YAŞAM VE ÖLÜME DAİR
Evet;” En son ölüm gelir yine de erken geldi!” deriz.
Aziz Okurlarım,
bu yazımı 18.04.2014 tarihinde Cuma günü saat 00.15 Hakk’a (yaratana) ve hak’a (toprağa) yürüyen, beni önce canıyla daha sonra anne sütüyle ve sevgisiyle besleyen, dualarıyla büyüten sevgili annem Fatma Şahin’e en dinmez acılarımla ve hasretlerimle armağan ediyorum.
***
“ Düşmanın ölümüne sevinmeyin.”
- İran Atasözü -
“
Ölüm her yaşta erkendir.”
- İran
Atasözü –
“
Ölüm adildir!”
- İran Atasözü -
Nasıl ki siyah denilince beyaz, iyi denilince kötü,
doğru denilince yanlış çağırışım yapıyorsa, YAŞAM denilince de ÖLÜM,
ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Dünyadaki her şeyin yazgısı
günün birinde sona erecek olmasıdır.
Bedenin biyolojik canlılığının sona ermesine ÖLÜM diyoruz.
Peki, ölüm nedir? Tıpta kullanılan anlamı ile bakarsak
yaşam için önemli olan organların işlevlerini yitirmesi sonucu ortaya çıkan bir
durumdur. Modern tıpta ise bedenin diğer bölümleri tamamen normal çalışsa bile
solunumu ve diğer önemli refleksleri yöneten, beyin sapının çalışamaz duruma
gelmesi beyin ölümü olarak nitelenir. Bu anda beyin elektrosu dediğimiz EEG
artık tamamen düz bir çizgi çizmektedir ve hiçbir elektriksel aktivite
göstermez. Beyin kan akımı tamamen durmuştur. Beyin metabolizması durmuştur.
Solunum refleksi yoktur. Solunumun devamı ise suni solunum cihazı ile
sağlanırken kalp halen çalışmasına devam etmektedir. Kalp çalışsa ve normal kalp atışlarını
sürdürmeye devam etse de bu durum bu gün için ölüm sayılmaktadır.
Ölüm yüzyıllar boyunca insanın hoşlanmadığı, ama yaşamın
gerçekleri listesinin başında yer alan bir olgudur. Yaşama çok bağlı olan, yaşamayı çok seven insan
bir gün gelip öleceği düşüncesini bir türlü içine sindirememiştir. Ölüm demek, bu dünyadan ayrılma, sevdiklerinden
uzaklaşmak ve bilinmeyene gitmek demektir.
Bir
canlının, bir insanın ölümünden sonra ne olmaktadır?
Bu günkü
bilgilerimiz ile bu konuda tatmin edici bir yanıt verebilmek güçtür. Ölüm
sonrası ne olacağını bilememekteyiz. Ama doğduğumuz gün başlayan yaşamımız
tıpkı hedefine yol alan bir mermi gibi yaşamın sonunda ölümle kucaklaşmak üzere
ilerlemektedir.
Yaşamın birçok amacı vardır. Yaşam çok boyutlu ve
renklidir Buna karşın ölüm boyutsuz ve donuk görülmektedir. Ölüm kaçınılmazdır. Ölüm iyi ya da kötü
olabilir, bilemiyorum. Ama asıl olan yaşamın sonu olmasıdır veya yeni bir
yaşamın başlangıcı olmasıdır. Bu kesindir. Gizemli yanı ise ne zaman geleceğinin
belirsiz olmasıdır. Bir yakınımızı zamansız ve beklenmedik bir anda kaybetmek
çok kötüdür, katlanmak zordur.
Bedenimizin ve organlarımızın biyolojik olarak çok
yaşlanmasına bağlı, belleğimizi ve bedenimizi artık yönetemeyecek duruma
gelmişsek veya yaşamımızı zor sokan bir hastalığımız varsa, ölüm acılara son
veren bir kurtarıcı gibi görülür. Ne olursa olsun katlanılması zor olan bir
olgudur. Ama kaçınılmazdır. Ölüm sevdiğimiz, sahip olduğumuz, arzuladığımız,
çabaladığımız, umut ettiğimiz her şeyi er veya geç yutacaktır.
Yaşamın insan için amacı, geleceği, anlamı ve değerleri
vardır. Hâlbuki sona varış anlamsız bir bitiş gibi görülmektedir. Eğer bir
insan dünyadan yaşamdan ve gelecekten korkarsa, insanlar onu kınar. Yaşlı veya
ağır hasta bir insan yok olma düşüncesiyle tedirginlik duyar. Yaşımız ortalama
yaşam süresine yaklaşınca veya geçince içimizde bir takım acı duygular
çağrışır. Ölüm söz konusu olunca sıklıkla konuşmayı başka konulara kaydırırız.
Ölümün sıkıntısını dağıtmak için ölüm karşısında dile getirdiğimiz bir takım
basmakalıp sözcükler vardır. Teselli olarak herkesin günün birinde öleceğini ya
da hiç kimsenin sonsuza kadar yaşamasının mümkün olmadığını söyleriz ve konuyu
geçiştirmeye çalışırız.
