YABANCILAŞMA



YABANCILAŞMA

         Başlangıcı ilk günah ile birlikte Adem'e kadar giden, peygamberlerle dini niteliğe bürünen yabancılaşma; Fransız devrimi ve onun ardından gelen sanayi devrimi ile birlikte günümüzün en çok tartışılan sorunlarından biri haline gelmiştir. Üretim ilişkilerinin çeşitlenmesi, yaşamın çok boyutlu karmaşası içinde insanlar arası ilişkiler yumağı, kendini gerçekleştirmeye çalışan insanı yabancılaşmaya sürükler. Bu süreç içinde önce doğaya, sonra çevresine ve topluma, ardından kendine yabancılaşır. Yabancılaşma olgusu son bir kaç yüzyıldır felsefecilerin, sosyologların, psikologların, edebiyatçıların ve din adamlarının popüler konusu haline gelmiştir.
 TANIM:
 1.      En genel anlamıyla bireylerin birbirlerinden, ya da belirli bir ortam veya süreçten uzaklaşmaları.
 2.      Psikiyatride normalden sapma, bir hastalık.
 3.      Psikolojide kişinin kendine ve çevresine karşı duyduğu yabancılık hissi.

Melvin Seeman bu tür yabancılaşmanın beş boyutunu tanımlar;

Güçsüzlük, kişinin kendi davranışlarının bireysel ve toplumsal sonuçlarını kontrol edememesidir. Dolayısıyla hem fırsatlardan yoksunluğu, hem de bireylerin kendi kaderlerini etkileyememelerini ifade eder. Çünkü, kontrol güçlülerin elindedir. Marx, kapitalizmde işçilerin sömürüsünü bununla izah eder.
          
Anlamsızlık, toplumsal sorunların ve olayların bilinemezliği halidir. İnsanlar arası ilişkiler, toplumsal organizasyonlarda formel ve mekanik bir hal almıştır. Birey, bu durumda toplumsal rolüne veya işlevine indirgenmiştir. Böylece içine sürüklendiği olayları anlamlandıramamakta, neye inanacağını veya karar verirken hangi standartlara uyacağını bilememektedir.

Kuralsızlık veya normsuzluk, kabul görmüş ve gelenekselleşmiş davranış kalıplarına uyamamayı ifade eder. Birey, kendinden uzaklaşmıştır ve psikolojik olarak ödüllendirici davranışlar sergileyemez. Bunun tipik örneği, Durkheim'ın toplumsal ilişkilerde güvenin kaybolmasıyla sosyal normların bozulduğu ‘anomi’ teorisidir.

       Toplumsal izolasyon, yalnızlık ve tanınmama duygusudur. Geleneksel kalıpların kaybı bireyi yalnızlığa, dışlanmışlık hissine, toplumsal kabulden yoksunluk hissine sürükler.
          
Kendine yabancılaşma, kişinin yaratıcı doğasından uzaklaşması, eylemlerinin kendi dışındaki doyumlar için bir araç durumuna gelmesidir.

Psikolojik anlamda yabancılaşmış bir birey, kaybolan hayatları temsil eder. Yaşamını bazen bir maddeye, bazen ruhsal bir amaca adar ki bu adayış; bir uçta materyalizmin veya nihilizmin, öbür uçta kendini tanrıya kurban etmenin bulunduğu bir kendinden geçme halidir. Yabancılaşan birey, kendi dışında bir şeye veya kişiye referansla düşünme ve eyleme eğilimindedir. Onun referansı da gelenek, toplum, ideoloji, doğaüstü varlıklar veya karizmatik liderler olabilir.
          
Toplumun birey üzerindeki baskısı ve denetimi, Freud'un yüceltme dediği psikolojik sorunların ve nevrozların kaynağıdır. Bireysel bilinçlerin toplumsal amaçlara yönlendirilmeleri, toplumsal değerlerin ve kurumların ortaya çıkmasını sağlar. Ancak toplumsallaşma ve kurumsallaşma, bireyin içgüdülerini baskı altına aldığından nevrozlara neden olur.
          
4.      Çağdaş sosyolojide yabancılaşma, bireyin kendisini etkileyen toplumsal, ekonomik, politik olayları ve süreçleri kontrol edememesi ve anlayamaması anlamında kullanılır. Toplumsal ve kültürel yaşamdan ayrışma söz konusudur.
          
