KILIÇTAROĞLUNA YAPILAN SALDIRI VE YOZLAŞAN ALEVİCİLİK DİLİ GERÇEĞİ


KILIÇTAROĞLUNA YAPILAN SALDIRI VE YOZLAŞAN ALEVİCİLİK DİLİ GERÇEĞİ
Değerli okurlar, yakın günlerde facebook adresimde dikkatinize sunduğum; 2017 yılında kaleme almış olduğum ve www.habercem.com bloğunda yayınlanan “YOZLAŞAN ALEVİCİLİK DİLİ” yazıma ilgi ve beğeniler aldım.
Yine bir halk ezgisinde oluğu gibi; “…ne bu sevda olaydı ne de bu ayrılıklar..!” söylemi aklıma gelince; keşke kaleme aldıklarım gerçek olmasaydı ve bu beğeniler gelmeseydi diye içimden geçirmedim değil.!
Bektaşi -Hurufi baba ve ozanlardan Edip Harabi çok bilinen bir nefesinde; “Tuttum aynayı yüzüme, Ali Göründü gözüme..!” mısraı ile başlayıp Alevi inanç sisteminde bir simgeyi anlatmaya çalışan NEFES işte bize bu gerçeği yansıtıyor. Günümüz Anadolu Alevilerinin ağır çoğunluğu, eğer aynayı yüzlerine tuttuklarında; akıl- kavrayış gücü ile gerçeği görebilselerdi, aynada gördükleri kendilerinde çok ciddi ve korkunç bir cehaletin sırıttığını da fark edeceklerdi. Büyük çoğunluğu o bilgi ve birikimde olmadıkları için de bunu fark etmelerini zaten beklemiyorum.
Dünyada yaşayan tüm insanlardan; eşit oranda eğitim şansı, beyinsel gelişme, bilgi edinme, kavrama, anlama, yorumlama, sentez etme bekleyemeyiz. Aynı şey Anadolu Alevilerinin üyeleri içinde geçerlidir. Cehalet ve geri kalmışlık, belki bir cepheden bir başka cepheye farklı görünür; ancak tüm cehaletler eşit davranış ve tutum sergiler. Farklılık tarafı sadece, bulunduğu konum ve güçtür.
Toplumun ortalamasına göre biraz daha fazla olanağa sahip olup ta daha fazla çaba gösteren bireyler üzerine düşen toplumsal sorumluluk gereği Mevlana’nın; “Karanlığa küfür edeceğine, bir mum da sen yak..!” özdeyişine uygun bir davranış sergilemek zorundalar. Hangi toplum yelpazesinde olur ise olsun, farkında olan bireyler, sezinlediği karanlığa elinde mumu ve kibriti olup ta bir ışık yakmaz ise; gaflet, delalet hatta hıyanet içindedir.
CHP genel başkanı Sayın Kemal Kılıçtaroğlu’na Ankara – Çubuk’ta hem de bir şehit cenaze töreninde yapılan saldırıyı; ilkel bir cehalet davranışı olarak gördüğüm için çok da hayrete düşmüyorum. Yaşadığımız toplumun dokusunda, taraf kim olur ise olsun bir gün mutlaka cehaletin hışmına gazabına uğrayacaklardır.
Böyle bir davranış, ani olabileceği gibi organize de olabilir. Biz sıradan insanların bunları deşifre etmeleri hem zor hem yeterli olmayabilir. Gerekçesi ve sonuç ne olur ise olsun; bu bir toplumsal gerçektir. Hem insanlık hem de Anadolu ilk defa olmamıştır, son defa da olacak değildir.
Yine facebook adresimde paylaştığım;” Zülfikar ve simgeselliği..” başlıklı yazımda özellikle vurguladığım şu ikilemi bir kez daha bilgilerinize paylaşıyorum.
“Burada simgesel anlatımlar vardır ve bir ikilem anlatılmak isteniyor.

Zülfikar’ın uzun kısmı dünyada cehaletin, bağnazlığın, kötülüğün, acımasızlığın, adaletsizliğin, kör inançların, sevgisizliğin, dengesizliğin gibi benzer olumsuz kavramların daha çok olduğu vurgulanarak ve baskın bir tarzda anlatımıdır.

