı yoktur. Birbirlerine kısmen benzeseler dahi, Çerkezleri,
Türkmenleri, Kazakları, Kırgızları, Özbekleri, Azerileri birbirinden belirli
olarak ayırıyoruz. Kaldı ki yüzlerce alt boy bile birbirinden kolaylıkla
ayrılabiliyor. Ancak kan gruplarının yüksek oranda B olması fiziki olarak ve
dillerinin gramer yapısı bakımından aynı olması da sosyal olarak bunların ortak
bir havuzdan kaynaklandığını göstermektedir. B kan grubu diğer fiziki yapılar
gibi niye değişmedi diye sorabilirsiniz. İnsanda dış koşullardan etkilenmeyen
tek özelliğin kan gurubu olduğunu biliyoruz. Çünkü kural olarak bir kan
grubunun diğer kan grubuna göre bir insana fiziki ve kimyasal olarak çok farklı
bir özellik kazandırmadığı bilinmektedir. Bu nedenle bu atasal özellik
korunarak gelmiştir.
Ülkü birliğini
oluşturacak en önemli özelliğin bu durumda varsayılan Türk ırkı için dil
birliği olduğu söylenebilir. Çünkü bugün Anadolu’daki insanların en fazla %15’i
B kan grubundandır; bu demektir ki, biz köken aldığımızı savunduğumuz Orta Asya
topluluklarından önemli ölçüde farklıyız ya da yerleştikten sonra buradaki
Kafkas ırkı ile (A grubundan) kaynaşarak geldiği B grubu oranını düşürmüşüz.
Belli ki genetik havuzumuzda Hititlerin, Asurların, Frikyalıların, Urartuların,
Ermenilerin, Rumların, Lidyalıların, Bizanslıların, belki Keltlerin, Arapların,
yüzlerce büyüklü insan grubunun ve küçüklü büyüklü göçün genetik mirasını
taşıyoruz. Ancak genetik kökeni ne olursa olsun, herkesi birbirine bağlayan ve
bize farklı bir kimlik kazandıran –Orta Asya ülkeleri ile bir araya getirip bir
dünya birliği oluşturabilecek- bir tutkalımız var: Dilimiz.
Ortak Dilin Geliştirilmesi:
Bunun için, en azından bizim toplumumuz açısından çok büyük değer taşıyan bir öğenin,
yani dil yetkinliğinin geliştirilmesi gereklidir: Bu, Türk'ü, Türk yapan dil
bilgisinin ve dil yeteneğinin geliştirilmesidir. Özünde, genel kanaatin aksine,
dil, toplumları ayıran değil, birleştiren bir öğedir. Dilin, savaşları ve
çatışmaları teşvik ettiğine ilişkin elde hiçbir bilgi yoktur. Aksine, iletişimi
sağladığı için, uyuşma için uygun zemini de hazırlar. Bunun için yeni
gelişmelere ve koşullara göre, gramer yapısı aynı kalmak kaydıyla, özellikle
kelime üretme yoluyla dil zenginleştirilmeli ve anlatım ve dilin tarifleme gücü
yükseltilmelidir.
Yalnız,
tutucu, özellikle dinci kesim, öğretisi gereği dildeki atılımlara ve
yeniliklere hep karşı çıkar. Çünkü bunlar, dildeki bu evrimleşmenin,
dayandıkları öğretinin dilinin modasını ortadan kaldıracağına inanırlar.
Özellikle Kur’anın kendine özgü bir dille yazılmış olması Müslümanları bu
bakımdan çok daha bağnaz yapmaktadır. Hatta 1950‘li yıllarda insanları ibadete
çağıran ezanın Türkçe okunmasına karşı oluşan tepkiler yine bu nedene dayanır.
Gerçi dini
öğretilerin ya da kitapların özellikle Mezopotamya kültüründe farklı bir dil ve
farklı bir alfabe ile yazılması neredeyse bir kuraldı. Bu Tevrat’ta ve İncil’de
çok iyi bilinir; başlangıçta bulundukları ülkelerin dilinde değil Aremice yazılmıştır.
En ilginci de daha eski dönemlere ulaştığımızda, kutsal kitapların dilini,
ancak rahipler öğrenebilirlerdi; halka bu dili öğrenme yasaklanmıştı. Çünkü
rahipler bu kitapları böylece işlerine geldiği gibi yorumlama ve halkı kandırma
ya da sömürme yolunu bulmuşlardı. Vatikan, İncil’i bin yıldan fazla bir süre
halkın hiç anlamadığı Latince yazdırdı ve Latince okutturdu. Başka bir dilden
yazmayı yasakladı. Niye? Kendine göre yorumlayarak halka kan kusturabilmek
için. Ne zaman ki bir Alman rahip Martin Luther İncil’i Almanca yazmaya
kalkıştı; Kilise’nin de sömürü düzeni bozuldu ve aydınlama dönemi başladı. Aradan
binlerce yıl geçmiş olmasına karşın değişen çok büyük bir şey olmadığını
görüyoruz. Bizim kutsal kitabımızı da her gün televizyona çıkıp, kutsal kitapta
yazılı olan kelimeleri özel sesleri çıkararak telaffuz edip, anlamını “güya”
açıklıyorlar. Birinin açıkladığını da öbürsü hiçbir zaman beğenmiyor. Türkçe
okuyalım, okutalım dendiğinde de tutucu kesim başta olmak üzere büyük bir tepki
doğuyor: Türkçeye çevrilince o uhrevi etkinliğini yitiriyormuş.
Anadildeki
yeteneğin geliştirilmesi, bireylerin düşünce ve iletişim yeteneklerini geliştirdiği
için de çok önemlidir. Kural olarak dil yeteneği gelişmemiş bir insanın,
öğrenme, düşünme, yaratma ve iletişim kurma yeteneği de sınırlı kalır. Dil,
düşüncenin ifade edilmesinin tek yolu olduğuna göre, dil bilgisi ile düşüncenin
düzenli ve anlamlı ifadesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Hızlı
düşünmenin, kastedilenin tam anlaşılmasının yolu, yine, dildeki kuralları iyi
kullanmayla gerçekleşir. Dilin kelime olarak içeriğini iki kısma ayırmak
mümkündür. Birincisi günlük iletişimi sağlayan ve edebi ya da sanatsal
duyguları anlatmada kullanılanlar; diğeri ise teknik tanımlarda
kullanılanlardır. Birincisi toplumun geçmişten gelen sosyal ve edebi yapısıyla;
ikincisi ise toplumun teknik olarak yaratıcılık gücüyle ilgilidir. Birincisi,
kullanıldığı toplumun gereksinmelerine göre şu ya da bu şekilde
geliştirilmiştir. Öyle ki, Kızılderililerin ok için 20, Arapların deve için
200, Eskimoların ise buzun çeşidini belirtebilmek için en az 20 farklı kelimesi
olduğu söylenir. Gereksinme duyulduğu için bu kelimeler türetilmiştir. Teknik
dilin zenginliği ise, ülkenin, teknik yaratıcılığıyla ilgili olduğu için,
birçok toplum bu çeşitlenmeye katkıda bulunmamıştır. Türkiye yol ayırımındadır.