Çağdaş sosyoloji literatüründe yabancılaşmanın dört temel kullanımı vardır: Bireyler arası yabancılaşma, iş yaşamında yabancılaşma, politik - ekonomik yabancılaşma ve sosyo-kültürel yabancılaşma. İnsan emeğinin kendisi dışında bir gerçeklik olarak somutlaşması anlamında nesnelleşme, yabancılaşmanın ilk ve en önemli evresini meydana getirmektedir. Bu nesnelleşme, aynı zamanda toplumsal farklılaşmaya da yol açar. Çünkü insanın madde üzerindeki eylemi, bir iş bölümü ve farklılaşmayı da doğurmaktadır.
          
Toplumsal ilişkilerden doğan yabancılaşma ise toplumsal kurumların ve değerlerin belirsizleşmesinden, çatışmasından ve statükoya dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumda birey ya bunlara meydan okuyarak, ya da toplumsal baskıya boyun eğerek ve aşırı uyumlu bir tutum sergileyerek yabancılaşmaktadır.
5.      Felsefede yabancılaşma şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi; daha önceden ilgi duyulan şeylere, dostluk ilişkisi içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti hissetme.
6.      Benin kendi özünden uzaklaşmasıyla kendisine, eylemlerine sanki bir
ustanın elinden çıkmış bir nesneye dışardan bakıyor gibi yaklaşmasıyla belirlenen bilinç hali, olarak da tanımlanır. Buna göre yabancılaşma, kişinin benliği ile kendisi arasına duygusal bakımdan bir mesafe koymasını; kişinin gerçek beniyle içsel temasını yitirdiğini anlamasının sonucu olan, kendinden kopma halini ifade eder.

YABANCILAŞMANIN NEDENLERİ

        İnsanın kendi özüne, doğaya ve topluma yabancılaşması beş ayrı başlıkta toplanabilir:
 1.   Yabancılaşmanın kaynağında üretim ilişkileri ve üretim araçlarının mülkiyeti vardır.
 2.   Teknolojik gelişim ile makineyi kullanan insan, otomasyonla birlikte makinenin kullandığı insana dönüşmüştür. Makineler dünyası kendi yolunu izlemekte ve insan yönetiminden kurtulmaktadır. Tam tersine, insan yaşam biçimini makineye uydurduğu için makineleşmektedir.
 3.   Toplumsal yaklaşıma göre yabancılaşmanın kaynağında, modernite öncesi geleneksel toplum biçiminin ortadan kalkarak yerini büyük ölçekli ve kitlesel eyleme dayalı laik toplumun alması olgusu yatar.

4.   Var oluşçu öğretiler yabancılaşmanın kaynağını, insanın dünyada bir yabancı olarak var oluşunun sonlu ve yalıtılmış doğasında bulur.
 5.   Psikolojik yaklaşım ise yabancılaşmayı Oedipus kompleksi ile uygar toplumdaki engellenme olgusunda arar.

YABANCILAŞMA YORUMLARI
         Yabancılaşma kavramının felsefi yorumunu ilk olarak Hegel yapmıştır.
Hegel mutlak'ı bütün var olanların kendisinden çıktığı ve yeniden kendisine döndüğü sarmal bir süreç olarak ele alır:
a) Kendi soyut genelliği demek olan ‘kendinde varlıktan’ çıkar.
b) Bir başkasında ‘kendi için’ olur.
c) Bu ikiliği aşarak ‘kendinde ve kendisi için’ varlık somutluğunu elde eder (Tez-antitez-sentez).

         Feuerbach ise yabancılaşmayı din eleştirisinde kullanır. Ona göre tanrı, insan varlığının mutlaklaştırılmış ve yabancılaştırılmış formudur (Tanrı yabancılaşmış insandır). Bundan kurtulmanın yolu tanrı fikrinin ortadan kaldırılmasıdır.

         Gerçekte yabancılaşma olgusunu popülarize eden Marx'tır. Marx'a göre insan etkinliği, özünde yabancılaştırıcı bir nitelik taşımaz. Emek gerçekten insanın özgür etkinliğinin yansıması olduğunda, yani henüz değişim söz konusu değilken, yabancılaştırıcı bir sürece yol açmaz. Yani, yabancılaşma kapitalizmle ortaya çıkar.