Zülfikar’ın kısa ucunun ise dünyada aklın, bilginin, sevginin, adaletin, hoşgörünün, merhametin, dengenin gibi benzer olumlu kavramların ise daha az olduğunun simgesel vurgusudur, anlatımıdır.

Burada Zülfikar, bu olumsuzluklarla savaşın simgesidir.

İnsana ve insanlığa yararlı düşünü ve eylemlerin yaşama geçirilmesinde önemli bir simgedir.
“ La feta illa Ali “ Ali den güçlü yiğit yoktur. Söyleminde anlatılmak istenen aslında Hz. Ali’nin bilgeliği, erdemi, hakseverliği, adaleti, hoşgörüsü, sevecenliği, insan sevgisi, barışseverliği gibi özelliklerinin anlatımıdır. Bunun yanında “ La Seyfe illa Zülfikar “ Zülfikar’dan keskin kılıç yoktur söyleminden anlatılmak istenende bilgidir….”

Yazımın başında “Tuttum aynayı yüzme, Ali Göründü gözüme..!” nefesinde  aynada görünen Ali aslında bireyin, aklı, bilgisi hikmeti ve sergileyeceği görüntü ve tutum olarak vurgulanıyor.
Yine belirttiğim gibi Zülfikar; bir simgesel insan omurgasıdır. Onun çatalı dengesiz kalır ise, keskinliği yani bilgeliği Hz. Ali bilgeliğine ulaşmadıkça; toplumda barışta olmaz, huzur da olmaz, mutlulukta olmaz. Bireyler olarak önce kendimizi ve çocuklarımızı ve yakınlarımızı eğitmeliyiz. Sahip olduğunuz ekonomik olanaklar cehaletimizi hiçbir zaman örtmez.
Ziya Paşanın deyimiyle; ” Bed asla necabet mi verir hiç üniforma, Zerduz palan vursan eşek yine eşektir..” günümüz Türkçesi ile; kötü yani cahil insana asla güzellik, güzel davranış vermez; tıpkı eşeğin sırtına altından semer vursan da eşeğin yine eşek kalacağı gerçeğidir.
Önce eşeğin eşeklikten kurtulması gerekir.
Selam ve sevgilerimle.
Murat Şahin 24 Nisan 2019