Bu nedenle bu yazı kaleme alınmıştır.
Osmanlı
döneminde sosyal gereksinmeleri karşılayacak tanımlar ve sözcükler, uğraşılsaydı
Türk diline dayalı olarak geliştirilebilirdi: ancak Osmanlı’nın biidrak (anlama
güçlüğü olan) dediği ve İstanbul’a 1915 yılına kadar belirli bir sayının
üstünde girmesi yasaklanan Türkmenler (bugünkü geniş tanımıyla Türkler), en
önemli sosyal işlevlerin geçtiği ve olanakların bulunduğu belki de tek şehir
olan İstanbul’a ulaşma şansını yakalayamadılar. Yazılı eser üretemediler;
dillerini sazla-sözle bugüne kadar korumaya çalıştılar. Osmanlı gerek duyduğu sosyal
tanım ve sözcükleri, bizim dil ve gramer yapımıza hiç uymayan Farsça ve Arapçadan
karşılamaya kalkıştı. Ortaya sadece saraylıların ya da bu çevredeki sınırlı
sayıda insanın anlayabileceği Osmanlıca çıktı. Türk dili ahenk üzerine kurulu
olduğu için, halk Farsça ve Arapça bu kelimeleri benimseyemedi, benimsese de
doğru kullanamadı, telaffuz edemedi. Öğrenciliğim sırasında iki seslinin bir
araya geldiği kelimeleri, örneğin müddeiumumu ya da müteahhit kelimesini doğru
telaffuz eden halktan hiç kimseye rastlamadım. Ne zamanki müddeiumumu savcı,
müteahhit yüklenici oldu rahata kavuştuk.
1867 yılında
İstanbul Üniversitesi'nde çeşitli disiplinleri kapsayacak şekilde dersler
verilmeye, yani gerçek bir üniversite eğitimine geçilince, teknik tanımları
karşılayacak hemen hemen hiçbir kelime bulunamamış; dolayısıyla en kolay yoldan
bu tanımların Fransızcaları alınarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle
dilimizde sonu 'siyonla' biten anlamlı ya da anlamsız birçok kelime bugüne
kadar kullanılagelmiştir.
Birçok konuda
en doğru teşhisi koyan genç Türkiye Cumhuriyeti ve bu konuda ağırlığını ve
etkisini unutamayacağımız Gazi Mustafa Kemal Paşa, iki nedenle Türk Dil Tarih
Kurumu'nu kurmuştur.
Bunlardan
biri iletişimin daha etkili ve hızlı bir şekilde olabilmesi için, dilde bir
çeşit standartlaşmayı, dil yapımıza uygun Türkçe kelimelerin olanaklar içinde
yeniden kullanımını ve yeni gelişmeleri, daha doğrusu, uygarlığın göz ardı
edilemez bir sonucu olan teknik gereksinmeleri karşılayacak kavram ve
kelimelerin türetilmesini ya da yaratılmasını sağlamaktı. Bu, genç Türkiye
Cumhuriyeti için uygarlığa uzanan en önemli köprülerden biri olmuştur.
Cumhuriyet kurulurken, bayanlar arasında %03, erkekler arasında %13 olan
(bunların çoğu da sadece Kur’anı okumayla yetinenlerdir) okuma oranı, bugün, %90'ların
üzerine ulaşmıştır. Herhangi bir simgeyle (alfabeyle) dillerin hemen hemen
tümünde anlaşmak kuramsal olarak mümkündür. Fakat o güne kadar kullanılagelen
alfabenin, yani Arap harflerinin bırakılıp, teknik dilini geliştirmiş toplumların
yaygın olarak kullandığı alfabenin (Latincenin) alınmasının altında da, bu
uygarlığa uzanan köprünün daha rahat kullanılmasını sağlama yatar. Nitekim
bugün, bilgisayar teknolojisinde, farklı simgeler kullanan Arapların ve hatta
Japonların karşılaştığı sorunlar küçümsenmeyecek boyutlardadır. Bu devrim, 1980
yılında, Dil Kurumu'nun "hangi akla hizmet olduğu bir türlü anlaşılamayan
bir kararla" kapatılmasıyla noktalanmış ve böylece, ne yazık ki yeni
arayışların ortaya çıkmasına ve toplumsal kimliğin yitirilmesine zemin
hazırlanmıştır.
Bu kaldırma esasında
bir gecede alınan bir kararla olmamıştır. 1960-1970’li yılları bir hatırlayın.
Dil Kurumunun ürettiği birçok sözcük, özellikle o günün tutucularının alay
konusu olmuştu. Milli Marşa “Ulusal
Düttürü”, arabaya “kendinden götürgeç” gibi bazen aslı olan bazen
aslı astarı olmayan kelimeler yakıştırılarak bu girişim baltalandı. Hatta bu
kelimeleri kullananlar komünist olarak adlandırıldı. Türk diline çok şey
kazandırdığı söylenen Ömer Asım Aksoy bizzat üniversitedekiler tarafından “o adam ermeni kökenlidir” diyerek kendi
mantıklarınca horlanmaya çalışıldı (o zaman birçok Ermeni kökenli Türkçe şarkı
besteleyenlerin eserlerini de dinlememiz gerekir). Atatürk Üniversitesinde
Amerika’da bilgisayar dili üzerinde eğitim görmüş bir meslektaşımız derslerinde
“İhtimaliyet” yerine “Olasılık” kullandı diye kafası gözü malum kesim
tarafından kırıldı. Bugün rahatlıkla kullandığımız, olasılık (ihtimaliyet),
olanak (imkân), koşul (şart), yasa (kanun), evren (kainat), doğa (tabiat) gibi
kelimeler bir kişinin kimliğini, dünya görüşünü belirleyen tehlikeli
kelimelerdi. 1980 ihtilalinde tümü öz Türkçe olan 220 kelime bir tamimle yasaklandı
(bunların içinde oğullarıma vermiş olduğum Evren ve Doğa sözcükleri de vardı).