         Marx 'a göre üretim insanın en yaşamsal aktivitesidir. Emeği aracılığıyla dünyayı yaratmakta ve bunun sonucunda kendi kişiliğini inşa etmektedir. Üretim süreci bir nesnelleştirme sürecidir. Nesnelleşmeden kasıt, insan emeğinin kendi dışında somut bir gerçeklik olarak ortaya çıkmasıdır. Bu süreçte insan yaratıcılığını cisimleştirmekte, yaratıcısından ayrı nesneler meydana getirmektedir. Yabancılaşma, insanın ürettiği üründe kendisini tanımadığı zaman ortaya çıkar. Bu ürettiği kendine ait değildir. İhtiyacına dönük bir üretim de değildir.
         Yabancılaşmanın dört ayrı görünümü vardır. İnsanın emeğinin ürününe, üretime, kendi kendine ve sonunda topluma yabancılaşmasıdır. Ekonomik yabancılaşmanın temelinde emeğin metalaşması, iş bölümü ve özel mülkiyet yatar. Marx yabancılaşma sürecine yalnız işçileri değil, kapitalistleri de dahil etmektedir. Onlar da bireyselliklerini ve toplumsal ilişkilerini sermaye, üretim ve yatırım yarışmasına dönüştürerek kendilerine ve diğer insanlara yabancılaşmaktadırlar.
          Kapitalist düzen, aynı zamanda kültür dünyasında meydana gelen yabancılaşmadan da sorumludur. Kapitalizm, toplumsal yabancılaşmanın kabullenilmesini ve hoş görülmesini sağlayan; sömürülenlerin başkaldırısını önleyecek ödünler sunarak bu sistemi pekiştiren din, felsefe, ahlak, hukuk gibi ideolojik yabancılaşmaları da ortaya çıkarır. İdealist felsefe insanların gerçeği doğru okumalarını engelleyerek; ahlak özel mülkiyete saygıyı; hukuk ise devlete saygıyı öğütleyerek, yabancılaşmış toplumsal düzeni ve ilişkileri sürdürmektedir. Bunların tamamı insanların bilinç dönüşümlerini engellemekte, bireyleri egemen sınıfların koyduğu kuralları kabule zorlamaktadır. Din, toplumda sınıfsal yapının oluşumu ve sınıf çatışması hakkında eleştirel olduğu için, işçinin dikkatini öbür dünyaya çevirmektedir. Kapitalist ise onunla statükosunu meşrulaştırmaktadır. Dolayısıyla din insana vazgeçmeyi öğütleyerek, onun yeni bir toplumsal düzeni yaratmasını engellemekte ve mevcut durumunu onaylamasını sağlamaktadır.
         Marx, yabancılaşmayı kapitalizmin genel sorunu olarak değerlendirir ve çözümü komünizmde görür. Ancak, çağımızda yabancılaşmanın geçiş (sosyalist) toplumlarında her hangi belirtisinin ortadan kalktığına dair en küçük bir iz yoktur. Tam tersine Schaff sosyalist toplumda devlet ve bürokrasinin derinleşmesi, iş bölümünün artması, meta üretiminin kutsallaştırılması ve yaratılan baskı (parti, sendika) ile yabancılaşmanın daha da arttığını söylemektedir.
         20.yüzyılın başlarında Tönnies, insanlığın değişiminin gelenekselden (Gemeinschaft) modern topluma (Gesellschaft) doğru olduğunu ve bunun geri döndürülemez olduğunu söylemiştir. Geleneksel toplumda, insanın dürtü ve isteklerinin doğal yaradılışının (Wesenwille) bir ifadesi olduğunu söyler. Bu, bilinçli bir tasarım eseri olmayan bir toplum birimidir. İnsan, doğal olarak kendini bu birime ait görür. Bireyler arası ilişki sıkıdır (feodal aile örneği). Modern toplumda ise bireyler, kendi özel çıkarları gereği bir araya gelirler. Bunu varlıklarının küçük bir parçasıyla, var oluşlarının örgütün amacına karşılık gelen parçasıyla (Kürwille)  yaparlar. Bir şirketin üyeleri arasındaki ilişki, sadece hissedarlar arası ilişkidir. Bu yüzden, aralarında gevşek bir ilişki vardır ve birbirlerinden uzak dururlar (sadece çıkar ilişkisi). Bu toplumda (Gesellschaft) herkes bir başına olup tecrit edilmiştir, üstelik diğer insanlara karşı bir gerilim durumu vardır. İnsanların birbirleriyle ilişkilerinin niteliğinde, gizli düşmanlık ve potansiyel savaşların bulunduğu bir toplumsal dünyadır.
          
Tönnies, modern dünyada anlamını yitirmiş geleneksel yaşam biçimlerini canlandırma denemelerinde, büyük tehlikeler görüyordu. Nitekim Hitler ve yandaşlarının Alman yaşamının hareket yönünü tersine döndürmeye kalkıştıkları otuzlu yıllarda, Tönnies'in korkuları trajik bir biçimde gerçekleşmiş oldu.
          