Rochefoucauld; “Hiç
kimse güneşe ve ölüme doğrudan bakamaz.”
demiştir. Nasıl ki güneşin parlak
ışıkları gözümüzün görme hücrelerine zarar veriyorsa ölüm hakkında konuşmak ve
ölüm sonrası konusunda düşünmekte insanda bir iç sıkıntısı ve umutsuzluk
yaratmaktadır. Gerçekte bu umutsuzluk ve sıkıntının nedeni belirli bir noktadan
sonra ne olduğunu bilememekten ve bundan kaynaklanan tedirginlikten ortaya
çıkmaktadır. İnsan bilmediği anlamadığı şeylerden korkar ve çekinir. İnsanlar
üzerinde ki bu korkuyu, dinler ve dinsel
inançlar kendi bakış açılarından bakarak konuyu çözümlemeye çalışmışlardır.
Canlı varlıklarda bedenin ve ruhun (tin) ayrı, ayrı bulunduğu,
bedenin ölümünden sonra ruhun sonsuzca yaşayacağı düşünüşü insana çok çekici
gelmiş, onu hayli rahatlatmıştır. İnsanın ölüm konusu üzerine düşünmeye
başlamasıyla birlikte doğan dinler de bedensel ölümden sonraki yaşamın varlığı
görüşünü benimseyip desteklemiştir.
Böylelikle ölüm, bir son olarak değil yeni üstün bir yaşamın başlangıcı
olarak kabul edilmiştir.
İnsanoğlunun kafasını kurcalayan bu soruya, bu konuya
açıklık getirmeye çalışırlarken de hepside kendi öne sürdüklerinin ispatı
mümkün olmasa da kesin ve gerçek olduklarını savunmaktadırlar. Öne sürülenlerin
kanıtlanma imkânı olmadığı için ancak birer varsayım niteliği taşıyabilirler.
Genellikle ilahiyatçılar yaşama sırt çevirmeyi ve önem
vermemeyi överler.
Ölüm gerçekleştiğinde kavuşacağımız öteki dünyaya
övgüler düzerler.
“Herkes cennete
gitmek istiyor, nedense kimse ölmek istemiyor.”
Bazı insanlar, inançları gereği buna göre yaşamayı
yeğleyebilirler. Öldükleri zaman ulaşacaklarını düşündükleri öteki dünya özlemi
ile yaşarlar. Çeşitli topluluk ve kültürlerde farklı algılanıp farklı
yaşanılabilir. Ölümden sonra ruhun (tin)
süreceğine inanan, kimselerin, ölümün acısını yenebildiklerini
göstermiştir. Ölümle birlikte
varlıklarının tamamen ortadan kalkacağına ve bilincin ancak bedenle var
olabileceğine inanan kimseler, büyük bir bunalım içine düşebilirler. Aile
içinde sevdikleri kimselerin arasında son nefesini vereceğini bilen kimseler,
daha huzurludurlar. Hastanede, aile üyelerini haftanın belirli günlerinde yarım
saat gören ve büyük bir olasılıkla yanında hiçbir yakını olmadan bir hastane
yatağında öleceğini düşünen kimse daha çok acı çeker. Ne var ki para ve varlık kazanma
tutkusunun insanların en büyük yaşama amacı haline gelen modern toplumlarda
üretemeyen ve sadece tüketici durumunda bulunan yaşlı ve hastaların pek ilgi
göreceğini söylemek çok iddialı bir yaklaşım olacaktır.
Ölüm, toplumun ve bireyin dinsel inançlarıyla sıkı
sıkıya ilişkili olduğu için bireyden bireye, aileden aileye ve bir toplumdan
diğerine değişiklik gösterir. Doğa inanışlarının bir kısmında, bir insan öldüğü zaman öldü denmez. Bu dünya
üzerinde bir gün, bir yerde, bir kişi
tarafından adı ne zaman son kez anılır ve bir daha anılmaz, işte o kişi asıl o zaman ölmüş ve bu dünyadan
ayrılmış olarak kabul edilir.
Yaşam sadece yaşayıp günü geldiğinde bu dünyayı terk
eden canlıyı, kişiyi ilgilendiren bir olay değildir. Tüm yaşamı süresince
birlikte olduğu kişileri, ailesini dostlarını, sevenlerini arkada bırakıp
giderken birde geride kalanların yaşadıkları ve yaşayacakları vardır. İşte kırk
yıllık bir evliliğin, beraberliğin arkasından yaşam arkadaşını beyin kanaması
sonucu kaybetmek üzere olan bir kadının duygularını onun ağzından sizlere
aktarmak, sizlerle paylaşmak istiyorum.
Şöyle diyor;
“Bir tanem en son yürek ölürmüş. Beyin,
ölümünden sonra altı ila otuz altı saat daha yaşarmış. Hâlbuki her şeyi
kontrol eden, her şeyi hatırlayan, her şeye komuta eden beyin biliriz. Önce
onun pes etmesi bana çok dokundu.