Bir anlamda, benden oğullarım Evren’in kâinat, Doğa’nın tabiat yapılması talep
ediliyordu. Ancak bu genelgeyi hazırlayanlar, darbeyi yapanın Kenan Evren
olduğunu düşünmemiş ve yaptıkları hatayı anlamış olmalılar ki, ikinci bir
genelge ile “evren” kelimesinin kullanılabileceği beyan edildi; böylece “tuluat”
dediğimiz gerçek bir orta oyununa şahit olduk. Bu genelgede yasa kelimesi de
yasaklanmıştı, onun yerine kanun kullanacaktık (galiba bu gün de geçerli);
ancak neden anayasa kelimesini kullandığımızı bugüne kadar kimse çözemedi;
halbu ki bu mantıkla onu da “Teşkilat-ı Esasiye” yapmalıydık.
Bu
dönemlerde yazmış olduğum ilk biyoloji kitabımın adı “Yaşamın Temel Kuralları”
olduğu için ve öztürkçe yaşamın karşılığı Arapça hayat olduğu için ve o günkü
anayasa dilinde hayat kelimesi yazılı olduğu ve yaşam yasaklandığı için, epeyi
bir zorluk yaşamıştım. O dönemde hiç
kimseye “Yaşamak” kelimesinin Türkçe
bir fiil olduğunu, “Yaşam”ın” da onun
isim hali olduğunu anlatamadım. Üniversitelerde bir dil komitesi kurularak
yazılan eserlerin dil bakımından Anayasamıza uygunluğu denetleniyordu (benim
üniversitemde bir nörolog olan Prof. Dr. Şeref Zileli bu görevi üstlenmişti). O
günlerde yazmış olduğum bin küsur sayfalık bir biyoloji kitabının 130 küsur
maddeden oluşan Anayasamıza uygunluğu aranmıştı. Uygun görülmediği takdirde
masraflar kişiden alınacak, kitap da imha edilecekti. Bu kitap kişinin
olanakları ile basılmış olsa dahi bu koşullar geçerliydi. Bazen düşünüyorum,
dünyada Türklere en düşman bilinen ülkenin gizli servisi gelse ve Türkiye’yi
yıkmak için girişimlerde bulunsa; acaba bizimkiler gibi etkin bir plan
yapabilir mi diye? Türkiye bu durumlara bir rastlantı olarak gelmedi. Bu….ların
yüzünden geldi.
1867
yılından 1982 yılına kadar geçen süre içerisinde, özellikle Cumhuriyet Dönemini
kapsayan dönemde, özlediğimiz kadar olmasa da, artık birçoğumuzun ortak
kullanabildiği bir bilim dili geliştirilmiş bulunmaktaydı. Geçen 120 yıl
boyunca güçlükle bilim dilini yaygın olarak kullanmayı başaran Türkiye
Cumhuriyeti, 1980'lerin başından beri, iki anlamsız (ya da sinsi) tehlikenin
etkisi altına girmiş durumdadır. Birincisi, kendini aydın zanneden, sosyal
olayların girdabından kendini kurtarıp da, uygarlığın yönünü değiştirecek
"fen bilimleri dediğimiz" konulardaki değişim ve atılımlardan haberi
olmayanların, hala insan hakları vs. gibi kavramların maskesi ya da zırhı
altında, "her etnik gruba kendi
dilinden eğitim" sloganıyla, yan çıktıkları ya da haklarını
savunduklarını ileri sürdükleri toplumları bile 120 yıl geriye iteleyecek bir
eyleme girmiş olmalarıdır. Bu etnik gruplar, eğer bu topraklar üzerinde
birlikte yaşayacaksak, bilim dilini geliştirmek için, yeniden bir 120 yıl daha
mı harcasınlar?
Kaldı ki
bütün bunların ekonomik bir hesabı da vardır. Sayıca belirli büyüklüğe
ulaşmamış toplumların (bu cümleden aynı dili konuşan insanların) kendi bilimsel
dilini ve yayınını geliştirmesinde zorluklar olacaktır. Çünkü belirli bir dilde
basılmış bir kitabın 5.000 adet satması ile bir milyon adet satması açısından
önemli fark vardır. 1.000.000 adet satan dildeki yayınların, temel (hazırlık)
harcamalarının düşük olması nedeniyle, gelişmesi ve mükemmele gitmesi söz
konusu olurken, az sayıda satanların rekabete dayanma şansı olamayacağı için
bir zaman sonra sahneden uzaklaşacaklardır. Bu nedenle bir ülkede (keza bizim
ülkemizde) bir dilden ne kadar çok kişiye ulaşabilirseniz, gelecekteki başarı
şansınız ve mücadele gücünüz o kadar yüksek olacaktır. Eğer, siz onu, insancıl
nedenlerle dayandırarak, etnik dillere bölerseniz, her kesim de bundan önemli zarar
görecektir. Bu, bir anlamda, eldeki etkin olabilecek olanağın ya da büyüklüğün,
etkin olmayacak küçüklüklerdeki parçalara ayrılması demektir.
Burada en
önemli görevlerden biri de üniversitelere düşmektedir. Birinci sınıf
yayınlarını olabildiğince Türkçe yayınlayarak bu dilin gelişmesine katkıda
bulunabilirler. Ancak YÖK’ün son yıllarda uyguladığı politikalar nedeniyle, sadece
derleme ya da eften-püften bilgiler taşıyan yayınlar (hiç bir yerde yayınlanma
şansı olmayanlar) Türkçe yayınlanmaktadır. Bir ülke böyle bir dil politikası
ile kimliğini ve bütünlüğünü koruyamaz.