Yabancılaşma düşüncesinde Durkheim, Weber ve Simmel gibi sosyologlara göre modern insan eski ve geleneksel değerlerden kopmuş; hızlı endüstrileşme, artan iş bölümü ve toplumda sınıflar arasındaki güç paylaşımında eşitsizlikler artmıştır. İş yaşamı insan doğasına aykırı, rutin ve anlamsızlaşmıştır. Toplumsal düzendeki rasyonalizasyon ve formalizasyon karşısında bürokrasi güçlenirken, kişisel ilişkiler azalmış ve izolasyon artmıştır. Sosyal sistemde meydana gelen ani değişimler, ‘anomi’ denilen toplumsal doku bozukluğuna yol açmaktadır. Toplumsal farklılaşma süreci, bireyleri kendi yetenek ve beklentilerine uyumlu olmayan pozisyonlara yerleştirerek, yabancılaştırıcı bir sonuca yol açmaktadır. Bireyler, değişen sosyal pozisyonlarının gerektirdiği davranış normlarına ve sınıfsal bilince ayak uyduramadığından, normsuzluk dediğimiz yabancılaşmanın diğer boyutunu yaşamaktadırlar.
          
Durkheim anomiyi analiz ettiği ‘intihar’ adlı çalışmasında, aşırı bireyselleşme ile toplumsal bütünleşmeden yoksunluğun yarattığı bunalımın ‘bencil intihara’ yol açtığını söylemektedir. Toplumsal varlığın bireysel bilinci kuşatması sonucu aşırı toplumsal bütünleşmeyi de ‘ elcil intiharın’ sebebi saymaktadır. Bilincin toplumsal varlıktan ayrışması kadar, toplumsal varlığın bilinci bütünüyle kuşatması da yabancılaşmaya yol açmaktadır. Elcil intiharda, insanın kendini öldürmesi bunun bir ödev olmasından dolayıdır. Toplum, bireye ölmeyi emretmekte ve bu özveriyi toplumsal amaçlar için talep etmektedir. Burada intihara yol açan kamuoyunun baskısı veya beklentisi olurken, bazen de bu intiharın toplum tarafından amaçlı ve saygın bir ölüm şeklinde takdim edilmesi de olmaktadır (radikal örgütlerdeki canlı bomba örneği). Diğer bir intihar türü olan ‘anomik intihar’ da ise, güç ve servetteki beklenmedik artış veya azalma rol oynamaktadır. Bu durum insanların sınıfsal bilinçlerini, davranış normlarını alt üst etmektedir. Yeni denge oluşana kadar, toplumsal sistemin dengeleyici gücünden yoksun kalınmaktadır. Durkheim 'a göre, ekonomik bunalımların intiharları artırması insanları yoksullaştırmasından değil, toplumsal yaşamda düzensizliklere yol açmasındandır.
          
Türkiye'de de Barlas Tolan'a göre reklamlar, moda ve kitle haberleşme araçları insanların yaşam biçimlerini ve davranışlarını doğrudan belirleyerek öznel tepkilerin gelişmesine engel olmaktadır. Bireylerin hareket alanlarını sınırlamakta ve güçsüzlük duygusuna yol açmaktadır. Toplumsal dayanışmadan yoksunluk, ya da normların zayıflaması da insanı yalnızlığa iterek yabancılaştırmaktadır.