YOZLAŞAN ALEVİCİLİK DİLİ


YOZLAŞAN ALEVİCİLİK DİLİ
‘Bu gidişle köylülük bitince, Alevilikte biter..!’
Bu tümceyi neden özellikle yazdığımı şöyle açıklamak isterim. Alevilik dili, kültürü, tarihsel birikimi, coğrafi ve etnografik yapısı ile hep bir tecrit olgusu içerisinde yaşadı; böyle olunca birincil olarak eğitimden yoksun kaldı, dolayısıyla her anlamda rafine bir dil ve anlatım geliştiremedi, üretim ilişkileri de dahil köylü düzeyinde kaldı. Kentlere ve dış dünyaya açılma süreci sonucu; yukarıda saydığımız rafine birikimlerden yoksun kaldığı için, entelektüel bağlamda bu alanda iletişim dili ve bilgisinden yoksun kaldı.
Şimdi iki seçenek kalıyor ya aradaki açığı akıllıca ve bilimsel yöntemin ışığında yeniden yapılandırarak kapatacaktır ya da baskın din ve kültürlere dayanamayıp eriyecektir.
Birileri bilinçli ve kasıtlı olarak Aleviliği İslam içi veya İslam dışı tanımlamalarla sürekli köşeye sıkıştırmaktadır. Anadolu Aleviliği de bu açıdan hazırlıksız yakalandı. Bu odakların dertleri, taktikleri Aleviliği; bir sığ tanıma, kalıba tutsak etmektir.
Aleviliği hep tanımlamak isterler; öyleyse ben bir cümle ile tanımlamaya çalışayım. Zaten bir cümle ile tanımlayamadığınız bir kavram ve olguyu ya anlamamışsınız ya da anlatamıyorsunuz demektir.
Alevilik; Kur’anı ana referans kaynağı alan Hz. Muammed’i resul (peygamber sözcüğünden özellikle kaçınıyorum, çünkü peygamber bir Mitra - Mihr –Zerdüşt inancı terminolojisidir) Hz. Ali’yi veli ve Ehl-i Beytin Kur’an yorumunu referans alan, büyük çoğunluğunun Türk boyları olan insanların bir ortak Kur’an yorumudur diyebiliriz.
Kur’anı yorumlamak hiç de kolay olmamıştır ve de olmayacaktır. Çünkü müşarihlere göre Kur’an’ın yazıldığı dönemin gerek Arap dili grameri gerek anlatım dili, gerekse kullanılan simgesellik açısından, yorumcular hiçbir zaman net ortak bir açıklamada birleşemeyeceklerdir. O nedenledir ki, hep şöyle bir söylemin arakasına sığınılır; “Denizlerdeki sular mürekkep olsa, ormanlardaki ağaçlar kalem olsa Kur’anı anlatmaya yetmeyecektir.” İşte bu nedenledir ki, anlatım ve yorum farklılıkları çıkmış ve çıkacaktır. İşte mezheplerin temel kaynağı da budur. Kuran’daki bazı simgesel söylemlerde sorulara ”… Allah her şeyi bilir..” veya  “… bundan da bir hikmet vardır.” yanıtlarıyla kesin ve net bir yanıtı zaten vermiyor. Belki de bununla; “ Kura’nı anlamak ve yorumlamak için siz de içinde yaşadığınız evreni, okuyun anlamaya çalışın.” vurgulanmak istenmektedir.
Hatta Kur’an’ın ilk ayeti; ”… Yaratan Allah’ın adı ile oku..!” tümcesi ile belki de; ”…Yaratan Allah’ın adı ile içinde yaşadığın evreni oku ve anlamaya çalış…!” mesajı verilmektedir. Zaten bu konuda yetkin yorumcular; Kur’a’ın Hz. Muhammed’e tebliği; Cebrail, rüya ve doğayı okuyup yorumlama yolu ile açıklandığı yolunda hemfikirler.
Bu kadar rafine çalışmalar yapmalarına karşın o düzeyde dil ve duygu ortaklığı sağlayamayan üst akıl, nasıl oluyor da her anlamda güdük kalmış Alevilerden eşit koşullarda yorum ve anlatım beklerler?
 Bu haksızlık, adaletsizlik olmaz mı?
Kur’an haksızlığa ve adaletsizliğe temelden karşı olan bir kaynak olduğuna göre, bu durum ve tutum nasıl açıklanır?
Şimdi gelelim Alevilerin bu alandaki ortak anlatım sorunları ve dil çıkmazına;
Yakın zamanda özellikle Avrupa’daki Alevi kurum ve kuruluşlarının, Alevileri belli zamanlardaki etkinliklere çağırırken; daha önce inanç dili bağlamında hiç duymadığımız, alışık olmadığımız söz, söylem ve terimler kullandıklarına üzülerek tanık oluyoruz.
Bu tür söz, söylem ve tanımlamalar, ne yazık ki sadece yurt dışı ile sınırlı değil; yurt içinde de Alevi Cem evlerindeki ibadetlerde, cenaze uğurlama sırasında ve de Alevilerin yoğun bir şekilde izledikleri radyo, tv. ve diğer medya organlarında kullandıkları eksik – yanlış ve sakıncalı dil kullanımlarında çok net anlaşılıyor.
Somut bir örnek ile yola çıkmak gerekirse; Avusturya – Vorarlberg Alevi Kültür Merkezi ( Föderation der Aleviten Gemeinde in Österreich) adına 26.05.2017 tarihinde yine bir yerli Tv. Kanalının da sponsorluğu ile “ALEVİ FESTİVALİ” düzenleniyor ve bu festivale (!) Aleviler davet ediliyor.
Durum tam bir festival (!), benzer davranış daha önce Almanya Baden Würtenberg eyaleti Stuttgart kentine bağlı bir beldede Paskalya nedeniyle ki, (Alevilerin, Hıdrellez -  Haftamol etkinliklerine denk düşer) benzer bir Festival davetini okuyup, her ikisine de incitmeyecek şekilde; “… kullandıkları bu terminolojinin Alevi inancı ve söylemleri ile ilgisi olmadıklarını. “ anlatmaya çalıştım.
Avusturya’daki yetkililer; “…Bu konuda, görüşme ve  çalışma yapacaklarını...” belittiler, diğer taraftan Almanya’daki yetkili dostlar, “…sana ne ya biz dilediğimiz söylemi kullanırız..!” şeklinde yanıt yazdıklarını üzülerek belirteyim.
Elbette her kes, bireysel olarak dilediği dili her anlamda sorumluluğu kendisine ait olmak üzere kullanmakta özgürdür. Ancak ortak bir inancı, kültürü her ne adına olursa olsun, gelişi güzel söz, söylem, kavram ile açıklamak, yorumlamak konusunda; vicdani, ahlaki ve toplumsal sorumluluk adına özgür değildir.
Önce Festival nedir?
Festival ve karnaval İncil dili Latince olan Batı Hıristiyanlığının dinsel anlamda kullandığı iki önemli dini ve kültürel bayramın tanımlanmasıdır. Kaldı ki, Doğu Hıristiyanlığı dahi bu kavramları mezhepleri gereği kullanmazlar.
Sözcük kökeni; Latince; dies festivalis - bayram günü, yine  Latince; festus - oruç, yortu, bayram +alis, uzak durma yani kutsal oruçtan ayrılma, bayramlaşmak anlamınadır.
Arkaik Latince; fēsia belli bir tanrıya adanmış olan gün, yortu demektir. 
Hint Avrupa dilinde; *dhēs- tanrı, (daha sonra Yunancaya Zeus, Latinceye Theo olarak geçer.)