Fakat bundan
sonraki başlıkta anlatılacak olan, Türk Dil Kurumu'nun kuruluşundaki ikinci
amaca yönelik asıl büyük tehlike, ne yazık ki, çok daha değişik ve sinsi bir
şekilde toplumu kemirmeye başlamıştır. Bu tehlike eğitimin, gittikçe daha
yaygın olarak yabancı dillerden alınan kelimelerle yüklenmesi ya da tümüyle
yabancı dilde yapılmaya başlaması ve özellikle de 1980 yılından sonra yönetici
olarak her gün medyada boy gösterenlerin, entelektüel olmanın yolu bundan
geçiyormuş gibi, her cümlelerinin içine, bir yabancı kelime, tercihen İngilizce
sıkıştırmaları olmuştur. Bütün tepkilere karşın, hiç kimsenin değiştiremediği
YÖK sistemi, ilk olarak, hizmet götürdüğü toplum Türk, içinde yaşadıkları
toplum Türk, öğrencileri Türk, hocaları Türk olan Hacettepe Üniversitesi'nde
İngilizce eğitime geçerek, Türkiye'nin en iyi yetişmiş, büyük bir olasılıkla en
zeki öğrencilerini buraya çekmiştir. Bu öğrencilerin Türk diliyle yaptıkları ve
yapacakları yayınların ve yine bu öğrencilerin kaçının Türkiye'de hizmet
gördüğünün incelenmesi son derece ibret verici sonuçlar sergileyecektir. Türk
insanının alın teri pahasına okutmaya çalıştığı bu pırıl pırıl insanların,
hangi milletlere hizmet verdiği acı bir şekilde görülecektir. Aynı yolu
izleyen, Ortadoğu, Bilkent, son zamanlarda mantar gibi türeyen vakıf
üniversitelerinin çoğundan ve diğer üniversitelerin yüksek puanla öğrenci alan
bölümlerinden mezun olanların izlenmesi de çok çarpıcı sonuçlar verecektir... Paralı
olarak bu tip üniversitelere gidenler ya da yabancı dille eğitim yapan
üniversiteleri tercih edenler; zaman zaman “bir
meslek sahibi olmasa bile bir dili olup, ondan ekmek yer” gibi bir
beklentiyle bu yerleri tercih ediyorlar. Bu ne demektir; zaman ve imkân
yitirilmesi. Eğer dil bilen bir insana ihtiyacınız varsa onu o şekilde
eğitirsiniz; kimya-fizik laboratuarlarında eğittikten sonra onu çevirmen (tercüman)
gibi kullanmanız en azından fizibil değildir. İnsanını bu kadar savurganca
kullanan başka bir ülke var mıdır acaba?
Bir
zamanların çok gözde eğitim kurumu olan Robert Kolej'den, Anadolu'yu hemen
hemen karış karış gezmiş ve görmüş olmama karşın, mezun tek kişiyle
karşılaşmadım. Ne hikmetse, bu eğitimi alanlar, Anadolu'nun kıraç kısmına
uzanmaktan kaçınmış, birkaç büyük şehirde ya da yurtdışında ülkelerine hizmet
vermeyi yeğlemişlerdir! Anadolu ise, aşağıladığımız Türkçe eğitim yapan
okulların mezunları ile uygarlığa ulaşmaya çalışmıştır, çalışmaktadır.
Burada bir
hususu karıştırmamak gerekir. Dil öğrenmek başka şey, bir dilin kişinin kimliğini
yitirmesine neden olacak şekilde öğretilmesi başka şeydir. Uygar bir insana en
az bir yabancı dil gereklidir. Bu, eğitim sürecinde kazandırılması gereken
genel bir kültür olarak algılanmalıdır. Fakat Siz, dili, bir kültürün
aşılanması şeklinde öğretmeye başlarsanız, bir zaman sonra, o kişi, kendi
toplumu içerisinde yaşasa dahi, öğrendiği dilin ait olduğu toplumun davranış
şeklini göstermeye başlar ve ilk olarak çevresindeki insanların giyim
kuşamından tutun, yılların birikimi olan sanat anlayışlarına varıncaya kadar
içinde yaşadığı toplumun değerlerini (örneğin müziğini) yadırgamaya başlar ve
sonuçta topluma, hatta geleneksel ya da tutucu bir aileden gelmişse, ailesine
yabancılaşır. Sonuçta, kendini huzurlu hissedemez ya bunalıma itilir ya da
biyolojik yapının gereği olarak, kendini daha rahat hissettiği toplumlara
sürüklenmek zorunda kalır.
Türk
Dil Kurumu'nun kurulmasının ve Türk Dilinin yaygınlaştırılmaya çalışılmasının
en büyük ikinci amacı, dil birliğinin kurulmasıydı. Bu satırların yazarı,
biyologdur; fakat özel bir şekilde evrim ve antropolojik sorunlarla da
ilgilenmektedir. Dolayısıyla ırk kavramının hangi bilimsel temeller üzerine
oturtulduğunu bilmektedir. Yazının başında daha ayrıntılı açıklandığı gibi, geçen
jeolojik zamanlardaki zoocoğrafik olayların oluşum tarzı nedeniyle
"Türk" diye nitelediğimiz ırkın, morfolojik yapı itibariyle bir
birlik göstermediği, çok değişik ırk ya da alt ırk gruplarından oluştuğu
söylenebilir. "Türk Irkı" kavramı, özünde, dünyada kendine özgü bir
dil (gramer) yapısı itibariyle bir birliğe verilen ad olduğu açık bir şekilde
vurgulanmıştır. Bir Özbek, bir Çerkez, bir Kazak, bir Azeri, farklı iki ırk
grubundan olan insanların benzerliğinden daha çok birbirine benzememektedir. Bu
insanlar birbirlerine, dillerinin ortak yapısı nedeniyle yakınlık ve sempati
duyarlar. Dil, bu insanları birleştiren çimentodur. Bu nedenle her kim ki bu “gönül”
birliğini yıkmak isterse, o zaman, dil birliğini yıkmayla işe başlamalıdır. Nitekim
1915 yılına kadar İstanbul'daki nüfusun %40'ından daha fazlasının Türk olmasını
yasaklayan, Türkmen ile düşmanı aynı değerlendiren Osmanlı, Türk Dili'nin
gelişmemesi için her şeyi yapmıştır. Türkçe ilkel bir dil olarak kabul edilmiş;
Farsça ve Arapça kültür dili olarak benimsenmiştir. Türk ırkı bu çimentonun
sağlamlaşması için, çok değerli bir 600 yılı yitirmiştir. Bugün koskoca bir
imparatorluktan, çocuklarımıza okutacağımız tek bir roman, tek bir öykü dahi
kalmamıştır. Bırakın teknik terimlerin geliştirilmesini, bugün Afrika
yerlilerinin dahi çevresindeki bitki ve hayvanlara taktıkları yöresel adlar, bu
imparatorluğunkinden kat be kat çoktur. Bu topraklar üzerinde yaşayan yaklaşık
10.000 bitki türünden, ancak, yaklaşık 350 kadarına (bunların da en az 200'ü
Arapça ve Farsçadan devşirilmiş ya da türetilmiştir), 80.000 hayvan türünden,
ancak, yaklaşık 400 türüne (bunların da en az 200 tanesi Arapça ve Farsçadan
devşirilmiş ya da türetilmiştir) ad verilebilmiştir. Bu adların birçoğu da,
yine dil birliği tam oluşturulamadığı için, her yörede, farklı canlıları işaret
ederek kullanılmaktadır.