Nietzsche'de yabancılaşma, nihilizme bağlı olarak ortaya çıkan ‘decadans’ ile tanımlanır.
İki tür insan vardır. Nietzsche'de: Hiçliği benimsemiş ‘sürü insanı’ ve ‘üst insan’. Sürü insanı hiçliği benimsemiş olan toplumun üyesidir, değer üretemez. Sahip olduğu değerler ise yozlaşmıştır. Bu bağlamda, varlığını inkar ederek kendisi dahil her şeye yabancılaşmıştır. Zerdüşt Böyle Dedi adlı yapıtın ikinci bölümünde Falcı başlıklı parçada söyledikleri, çağımız insanının durumuna ilişkin bir kehanet gibidir:
"Ve büyük bir kederin insanları kuşatmış olduğunu gördüm. En iyiler yarattıklarından bıkkınlık duymaya başladılar. Bir öğreti yayıldı, ona şu inanç eşlik ediyordu: ‘Her şey boş, her şey aynı, her şey geçmiş!’
Ve bütün tepelerden yankılanıyordu: ‘Her şey boş, her şey aynı, her şey geçmiş!’ "
Ürünü topladık toplamasına, ama neden bütün meyvelerimiz çürüdü ve karardı?
Dün gece o uğursuz aydan düşen neydi üstümüze?
Boşa gitti tüm emeğimiz, şarabımız zehire dönüştü.
Tarlalarımızı, yüreklerimizi sararttı kem bakışlar.
Hepimiz kuruduk; üstümüze ateş düşse, küllerimiz toz olup dağılacak-evet-ateşi bile bıktırdık biz.
Bütün pınarlarımız kurudu, deniz bile çekildi. Tüm toprak yarılmak ister, ama uçurumlar bizi yutmak istemez.
"Ah içinde insanın boğulabileceği deniz nerede var daha (?) böyle çınlar yakınmamız sığ bataklıklar üzerinden geçerek.”
Gerçekten, ölmek için bile daha şimdiden çok yorgunuz; uyanığız henüz ve devam ediyoruz yaşamaya-mezar inlerinde".
         Nietzsche'e göre değerleri anlamsız ve çelişkiler yumağı haline gelen sürü insanı, insan neslinin dahi yok olmasına sebep olmak üzeredir ve isteyerek tüm değerleri öte dünyaya göçertmiştir. Hıristiyanlığa çatma sebebi budur. Halbuki, bu düşünce, gerçek hayatın inkar edilmesi sebebiyle insanı önce hiçleştirir; sonra kalıcı bir hasarla kendine yabancılaşmaya iter.
          
         Var oluşçu düşünürler, yabancılaşmayı insanın benine ve diğer insanlara aykırı düşmesi diye tanımlarlar. Birey kendi beninden, özünden ayrı düşmekte; rahatını bozmak istemediğinden toplumsal baskıdan kurtulamamakta; sorumluluktan kaçmakta ve dışarıdan yönlendirilmektedir. Bunu insan var oluşunun evrensel kaderi olarak yorumlayan Kierkegaard, nedeni insanın tanrıdan uzaklaşmasına bağlar. İnsanın var oluş hali özünden uzaklaşmasının, yani tanrıya yabancılaşmasının sonucudur. Bundan dolayı insanın bu dünyadaki yaşamı korkuyla, yılgınlıkla ve insanın sonluluğundan duyduğu sıkıntıyla doludur. Eylemleri onu tanrıdan ne kadar uzaklaştırırsa, yabancılaşması ve umutsuzluğu da o kadar artar.

         Heidegger ise insanın yabancılaşmasını ‘Das Man’ ( birey ) ile kategorize eder. Das man insanın kendi varlık yapısının birliği ile yüz yüze gelmesini, özgün bir kişi olmasını ve diğer insanlar-çevresiyle ilişki kurmasını engelleyen öğelerin bütünüdür. Bütün değerler içeriğinden yalıtılarak yozlaşmıştır. İnsanın kendisini tanımasına izin vermeyen ön yargılar, şablonlar, değer yargıları kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmuştur. Çağdan çağa, toplumdan topluma değişir; ama yüzeyselliği, sıradanlığı, bilgisel temelinin olmayışı değişmeyen özelliğidir. Yani ‘Das Man’ belli duyuş, düşünüş, davranış kalıplarının, değerlendirme tarzlarının egemen olduğu genel bir yaşam üslubudur.

         Albert Camus, ‘Yabancı’ adlı yapıtında yabancılaşma olgusunu var oluş anlayışıyla inceler. Yabancılaşmanın en belirgin niteliği çevrede olup bitenlere duyarsız kalmak, etki ya da tepki göstermeksizin edilgen bir tavır takınmaktır. Romanda yazar mahkeme salonunda bunu bize Mersault'un ağzından aktarır:
"Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu. Kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu. İyi düşününce söyleyecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım".

         Erich Fromm, Marx'ın yabancılaşma kuramına bazı katkılar getirmeye çalışırken Freud'u temel alır ve psikanalitik bir yorum getirir. Çağdaş insan, sosyal yaşamın dinamiklerine otomatik bir uyum sergilemekte; sağduyu, yasallık, kamuoyu gibi soyut otoriterelere kolayca boyun eğmektedir. Bu durum bireylerde bazen yıkıcı eğilimler, bazen de nevrotik bozukluklar meydana getirmektedir.
          