Dilimize özellikle  Fransızcadan geçen festival bayram, belirli tarihte yapılan toplu eğlence anlamında kullanılır.

Fransızca festival ; ‘bayram, belirli tarihte yapılan toplu eğlence’ sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük Latince; dies festivalis ‘bayram günü’ deyiminden evrilmiştir. Bu sözcük Latince festus ; “oruç, yortu" sözcüğünden +alis “ uzaklaşma, sonuna gelme) sonekiyle türetilmiştir. Latince sözcük Arkaik Latince fēsia " Pagan Avrupa da özellikle Mithra inancında belli bir tanrıya adanmış olan gün, yortu" sözcüğünden türetilmiştir. Latince sözcük Hintavrupa Anadilinde yazılı örneği bulunmayan *dhēs- "tanrı" biçiminden evrilmiştir.

Dilimizde kullanımı, dilimizde en eski kaynak;
[ c (1934) : Atatürk'ün Ankara'ya ayak bastığı günün (...) kutlamak için bir müziksel festival anıklanmıştır. ]

Peki Karnaval nedir?
Sözcük kökeni; Fransızca; carnaval "Katoliklerde 40 günlük perhizden önceki Salı günü, o gün yapılan taşkınlıklar" sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük Latince carne vale "'ete veda'" deyiminden alıntıdır. Bu sözcük; Latince, caro, carn- ‘et’ + ve Latince, vale ‘veda’ sözcüklerinin bileşiğidir. Yani perhize  (Büyük perhizde et yemek yasak olduğu için), ete veda’nın başlangıcı, oruç arifesi.
Dilimizdeki en eski yazılı kaynak;
[Ebubekir Ratib Ef., Nemçe Sefaretnamesi (1792): karnaval tabir ettikleri eyyam-ı hâliyyede]