Birçok
alanda olduğu gibi, insanları en çok ilgilendiren, en eski uygulamalı iki
alanda, yani, tıp ve hukuk alanında, en azından temel eğitim ve kavramlara
yönelik uygun bir iletişim dilinin geliştirilememesi, sade vatandaşın, bu
kurumlarda ya da bu meslek sahiplerinin yanında, sanki farklı bir âlemin
çocuğuymuş gibi yabancı kalmasına neden olmakta ve doğal olarak da
bilinçlenmekte, haklarını aramada ya da başkalarının haklarına saygı göstermede
yetersiz kalmaktadır. Sadece bu kavramlara aşina ya da hâkim olmaları
nedeniyle, birçok insan (açıkgöz), diğerlerinin üzerinde çağdışı bir çıkar hâkimiyeti
kurmaktadır.
Türkçenin temel 3.000 kelimesine, Türkçede mevcut yüz küsur
ekin ilavesiyle birçok kelime üretme olanağı vardır. Bu sayının 450.000 kadar
olabileceği; ses uyumundan dolayı 150.000 kadarının kullanılamayacağı ve bu
nedenle Türkçe ses uyumuna uygun en az 300.000 kelimenin türetilebileceği
gözönüne alınırsa, Türkçenin bilim dili olmaması için hiçbir neden yoktur.
Yeter ki bu bilince ulaşılmış olsun ve gerekli kurumlar, politik değil,
yetenekli ve bu davaya inanmış insanlarla desteklenmiş olsun. Hâlbuki bugün
Türkçede, türetilmiş tüm kelimelerle birlikte bu sayının 30.000 kadar olduğu
varsayılmaktadır. Her alanda, kavramsal olarak bir patlama döneminin yaşandığı
bu yüzyılda, eğer yetişecek gençler, bu kavramları başka dillerin kelimeleriyle
kullanma alışkanlığını kazanırlarsa, bir zaman sonra kendi dillerinin
yetersizliğine ve sonunda da gereksizliliğine inanacaklardır. Türkiye'de "aydın tavrı içerisinde geçinen bir takım
insanların, son zamanların moda deyimi ile bazı entellerin kötü örnek
oluşturması" ve "Milli
Eğitim Politikasının yeteneksiz ve özellikle çağdışı kişilerce yönlendirmesi
sonucu" bu saplantıya sürüklenenlerin sayısı, her gün biraz daha
artmaktadır.
Osmanlı'nın
bilinçli olarak yaptığı bu engelleme, ne yazık ki, özellikle 1980 yılından
sonra, hem de Türk Milliyetçiliğine sahip çıktığını söyleyenler tarafından
yeniden uygulamaya sokulmuştur. Bir zamanlar Kıbrıs için, hangi görüşten olursa
olsun, yollara dökülen gençliğin, bugün, Türklerin Avrupa'da ve Asya'da
aşağılanmasına, hakarete uğramasına tepki göstermemeleri, bu uygulamanın
sonuçlarından başka bir şey değildir. Dini eğitim tüm etkinliğiyle sürdürüldüğü
için, bu hakaretlere, ancak bir nebze, din dayanışması içerisinde – cuma
namazlarından sonra- tepki gösterilmektedir.
Bütün bu
anlatılanlardan şu sonucun çıkarılması da sakıncalıdır: Eğer bir bayrak altında
toplanmış bir toplum varsa, bu toplumun tüm grupları, ayrıcalıksız, anadili
olarak aynı dili, yani resmi dili konuşmalıdır yargısı. Bu hem olanaksızdır;
hem de kültürel çeşitliliği azalttığı için, insanlık adına yanlıştır da. Her
dil bir kökene dayandığı için, insanlığın bir çeşit mirasıdır; korunmalıdır;
hatta geliştirilmesi için zemin hazırlanmalıdır. Fakat daha sonra anlatacağımız
diğer kimlik öğelerini ortak olarak paylaşan gruplar (yani aynı şeye sevinen
aynı şeye üzülen; sosyal davranış bakımından benzer olanlar), dil farklılıkları
ne olursa olsun, yaygın ve bilimsel olarak daha gelişmiş ve tarihsel gelişimi
bakımından ortaklığa daha yatkın olan dili, ortak –resmi- dil seçerek
anlaşmalıdırlar. Türkiye'deki durum da bu olmalıdır. Diğer diller bölgesel
olarak kullanılabilmelidir.
Eğer TRT’nin,
son zamanlarda TRT-6 aracılığıyla başlattığı etnik dillerdeki yayın politikası,
dil zenginliğinin yitirilmemesi ve insanların kendi ana dillerinde bir şeyleri
dinleme ya da ana dillerini geliştirme amacıyla yapılmış ise saygı
duyulmalıdır. Yok, eğer bu yayınlar bu ülke içerisinde dil birliğine dayalı başka
bir ülkü birliğini yaratmaya yönelik yapılacaksa, bu ne etnik gruplara ne de
Türk devletine yarar sağlamayacaktır. Bölünme, yutulmaya hazırlık demektir.
Kaldı ki 80 yıldan bu yana bir çeşit zorunlu Türkçe eğitimi ile halkımıza hala
bu dili yeterince öğretememişsek ya bu halkta ya da bu eğitim sisteminde ya da
uygulanan politikada bir hata var demektir. Özellikle son 30 yılda her evde
bulunan televizyondan sonra hala bu dili konuşamayan bir kesim varsa, bu,
üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir husustur.
Bu ülkenin bütünlüğünü
sürdürmek istiyorsak, bizim dışımızdaki Türkçe gramerle konuşan ülkeleri ve
toplulukları bir araya toplayarak küresel bir birlik ve ekonomik-siyasi güç
oluşturmak istiyorsak, dilimizi geliştirmenin ve yaygınlaştırmanın en kısa ve
hızlı bir şekilde yolunu aramamız gerekecektir. Türkçe yayınların ve
belgesellerin yaygınlaştırılması ilk adım olabilir.
1988 yılında
Sovyetler Birliği parçalanınca, yeni kurulan Türki Cumhuriyetler Türkiye’den
Türkçe kullanılmış daktilo ve Türkçe yazılı basılı eser talebinde bulundular.