         Modern insan kendini hem üretici, hem de pazarlanan bir ürün olarak algılamaktadır. Başarı tek ve nihai hedeftir. Eğer bir kimse pazarda başarılı ise değerlidir. Bu pazarda değişim değeri esas alındığından, insanlar arasındaki fark onun pazardaki fiyatına indirgenmektedir.
          
"Bireyin benlik duygusu, hisseden ve düşünen bir birey olarak kendi eylemlerinden değil, sosyoekonomik rolünden kaynaklanmaktadır. Modern toplumda kişiler kendilerini bir soyutlamayla, gerçek doğalarına yabancılaşmış bir şekilde sosyal sistemde icra ettikleri role, mesleklerine göre     tanımlamaktadırlar. Onun değer duygusu başarısına dayanmaktadır. Onun bedeni aklıdır; ruhu sermayesi. Yaşamdaki amacı bu sermayeyi kendi yararına bir yatırıma dönüştürmektir".

         Çağdaş düşünürlerden Herbert Marcuse, üretimin kamulaştırılması ile yabancılaşmayı önleyeceğini sanan sosyalizm tecrübelerinin, yabancılaşmayı totaliter yönetim süreçleriyle daha da derinleştirdiğini öne sürmüştür. Devletin ve bürokrasinin egemenliği, devlet hizmetinde çalışmayı en yüce ahlak ve temel görev şeklinde sunmuştur. Kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması insanları özgürleştirmemiş, tersine kurumsal bağımlılıklarını artırmıştır. Sosyalist toplumlarda hala bütünün çıkarı, özgürlüklerden feda etmeyi gerektirmektedir.
          
Marcuse, teknolojik gelişimle birlikte insanın şeyleştirildiğini söylemektedir. Herkes birer yönetim nesnesi halini almıştır. Kurumsal değerler, bireyler tarafından kendi değeri gibi algılanmaktadır. Toplumsal zorunluluklar arasında tercih yapmak, özgürlük gibi algılanmaktadır. İşçi sınıfı, modern kapitalist sistemle büyük ölçüde bütünleşmiştir. Yüksek yaşam standartları nedeniyle bireyler, var olan koşulları değiştirmek için her hangi bir çaba sarf etmemektedir. Marcuse, kapitalist gelişmenin burjuvazi ve işçi sınıfının işlevini değiştirdiğini; hatta kurumsal statükonun korunması söz konusu olduğunda bu iki grubun bir araya gelebileceğini dahi ileri sürmektedir.
          Diğer yanda bireylerde reklam, propaganda ve diğer araçlarla yapay ihtiyaçlar meydana getirilmekte, böylelikle tüketim körüklenmektedir. Kitlesel tüketim için gerekli olan bilincin, duygu ve değerlerin yaygınlaştırılmasında kitle iletişim araçları kullanılmaktadır. Böylece, bireylerde yanlış bir bilinç oluşmakta ve toplum giderek tek boyutlu hale gelmektedir. Gerçek ihtiyaçlarının farkında olmayan, fikirleri ve idealleri kitlesel iletişim aracılığıyla belirlenen bireyler, tek boyutlu insanlar, tam anlamıyla yabancılaşmışlardır.
          
Wright Mills, modern kapitalist ekonomiyi incelerken, işçi sınıfının karşısına ‘iktidar seçkinleri’ dediği mülkiyet sahipleri ile yönetici sınıfı koymuştur. Böylelikle, üretim araçlarını ellerinde bulunduranlarla toplumsal denetim ve kontrol mekanizmalarını kullananlar işbirliğine girmektedir. Dolayısıyla, yabancılaşma ekonomiden politik sisteme kaymaktadır. Politik yabancılaşma, toplumsal sistemin işleyişi üzerinde her hangi bir etkiye sahip olamama ve politik mekanizmayı işletenlere güvensizlikten kaynaklanır. Sıradan insanın toplumun kaderini değiştiremediğini algılamasıyla, yabancılaşma siyasete ilgisizliğe döner.
          
Mills, emeğin metalaştırılması fikrini beyaz yakalılara da uygulamaktadır. Tıpkı işçiler gibi, modern bürokratik kapitalizmin yeni orta sınıfını oluşturan beyaz yakalılar da, işlerine ve ürünlerine çok az ilgi duymaktadır. İş bölümünden etkilenmekte ve sahip oldukları yetenekleri kullanamamaktadırlar. Bilişim teknolojisi aracılığıyla, mesleki becerileri de makinelere aktarılmaktadır. Beyaz yakalı işçiler, kendi kişiliklerini yalnızca bir amaç için geliştirmek durumundadırlar: Pazarlama! Bürokrasi sürecine katılanlar açısından davranışlar, profesyonelce ve rolün gerektirdiği gibi icra edilmektedir. Modern bürokrasi böylece, bireyleri birer işgücü olarak metaya dönüştürmektedir. Kişiliği metalaştırılan bireyin toplumsal ilişkileri de pazar mantığına göre işlemeye başlamaktadır. Para; prestij ve iktidarın sembolüdür.
          