Şimdi siz sevgili Alevilere sorarım; bu Festival ve Karnaval söylem veya etkinliklerinin Alevlik ile ne benzerliği veya ilgisi vardır?
Hiç Sünni Müslümanlar kardeşlerimiz; Ramazan Festivali veya Kurban Karnavalı diye tanımlarda bulunuyorlar mı?
Yarın bir Alevi de kalkar Hızır Festivali, Muharrem yortusu ya da ne bileyim Hıdrellez karnavalı dese ne olur?
Elbette acıklı durum bunun ile sınırlı değildir.
Din, insanların tinsel (manevi) boyutta doyuma ulaşmalarını sağladığı var sayılır. Asıl amacı, insanlara sistemleşmiş bir “inanç yapısı” sunarak, insanları o yapı içerisinde Tanrı‘ya yaklaştırmak ve bu yolla onların doyuma ulaşmasını, ortak dünyada birliği ve barışı sağlamak olan din, kuşkusuz kişilerin “anladıkları” dil ile uygulamaya geçirilmelidir.
Ne var ki, kutsal kabul edilen kitaplar, metinler belli insanlara ve onların konuştuğu, anlaştığı, anlattığı dil ile yazıya dökülmüştür.  Aynı dili kullanmayan toplumlarda ise ancak tercüme yolu ile anlam bütünlüğünü bozmadan; insanlara, anlatılmaya çalışılmaktadır.
Bilindiği üzere tercüme; bir sözün, söylemin anlamını başka bir dilde dengi bir sözle, söylemle anlatmak demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) söz, söylem ve anlatım özellikleri vardır.
Herkesin konuştuğu, anladığı dil ile ibadet etmesi, tanrısına yakarması,  akla en uygun olanıdır. Oysaki bir inanç siteminde belli bir dil formatı vardır bu formattan sapınca, o inancın ortak kavramları içinden çıkılmaz bir takım karmaşalara, tartışmalara da yol açacağı bir gerçektir.
Benzer şey bilimsel bilgi alanı için de geçerlidir. İnsanlar evrensel bağlamda anlaşabilmek için ortak kavramlar için ortak dili en azından terminolojiyi kullanmak zorundadır.
Bir başka acı tarihi gerçekte şudur; Anadolu Alevilerinin kitlesel eğitim almaları, başka bir deyim ile okuma yazma öğrenmeleri son 60 yıllık serüvendir.
Oysa dünyadaki uygarlıklar yazıyı en az onbin yıldır kullanıp derdini anlatmaya çalışmaktadır.
Hint “KUTSAL VEDALARI- kutsal bilgiler” ilk kaynak olarak İ.Ö. 3300 yıllarında, daha sonra İ.Ö. 1500 de eski ve İ.Ö. 500 yıllarında yeni metinler kaleme alınır ki 280.000 sahife olduğu belirtilir.
Sadece Kutsal Vedaların dört kitabından biri olan Rigveda: “İlahi bilgisi”, 1028 ilahi, on kitapta toplan­mıştır. Yaklaşık 10600 mısradan oluşan bu eser önceleri sözlü olarak biliniyordu, daha sonra yazılı hale gelmiştir. Bazı bölümleri 10 bin senelik olup Osiris söylencesinden dahi eski olduğu düşünülmektedir.
Zerdüşt’ün Zend dilinde yazdığı Mihr dininin ilk kitabı “ZEND AVESTA” İ. Ö. 600 yıllarında kaleme alınmakla birlikte, aslında İ.Ö.2000 yıllarda bilindiğine dair kaynaklar vardır. Zend dilinde yazılan kitabın 2.082.000 beyitten oluştuğu dikkate alınırsa ne muhteşem bir yapıt ve çalışma olduğu ortaya çıkar.
Peki, sormaz mısınız İ.S. 2017 yılındayız, Alevilik ile ilgili somut bir kitap ( Kur’an dışında) var mı?
Eğer var ise ne zaman, kim tarafından kaleme alınmış, doğruluk payı nedir?
Yazıyı, yazılı kaynakları; öğrenmeyen, okuyup anlamayan, yazmayan toplumlar ne yazık ki ilkel toplumlardır. İlkel toplumların, ortak standart ve kayda değer bir dilleri ve uygarlıkları da yoktur.
Okuma yazmayı daha yeni öğrenen Alevilerin en büyük yanılgısı da; iki kitap okuduktan sonra artık her şeyi biliyoruz şaşkınlığı ve gafleti olmasıdır.
Oysa kayda değer tek yazılı kaynakları olmadığı gibi, başka bilgili insanlar tarafından yazılan doğru – yanlış, eksik – fazla yazı ve kaynaklara ulaşma veya edinip okuma, araştırma, sorgulama kaygı ve alışkanlıkları da hiç olmadı.
Buna rağmen kendilerine; ‘AYDIN’ yaftası vurdular hatta daha ileri gittiler; “BİZ ALEVİ AYDINLAR..!” gafletinde dahi bulundular.
Ne yazık ki, iki türkü yorumlayan, dinleten kör cahil bile kendine AYDIN diyebiliyor.
Daha önceki yazılarımda da vurguladığım gibi bu gezegende evrensel ölçekte bir tek Alevi aydın dahi olmamıştır, var da ben bilmiyorsam bu da benim cehaletimdir.
Aydın diye tanımladıklarının, toplumu, insanları evrensel anlamda aydınlatma adına ne gibi katkı sunduğunu da belirtmeleri olmalıdır.
Yurt içi ve dışında her Alevinin evinde ortalama bir adet kitap bulunmuyor.
Elbette, birkaç Alevi entelektüelini de bu ortalamaya katmak haksızlık olur.
Alevilerin, kitap ve yazı okuma geleneği yoktur, okumayı da pek sevmezler.
Sözel aktarımı (yalan – yanlış) dinlemeyi yeğlerler, çünkü kolay ve emeksizdir. Kent yaşamındaki erkekler, türkü bar ve meyhane benzeri yerlerde tıngırtı dinleyerek aydınlandığını sanmaktadırlar. Oysa onlara tıngırtı dinletenlerin büyük çoğunluğu zaten kendileri kör ve kara cahiller.
Sözel ve şiirsel dil ile felsefi çaba, yetersiz hatta çoğu zaman boşunadır.
Felsefe ancak ve ancak düz yazı ve bilimsel yöntemle ele alınır, açıklanır tez- antitez- sentez ilişkisi içerisinde bir sonuca ulaşır anlam kazanır.
Aleviler de bu fukaralık, acıklı durum ve eziklik tüm katmanlarda vardır.
Onun için yazımın başına “Bu gidişle köylülük bitince Alevilik te biter..!” cümlesini uygun gördüm ya gerçekten biter ya da evrilir başka bir şey olur, insanlık tarihi bu tür gelişmelerle doludur ve tanıktır.
Dikkat ederseniz Alevilik; iyidir- kötüdür, gereklidir- gereksizdir anlamında bir yorumda bulunmadım, bulunmam da çünkü onu değerlendirmek bana düşmez. O değerlendirmeyi ancak tarafsız ve bilen insanlar yapma hakkına sahiptirler.
Kentleşme sürecine giren Alevlerin inanç dilleri tam bir arabesk curcunaya döndü.
Gün geçmiyor ki, medyada yapılan açıklamalarda, cenaze kaldırma uygulamalarında, programlarda kullanılan pespayelikle karşılaşılmasın.
Bunların büyük bir kısmının bilgisizlikten kaynaklandığına ve bu bilgisizliği aşmak için yetersiz, hatta hiçbir çaba gösterilmediğine de ne yazık ki tanığız.
Alevi kurum ve kuruluşlarına sesleniyorum; aşevlerinde karnınız asla doymayacaktır.
Haşlama et, pilav helva yiyerek uygar toplum olacağınıza inanıyorsanız; yemeye devam edin.
İnanç önderi diye geçinenler(!); kendinizi eğitmezseniz hem siz hem de hizmet ettiğiniz inancınız gülünç olur, yazık olur.
Kaygılarım devam etmektedir.