Türkiye, bu desteği yapacağına, bu ülkelere Suudi Arabistan desteğiyle yüz binlerce
Kur’an göndermeyi yeğledi. Bugün ne yazık ki bu ülkeler bizim kullandığımız alfabeyi
kullanmıyorlar. Türkiye tarihi bir fırsatı böylece kaçırdı. Hoş ya, Türkler de
artık kendi anavatanlarında (Anadolu’da) Türkçe Klavye (F klavye) kullanmıyorlar;
silikleşme neyle başlayacak; ilk olarak diliyle.
Dil devrimi
yapılırken, Atatürk’ün çeşitli konularda 5000 sayfa kitabı okutturarak orada
geçen harfleri saydırarak ve en çok kullanılan harfi 10 parmak daktilo yazan
birisi için en güçlü parmağa, ikinci en çok geçen harfi en güçlü ikinci parmağa
gelecek şekilde tuşları yerleştirerek, F klavye’yi ortaya çıkardığı söylenir.
Böylece, F klavye kullanarak girdiğimiz dünya daktilograf yarışmalarında hemen
hemen hep birinci olduk. Ne zaman ki Q klavye’ye geçtik, en az yazma verimimiz
%30 azaldı.
Neresinden
bakarsak bakalım bir şeyler eğri ya da çarpık gidiyor. Bu ülkeyi aydınlatmak
için kurulmuş iki önemli kurumun TÜBİTAK’ın ve YÖK’ün başkanları bir zamanlar “Türk Dili bilim dili olamaz diye”
beyanatlar verdiler. Bir insanın kendi diline güvenmemesi ne kadar acı. Bununla
da kalınmadı, YÖK, atama ölçütlerinde yabancı dille yazılmış eserleri ön plana
aldı, en düşük puanları Türkçe yazılmış olanlara verdi. Böylece Türk toplumu
kendi dilinde olabilecek en hızlı şekilde bilimsel aydınlanma olanağını
yitirdi. TÜBİTAK, çeşitli konularda bugüne kadar Türkçe olarak derli toplu
çıkarılan dergilerini (DOĞA), Türkçesi olmadan, İngilizce çıkarmaya başladı.
Çünkü yaptıklarımızı bizim değil başkalarının kullanması ve takdir etmesi
gerekiyor… Hâlbuki bugün, dünyada, neredeyse 200-300 milyon Türkçe okuyabilecek
bir insan kitlesi bulunmaktadır. Bu insanlara ulaşma değil de, Amerika’nın
bilmem ne unvanlı kişisinin takdirini kazanma çabasının anlamı nedir? Kendi
kendimizi yok ediyoruz… Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve birkaç milyonluk
ülkelerin kendi dilinde büyük yayın faaliyetlerine girmesi akıllıca sayılmaz;
çünkü maliyetleri düşürecek yeterli okuyucu kitlesini bulamaz. Ancak Türkçe
dilinin böyle bir handikabı yoktur. Yeterli okuyucunuz hazır.
Ali Demirsoy sen ne
yaptın?
Diyeceksiniz
ki Ali Demirsoy bunca yıl üniversitede bulundun da sen ne yaptın? Eğer sabrınız
varsa bu öyküyü dinleyin ve bu ülkenin kimlere kaldığını öğrenin…
Ama önce,
burada kendime ait bir yaklaşımı vurgulamak isterim. Türkçeyi bilimsel dil
olarak kullanma her zaman Türkçe ana bir kelimeden bir türetme yapma ya da bu
hususta ısrar etme anlamına gelmemelidir. Örneğin atom kelimesi yerine çekirdek
kullanılıyorsa da (çekirdek fiziği gibi), meyve tohumu ya da nüve anlamına da
geleceği için, atom kelimesinin kullanılması pek büyük bir sakınca
oluşturmayacaktır; çünkü atom kelimesi harf dizilimi bakımından Türkçenin ses
uyumuna tam uymaktadır. Batı dillerindeki durak anlamına gelen “Station”, iki sessizle başladığı için
Türkçe ses uyumuna ters geldi ve bunun üzerine başına bir “i” harfi koyarak bu
uyumsuzluğu giderdik. Ancak, uğrama şeklindeki istasyona durak (otobüs durağı
ve dolmuş durağı gibi); belirli bir süre de kalınabilecek yerlere de istasyon
dedik (tiren istasyonu gibi); aynı şekilde istatistik ve benzer kelimeler dilimize
sokulabilir. Ya da iki sessizin arasına bir i sokmak suretiyle ses uyumunu
sağladık. Galiba 1946 yılında Türkçeleşme hareketi sırasında birçok kelime
üretildi, örneğin hücreye göze dendi; ancak tutmadı; çünkü hücre sözcüğü de
Türk dil ses uyumuna ters gelmiyordu ve insanlar bunu tercih ettiler ve böylece
göze sözcüğü bırakıldı. Benzer şekilde savcı kelimesi tuttu, ancak yargıç çok
da yaygınlaşamadı ve hâkim sözcüğü kullanılmaya devam etti.
İngilizcede
feed back diye bir sözcük var. Bu, Türkçeye sokuldu; ancak özgün haliyle değil
çok daha zengin bir biçimde bilimsel tanımlar üretilerek. Örneğin İngilizcede
geri besleme olarak bilinen bu sözcük, fizikte geri besleme, biyolojide başa
tepki, sistem araştırmasında denetim,
iletişimde geri bildirim, argoda ayağın başı yönetmesi anlamlarına
gelecek şekilde kullanılarak daha zengin bir anlatım yeteneği kazandırmıştır.
Burada vurgulanması gereken en önemli husus, bir kelime üretirken, kökeni ille
de Türkçe olacak bir kelime bulmamıza gerek yoktur; başka bir dildeki kelime
aynen ya da üzerinde oynanarak Türk dilinin ses uyumuna uydurulabiliyorsa,
kullanılmasında sakınca yoktur (biyolojide, sitoplâzma, ribozom, mitokondri,
benzer yüzlerce kelimede olduğu gibi). En çok dikkat edeceğimiz atalarımızdan
bize kalıtılan sözcüklerin yerine yabancı dildekileri kullanmaktan
kaçınmamızdır. Örneğin, Türkçe’de hiçbir kültürü taklit etmeye kalkışmadan
kullanmış olduğumuz “Günün Aydın Olsun”
ya da “Günaydın” yerine neden Hay,
Good Morning, Selamın Aleyküm, Merhaba sözcüklerini kullanırız. Üreticisi,
satıcısı, giyicisi, gözleyeni Türk olan bir ülkede neden üzerimize giydiğimiz
Ti-Şört olarak bilinen üst gömleklerin üzerine istisnasız olarak, çoğunu
kimsenin anlamadığı saçma sapan yabancı kelimeleri yazarız? Bu en başta kimliğimize
hakarettir.