Mills, Marx'ın üretim araçlarına sahip olan sınıfın aynı zamanda toplumu yöneteceğine dair tezine karşı çıkmaktadır. Ona göre yönetici sınıf, ekonomik değil politik bir kategoridir. İktidar seçkinleri kendi görevlerinin ne olduğuna karar veren, eylemlerinin amaçlarını kendileri tayin eden ve bürokrasiyi yöneten kimselerdir. Bu yüzden bürokratik yabancılaşmadan da, kitlelerin maruz kaldıkları güçsüzlük ve anlamsızlık duygularından da uzak kalmaktadırlar. İktidar sahipleri, otoritelerini meşrulaştırmak için ideolojilere eskiden olduğu kadar ihtiyaç duymamaktadırlar. Bunun yerine manipülatif araçlara başvurmaktadırlar. Hatta ulusal veya uluslararası düzeyde önemli kararların alınmasında, kitleleri ikna etmeye gerek bile duymamaktadırlar.
          
Kitle toplumu, insanların görüş ve düşüncelerinin medya aracılığıyla oluşturulduğu ve yönlendirildiği tek yönlü bir etkileşim meydana getirmektedir. Medya, aynı zamanda toplumda otoritenin yaygınlaştırılması ve iktidarın meşrulaştırılması için gerekli araçları da sağlamaktadır. Bilgi ve değerleri karıştırarak meydana getirdiği manipülasyon aracılığıyla, kitlesel yabancılaşmaya yeni boyutlar kazandırmaktadır.
                    
Kitle toplumunda insanların kendi yaşam deneylerini algılama biçimleri, dış kaynaklar tarafından oluşturulmaya başlanmıştır. Kişilikler, bir takım dış güçlerin amaçları için araç haline gelmekte; hem kendilerine, hem de topluma yabancılaşmaktadırlar. Kitlelerin kurumlar üzerinde hiç bir özerkliği söz konusu değildir. Aksine kurumlar kitlelere nüfuz etmekte, kitlelerin eylem kanalları kurumsal otorite araçlarınca kontrol edilmektedir. İstenilen toplumsal tip, kitle haberleşme araçlarıyla oluşturulmaktadır.
          
         Modern toplumda, yabancılaşmayı sürekli kılan diğer bir faktör de şehirleşmedir. Şehirde insanlar birbirleriyle önceden belirlenmiş rolleri gereğince iletişim kurarlar. Rol merkezli toplumsal davranış ve gittikçe artan izolasyon, iktidarın en önemli araçlarından medyaya bağımlı kılar. Bireyin sürekli otoriteye ve yönlendirmeye maruz kalması, onun sorgulama yeteneğini ve bağımsızlığını yok eder, yaşamını rutinleştirir. Böylece, insanlar bireysel yaşamları açısından anlamsızlık duygusunu; politik, ekonomik ve kültürel süreçler açısından da güçsüzlük duygusunu bir arada yaşarlar. Mills, toplumsal yaşamda artan rasyonalizasyonun akılla özgürlük arasında beklenen uyumu gerçekleştirmediğini; kişisel düşünce yeteneğini kaybetmiş, yaşam rasyonelleştikçe huzursuz olan bir insan tipi meydana getirdiğini ileri sürmektedir. Çağdaş insanın yabancılaşma biçimini, en iyi bu çelişki yansıtmaktadır.

SONUÇ:

         İnsan tarihte olmadığı kadar kendini gerçekleştirebilecek, zenginleştirecek olanaklara sahip olmuştur. İşte bu noktada, günümüz insanının yaşamında büyük bir aykırılık göze çarpar. Şeyler (nesneler) dünyası o denli gürültüyle ve tehdit edici bir tarzda konuşmaya başlamıştır ki, insan susmuştur. Somut yaşamda insan şeyler arasında bir şey, bir sayı, kendinden beklenilen şeye göre işlevi olan bir araç; aynı düşünceleri taşımadığı, aynı çıkarları paylaşmadığı zaman özdeşlik, duygudaşlık kurulamayacak bir düşman (komünist, kapitalist, azınlık vb.); dolayısıyla sorumluluk duygusuna kapılmadan kendisine her şeyin yapılabileceği bir varlık; hatta temiz (!) bir vicdanla ortadan kaldırılabilecek bir engeldir. Kendi kendisiyle ilişkisinde ise birbirinden kopuk onca bilgi yığını arasında, neyi niçin öğrenmesi gerektiğini, amacını ve araçlarını belirleyememekte, bunları birbirine karıştırmaktadır.
          