Murat Şahin                           Eylül 2017

Not; Bu yazımda belli kaynakça kullanmadım, çünkü daha önce benzer yazılarımda kaynakçalar belirtilmişti.


Zülfikar ve Simgeselliği



Zülfikâr ve Simgeselliği


“Sözlerin en güzeli, doğru olanıdır.”

Hz. Ali

“ Doğruluk, dinin ve imanın esasıdır. “

Hz. Ali 


Alevi İslam inancından da diğer tüm batini inanç uygulamalarında olduğu gibi simgesellik kullanılır.

Zülfikar (Arapça: ذو الفقار, Farsça: ذوالفقار), İslâm peygamberi Hz. Muhammed'in damadı, amcasının oğlu ve Dört Büyük Halife'den biri olan Hz. Ali'nin çatal şeklinde iki uçlu kılıcının adıdır. Sözcük anlamı olarak, "sahip" anlamındaki "zû" ile "omurga, boğum" anlamına gelen "fekār" sözlerinden oluşan zülfekār, Türkçeye söylemiyle zülfikar şeklinde geçmiştir.
Böylece Zülfika; omurgalı, omurgaya sahip, ilkeli, dik duran, eğilmeyen şeklinde yorumlanabilir.

Alevi İslam inancından da diğer tüm batini inanç uygulamalarında olduğu gibi simgesellik kullanılır.
Simgesel dil sadece sözel olacağı gibi işaret, şekil ve kavramlara yüklenen anlamlar şeklinde de olabilir.