Bilirsin hep yaşamı esas idare edenin
yürek olduğuna inanırdım. Sevgilim sanırım, senin durumunda bunun ispatını
yaşadık. Yaşamı arzuyla, tutkuyla, coşkuyla, aşkla besleyen yürektir. Bütün
duyguların coşkusunda, hüznünde, önce yüreğimizin sesini duymamızın nedeni nedir?
Aşkı duyduğunda yüreğimiz çırpınıp
kafesinden dışarıya vurmaz mı?
Yaşamla ilgili tüm duygular yürekte
kayıtlıdır. Bana göre anılarda keza En son yüreğin ölmesinin nedeni bu olmalı.
Tüm yaşadıkları, hatıraları hayatta tutuyor onu. Baştan sona kadar, hepsini kalp gözüyle
seyrediyor. Halbuki, beyin saatlerdir bu
dünyayla, sahibiyle işini bitirmiş, ilgisini kesmiş, çoktan ölüme havlu atmış…”
Yaşam ise doğumla ölüm ya
da var oluşla yok oluş arasında geçen süre ya da var olma süresi olarak
tanımlanmaktadır. Yaşam, bu beş harflik kısa sayılabilecek sözcük, kalbin iki
vuruşu arasında geçen süreyi anlatmaya çalışmaktadır. Bu vuruşlar ilk ve son vuruşlar (ilk ve son
nefes) olup, arasındaki süre kısa ya da uzun olabilir. İyi ya da kötü yaşanmış,
boşa gitmiş bir yaşamda olabilir. Bu tamamen yaşayana bağlı ve yaşayanın yaşama
bakışına bağlıdır.
Ünlü halk ozanımız Aşık
Veysel Şatıroğlu bir ömür boyu süren bu serüveni
“…İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece…”
Diyerek iki mısrada özetlemeyi başarmıştır. Bu han kapılarından biri doğumu tarif eder diğeri ise yok oluşu, ölümü anlatır.
Yaşamın anlamı ve amacı, üremenin üretmenin yanında yoğun yaşamak, özgür olmak ve uyanık bulunmaktır. Güçsüzlük duygusu ile bir takım çocuksu düşüncelerin peşine takılmadan, kendi sınırlı ama gerçek güçlerini tanıyıp, onlara ulaşmaya çalışmaktır. İnsanın hem dünyanın merkezi olacak kadar önemli, hem de ormandaki bir sinek kadar önemsiz olduğu gerçeğini ve çelişkisini kavrayacak olgunluğa ulaşmaktır.
Yunus’un deyimiyle; “ …Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil…”
Yaşamı sevmek ve buna rağmen ölümden korkmadan onu kabullenmek becerisidir. Yaşamla ilgili bizi ilgilendiren birçok soruya yanıt bulamamak, ama bunca belirsizliğe rağmen, gerçeği böyle, olduğu gibi kabul etmektir. Kendimizden bir parça olan düşünme ve algılama özelliklerimizle, hem kendimizi biricik ve tek, ama aynı zamanda sevdiğimiz insanla, doğayla, diğer insanlar ve kısaca tüm evrenle bir ve ayni algılayabilmektir. Bizi, kendi gerçek özümüze, benliğimize çağıran vicdanımızın sesini dinlemek ve onu izlemek, ama başaramadığımız zamanda kendimizden tiksinmemektir.
Tek bir çözüm var gibi görünüyor; gerçeğin gözünün içine bakmaktır.
Peki, gerçek nedir?
İnsan dünyada tek başına ve onun kaderine ilgisizmiş gibi duran evrenin içinde yapayalnız. İşte bu gerçeği görmek ve kabul etmek zorundayız. Bu sorunu insanların kendi başlarına ya da birlikte çözümlemekten başka seçenekleri de yoktur. Bunu onlar için çözecek doğaüstü bir güç de bulunmamaktadır.
İnsan, kendi sorumluluğunu bilmek, bunu üstlenmek ve yaşamına ancak kendisinin, o da kendi içsel güçlerini (akıl, sevgi ve üretici güçler) geliştirip, onların meyvelerini oluşturarak bir anlam verebileceğini, iyice anlamalıdır. Ama bu anlamlandırma olayı, insana bir güven ve bir kesinlik rahatlığı getirmez. Çünkü kesinlik arayışı, insanın kendisini geliştirmesini engeller. İnsana kendi güçlerini geliştirmek, güzelleştirmek ve meyve vermesini sağlama olanağı veren, bilinmezlik ve belirsizliktir.
Gerçeği korkusuzca algılayabilenler şunu görürler. Yaşama siz nasıl bir anlam veriyorsanız, o da size öyle gözükecektir.
O nedenle ölümden de korkmamak gerekir.
***
“ Yüreklilik en büyük korkunun ve en büyük umudun üstüne yürümektir.” Friedrich Nietzsche
Üretici, geliştirici ve sevgi dolu yaşamakla, insan kendi yaşamını da öyle kurmuş ve öyle belirlemiş olur.
“
Yaşama rastlantılarla doludur. Ne tuhaftır ki insanlar bunun farkına bile
varmazlar.”
- John Astor -
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.