Biraz önce
kadrosu ve unvanı gereği –ister istemez- aydın sınıfına sokulan benim gibi
insanlara “siz ne yaptınız sorusu
sorulursa” ne yanıt verebiliriz demiştik. Başkası ne yanıt verir tam
söyleyemem (verebilecekleri fazla bir sözleri olacağını zannetmiyorum ya);
ancak biraz sabrınız varsa, benimkini dinleyin derim:
Ben Kemaliye
İlçesinin Yuva Köyünde bir hocalı beş sınıflı bir ilkokulu bitirdim. Böyle bir
okulda ne öğrenilirse o kadar öğrendim. Sözlü bitirme sınavı yapılırken, beş
kişiydik, hepimizi toptan aldılar ve Türkçe sınavında, Ahmet nedir diye
sordular, birinci sıradaki arkadaşımız sıfat dedi, ikincisi edat dedi, benden
bir önceki isim dedi, tekrar bana sordular, fiildir dedim…
Ortaokula
geldim, Türkçe hocası yok. Bir gün –Naim İşler diye geçici- bir hoca geldi,
bize çocuklar önümüzdeki hafta ödev olarak bir rüyayı anlatan bir kompozisyon
yazacaksınız dedi. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu; çünkü kompozisyonun ne
olduğunu bilen yoktu. Hoca ekledi: 28 noktası, 52 virgülü olacak. Eve geldim
babama durumu anlattım. Oğlum ben rüyayı söyleyeyim sen yaz; ama noktadan
virgülden anlamam dedi. Yazıp verdim; bir hafta sonda karatahtanın önünde eşek
sudan gelircesine dayak yedim. Çünkü metine göz kararı ile rastgele 29 nokta,
52 virgül koymuştum.
Daha sonraki
eğitimim de farklı geçmedi, lisedeki hocalarım “Failetün Fail”e kafalarını
takmışlardı. Akşam sabah şiirleri failetün fail denen parçalara ayırıyorduk.
Üniversite
hiçbir Türkçe kitabımız olmadan bitti. Not tutmaktan ellerimiz nasır tuttu; iyi
kötü olan yazı sitilimiz de okunamaz hale dönüştü.
Ne olduğumu,
doktora tezimi yazarken öğrendim. Alman Hocam Ord. Prof. Dr. Curt Kosswig,
tezimi okuyup düzeltirken. Bir gün beni yanına çağırdı. Oğlum, sen hiç Türkçe
dersi almadın mı? İmla işaretlerinin hiç birinden haberin yok; ilk olarak sen
Türkçe öğren dedi.
Öğrenciliğimde
hiç kitabım olmadı (diğer arkadaşlarımın da). Hep özlem duyardım, koltuğumun
altına bir kitap alarak köydeki komşularıma hava atmayı; hiçbir zaman
yapamadım.
Atatürk Üniversitesinde
iken, benim konumda Türkçe kitap olmadığı için, tek bilim kaynağı bizim bölük
pörçük bilgilerimizdi. Kitap getirtme Merkez Bankasından akreditif açma,
onlarca yere imza attırma ile elimize ulaşması en erken 3-4 ayda
gerçekleşiyordu.
Doktora sonrası
Almanya’ya gittim, her yerde kitap var. Özellikle sarı seri dedikleri
(Almanya’da harbi bu kitapların çıkardığını savunanlar da var) her konuda
onlarca, yüzlerce, son derece kapsamlı kitabın olduğunu gördüm. Örneğin A
vitaminini öğrenmek istiyorsanız, fotokopi kâğıdı büyüklüğünde 400-500
sayfalık, sadece A vitaminini anlatan bir kitap bulabiliyordunuz.
Babam bana
göre inanılmaz ileri görüşlü bir adamdı ve ölümüne yakın bana: Eğer bilimi bu
ülkede yaygınlaştırmazsan emeklerimi haram ederim demişti. Almanya’daki
gözlemlerim ile babamın vasiyetini yan yana getirince, bulutlar açıldı ve ufku
görmeye başladım. Kurtuluşumuz, Türkçe eserler üreterek halkı aydınlatmadan
geçecekti. Ancak alt yapım buna uygun değildi, dil bilgim hemen hemen yoktu;
yeteneğim de yoktu. Bunun üzerine ilk olarak Almanca bir imla işaretleri kitabı
aldım ve başka bir dilde de olsa, imla işaretlerinin önemini kavramaya
başladım. İyi bir burs aldığım için, biriktirdiğim paraların önemli bir kısmını
da kitap ve makalelere yatırdım. Plan yaptım, 10 sene daha yaşarsam şunları, 20
sene daha yaşarsam şunları, 30 sene daha yaşarsam şunları yazacağım diye yola
çıktım…
Geceleri 3.30’da
kalkıp, sabah saat 9’a kadar yazıyordum. Bayram seyran, hafta sonu demeden.
Sağdan soldan gelen seslere kulağımı kapatmıştım. Bir taraftan da Türkçe dil
bilgisi ve yazım kurallarını okuyordum; imla kılavuzları masamın üzerinde
duruyordu.
Zorluklarla
karşılaştım mı? Karşılaştım. Benden ve dilden kaynaklanan zorluklar. Örneğin
kuşların kanatları konusunda, kuşun ne olduğunu bilmeyen birisine bu konuyu
anlatmaya başlarsam, konuya nasıl girmeliyim diye düşünmeye başladım.
Kuşların kanatları (kuşlar çoğul, her
kuşun iki kanadı olduğu için o da çoğul)
Kuşların kanadı (kuşlar çoğul, kanat
anlatılacak nesne olduğu için tekil olmalıydı)
Kuşun kanatları (kuş tekil, iki kanatlı
olduğu için çoğul)
Kuşkanadı (kuş tekil, kanat nesne
olduğu için tekil ve bileşik olmalıydı)
Bütün bu
seçenekler kuş (ya da kuşların yerine) kuşlarda
ya da kuşta kelimesi de
kullanılabilirdi.
Böyleci bir
konuya girerken bile karşımıza birçok seçenek çıkıyordu ve biz hangisiyle
başlamalıydık? Bir kişinin bildiği bir objede bunlardan hangisini kullanırsanız
kullanın, kişide doğru çağrışım yapabilirdiniz; ancak sadece çok az insanın
bildiği bir şeyi anlatmaya başladığınızda, örneğin palamut başlı sırtiplide
böbreği anlatacaksam, bir insanın bu hayvanın dünyada tek bir tür olup
olmadığını, böbreğinin tek bir tane mi yoksa çift mi olduğunu bu başlıktan
çıkarması mümkün olamazdı. Çözebildin mi dersiniz? El yordamıyla çözdüm.