         İnsanın yabancılaşması önce kendi varlık yapısının bozulması, uyumsuzluğu, benliğinden uzaklaşması anlamına gelir. Bu uzaklaşma ile insanın bilen, düşünen, çalışan, amaç koyan, seven, inanan ve bir bütün oluşturan yanları, çağımızda parçalanmış bir görünüm sergiler. Kendisi tarafından tarih boyunca yaratılan ürünler ve sağlanan birikimler dikkate alındığında, bu üzücü bir çelişkidir. Toplumsal mekanizmaların temeline ana değer olarak insan yerleştirilmemiştir. Kişiler arası ilişkilerde de insani değerler, önemini kaybetmiştir. Şeylerden (nesnelerden) örülü ruhsuz bir yığın ortasında kendini yersiz-yurtsuz duyan, bu varlığını tehdit eden güçler karşısında dehşete kapılan insandır. Sanki insan ve nesneler yer değiştirmiştir. Çünkü insan susmuş ve nesneler bağımsızlığını ilan ederek insanın dünyasını tehdit eden zorbalara dönüşmüştür.
          
         Çağımızın en belirgin özelliği; insanın var olanlar arasında bir var olan, şeyler arasında bir şey, bir sayı, adsız bir birey olma yolunda hızla ilerliyor olmasıdır. Basmakalıp düşünceler, normlar, bir örnek davranışlar, değer yargıları; daha çok bunları yayan kitle iletişim araçlarının etkisiyle geniş kesimlerin yaşam üsluplarına egemen olmaktadır. Bunun sonucunda insanın seven, düşünen, bilen, amaç koyan bir varlık olmaktan çok; kendisine düşün dürtülen; neyi nasıl bilmesi, sevmesi gerektiği öğretilen; hangi amaçları benimseyeceği dikte ettirilen bir varlığa dönüşmesi kaçınılmaz olmuştur.
          
         Günümüz insanı doğru değerlendiremediği, egemen olamadığı kendi etkinliklerinin ürünleri tarafından o denli yönetilmektedir ki; tarihte ilk kez, kendisinin bir varlık olarak ortadan kaldırılması tehlikesiyle karşı karşıyadır.
          İnsan mutsuzdur. Çünkü kendisine, çevresine, ürettiğine yabancıdır; nesneler içinde bir nesnedir. Birey olarak hiç bir özgünlüğü kalmamıştır. O herkestir, herkes de odur. Toplumsal statüsünden sıyırdığımızda geriye kocaman bir sıfır kalır. Yaşam düzenlemek adına ortaya koyduğu her kurgunun zamanla kölesi olmuş, yarışı kaybettiği halde hala koşan atlar gibi ‘hiç bir yere doğru, ileri’ gitmektedir.
   Kaynakçalar.

1. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü. Paradigma yayınları, İstanbul 2005
2.Ethem Duygulu, Yabancılaşma Olgusuna Yönelik Karşılaştırmalı Bir İnceleme. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt 1, Sayı 3, 1999
 3. Fritz Pappenheim, Modern İnsanın Yabancılaşması. Çev. Salih Ak. Phoenix Yayınevi, Ankara, 2002
4. Güven Savaş Kızıltan, Çağımızda Yabancılaşma Sorunu. Metis Yayınları, İstanbul 1986
5. H.J.Blackham, Altı Varoluşçu Düşünür. Çev. Ekin Uşşaklı. Dost Kitapevi, Ankara 2005
6. Mehmet Yapıcı, Eğitim ve Yabancılaşma. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi ISSN:1303-5134, 2004
 7. Muhammed Ertoy, Yabancılaşma Kader mi Tercih mi. Lotus Yayınevi, Ankara 2007
8.  Ufuk ŞENKÖYLÜ,  sunusundan (  27.11.2007 ) alıntılar.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İnsan doğuştan kötü müdür?

İnsan doğuştan kötü müdür? “ Her ne arar isen, kendinde ara.” Hacı Bektaşı Veli ” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varl...