Kimseden ses çıkmadığına göre ya okumadılar ya da anladılar demektir.
Bir zaman
sonra bilimsel eserleri mektup kadar hızlı yazmaya başlamıştım. En yetkili
ağızlardan bile çıkan bilimsel eserler –uygun kelime ve terim eksikliğinden
olacak-Türkçe yazılamaz zırvalarının geçerli olmadığını, hiç kimseye
danışmadan, Türkçe kökenli kelimelerden birçok bilimsel anlatımı karşılayacak
sözcüğün üretilebileceğini anladım ve yaptım. Sonuçta neredeyse 40.000 sayfaya
yakın, birçoğu, bu ülkede bugüne kadar yazılmış en kapsamlı içeriği olan,
birkaç tanesi de dünyada bugüne kadar yazılmış en kapsamlı bilgiyi içeren
kitapları Türk halkına sunmayı başardım; hem de yabancı kitapların dörtte bir
fiyatına. Bu kitapların çoğunun üniversite hocalarının elinin altında olduğunu
ve sıkıştıkları zaman ilk olarak bunlara baktıklarını biliyorum. Ancak yine de
derslere, öğrencilere anlatılanların yabancı yayınlardan yararlanarak
hazırlandığı izlenimini verebilmek için, koltuklarının altında, kalitesi ve
bizim ülkemiz için yararlılığı çok daha düşük olan yabancı dilde yazılmış kitaplarla
girdiklerini de biliyorum. Çünkü Türkçe yazılmış bir kitap değerli değildir
yargısına hocası da öğrencisi de inanmıştır.
Bu kitaplar
yazılırken dünyada yapılmış çalışmaları ilk olarak okur, sonra onları
gerektiğinde bizim ülkemizin eğitiminde daha yararlı kullanılacak bir şekilde
yorumlar, bir anlamda telif ya da yarı telif bir eser üretebilirdiniz. Yakın
zamana kadar böyle oldu. Ancak tekeli bırakmak istemeyen ülkeler baskı üzerine baskı
yapılarak alelacele telif yasası çıkarmamızı sağladılar ve bu kolaylık, bu
yükün altına gireceklerden alındı. Çünkü yeni düzenlemeye göre herhangi bir
resmi, fotoğrafı, haritayı, üzerinde değişiklik yapsanız da, altına alındığı
kurum ya da kişiyi yazsanız da, yayıncısından yazılı izin almadığınız sürece
önemli parasal ceza yersiniz. Yaklaşık 200 kelimenin üzerinde alınan bilgi için
de bu geçerlidir. Yayıncıya başvurduğunuz zaman da bir tek şekil ya da fotoğraf
için formalitelerin yanı sıra, önemli para taleplerinde de bulunabiliyorlar.
Böylece batının bilimini getirip, kendi yorumumuzu katarak yen bir sentez
oluşturma olanağımız da ortadan kaldırılmış oldu. Bilimsel şekil ve resimleri özgün
olarak tarif üzerine çizecek bir ara kademe meslek grubu da bu güne kadar
yetiştirilemedi. Bu nedenle mecburen tercüme kitaplara yöneldik. Tercüme
kitapları da yapalım; ancak bu kitaplarla dünyaya damgamızı hiçbir zaman
vuramayız. Ancak izleyici oluruz, öncü değil…
Orta zekâlı,
doğru dürüst dil eğitimi görmemiş, doğru dürüst bir eğitimden geçmemiş birisi,
kendi çabası ile bu kadar kapsamlı kitapları üretmiş ise, organize ve kurumsal
girişimlerle neden dünyaya hitap edebilecek Türkçe eserleri üretemeyelim? Türk
dili dünyada geçerli değildir deniyor. Esasında bugün dil önemli bir sorun
değil. Siz eğer doğru dürüst kitap ya da benzeri eser yazarsanız, onun dili
Marsça da olsa gelir bulurlar. Nitekim Türkçe yazmış olduğum Genel Zoocoğrafya
ve Türkiye Zoocoğrafyasını Kudüs Üniversitesi ders kitabı olarak izliyor.
Kalıtım ve Evrim kitabımı ve bir önceki kitabı Neil Basım ve Dağıtım evi
Londra’dan dünyaya pazarlamak istiyor. Siz yeter ki dilinizle gurur duyun, inanın
ve bu ülkeyi sevin…
Dilini çağdaş atılımlara ve yeniliklere parelel olarak
geliştiremeyen her millet, er ya da geç, toplumsal kimliğini yitirir ve etkisi
altında kaldığı dilin kültürünün egemenliği altına girer
Prof. Dr. Ali Demirsoy
05.03.2009
Not:
Yazarın “Son İmparatora
Öğütler-Bilim Toplumu” kitabında bu konuları işleyen bir kısım vardır.
Sunuş yazısı
Sevgili Kardeşim
Bir ülkenin kimliğini dili belirler;
ancak Türklerin ülkü birliğini hatta evrimsel kökenini yine dili belirler.
Dünyada Türkleri bir çatı altında tutmak istiyorsanız, yapısal özellikleri
belirleyici olarak alamazsınız; dil kültürü Türkü Türk yapar.
Türk dilinin özendirilmesi kimliğimizin
evrensel olarak korunması olacaktır. Birliğin yıkımı ise dilimizin yerine başka
dilleri ikame etme ile gerçekleşecektir. Ne yazık ki son yarım yüzyıldır, aynen
Osmanlı döneminde olduğu gibi, sokaktaki tabeladan, anaokullarına, çıkarılan
bilimsel makelelerden, giydiğimiz tişörtlerin üzerindeki yazılara kadar artık
hep yabancı diller egemendir. Osmanlı bu gafleti ağır ödedi; dilerim biz
ödemeyiz.
Bir ülkenin klavyesini terk edip başka
bir dilin klavyesini yaygın olarak kullanması bile kimlik aşınmasıdır.
Bu yazıda hem en yetkili
kuruluşlarımızın ve hem de bilim adamlarımızın aymazlıklarını, bilinçli ya da
bilinçsiz olarak dilimizin önemsiz bir konuma düşürülerek Anadolu insanına
(hatta Türk dünyasına) yapılan darbeyi göreceksiniz.
Siz okumasanız bile çocuklarınıza
okutmanızı öneririm.
Sevgilerimle
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.