Şimdi bunlardan Zülfikar simgesini sorularla ve yanıtlarıyla yorumlamaya çalışalım.

a. Neden Zülfikâr’ın ucu çift çataldır?

b. Neden çatallardan biri uzun diğeri kısadır?

c. “La feta illa Ali, la Seyfe illa Zülfikar” betimlemesinde ne vurgulanmak istenmiştir?

Yanıtlarımız şöyle olabilir

1. Zülfikar’ı ilk gören doğal olarak bir silahı algılar.

Ancak bu silah bilinen tüm kılıçlardan görünüm olarak neden farklıdır? Ucu çatal olan bir kılıcı savaştığın insan veya canlıya saplamak hiç de kolay değildir.

Peki ama neden?

Burada simgesel anlatımlar vardır ve bir ikilem anlatılmak isteniyor.

b. Zülfikar’ın uzun kısmı dünyada cehaletin, bağnazlığın, kötülüğün, acımasızlığın, adaletsizliğin, kör inançların, sevgisizliğin, dengesizliğin gibi benzer olumsuz kavramların daha çok olduğu vurgulanarak ve baskın bir tarzda anlatımıdır.

Zülfikar’ın kısa ucunun ise dünyada aklın, bilginin, sevginin, adaletin, hoşgörünün, merhametin, dengenin gibi benzer olumlu kavramların ise daha az olduğunun simgesel vurgusudur, anlatımıdır.

Burada Zülfikar, bu olumsuzluklarla savaşın simgesidir.

İnsana ve insanlığa yararlı düşünü ve eylemlerin yaşama geçirilmesinde önemli bir simgedir.

3. “ La feta illa Ali “ Ali den güçlü yiğit yoktur. Söyleminde anlatılmak istenen aslında Hz. Ali’nin bilgeliği, erdemi, hakseverliği, adaleti, hoşgörüsü, sevecenliği, insan sevgisi, barışseverliği gibi özelliklerinin anlatımıdır. Bunun yanında “ La Seyfe illa Zülfikar “ Zülfikar’dan keskin kılıç yoktur söyleminden anlatılmak istenende bilgidir.

Yani bilginin keskin gücü her türlü gücün üstündedir.

Bilen de bilmeyen de hep - Alevi sırlarından dem vururlar.

İşte sır diye anlatılmak istenenler bu simgeselliklerdir.

Bu sırlar da her önüne gelene anlatılmaz, aktarılmaz, bu yola girenlere dört kapı ve kırk makamda azar, azar ölçülü ve hak ettikçe verilir.

Şimdi simgesel açıklamayı bu kez ters çevirelim.

1. Çatalın uzun kısmını bu kez olumlu öğeler olarak yorumlayalım.

Yaşamın, sevginin, cesaretin, dürüstlüğün, gücün, tüzenin, düzenin, umudun, mutluluğun, uyumun ve dengenin simgesi olsun.

2. Buna karşın kısa kısmı ise, ölümün, sevgisizliğin, korkunun, umutsuzluğun, düzensizliğin, sahtekarlığın, güçsüzlüğün, tüzesizliğin, umutsuzluğun, mutsuzluğun, uyumsuzluğun ve dengesizliğin simgesi olsun.

Bir yorum daha yapalım uzun kısmı, özgürlüğü, eşitliği ve barışı simgelesin, kısa tarafı tutsaklığı, eşitsizliği ve savaşı simgelesin.

Bütün bu simgesel yorumları herkes kendince yapmaya çalışırsa, görülecektir ki Zülfikâr sadece bir kılıç değil birçok kavram ve değerlerin simgesel yorumudur.

Zülfikar sonuç olarak; mazlumun koruyucusu, talibin ışığı, umutsuzun umudu, bilgenin kalemi; buna karşın zalimin korkusu, adaletsizin başında asılı Demokles’in kılıcı ve hesap sorucusu, cahilin de kurtuluş kapısı olarak nitelenebilir.

Şimdi bana şu soruyu sorabilirsiniz sen neden bize bu sırları açıklıyorsun?

Sonuçta iyi ve olumlu şeyleri elbette o yolun insanlarına vermek değil midir?

Ben sırlar konusunda bir anahtar verdim, gerisini sizler araştırın ve bulun derim.

***

YEDİ ULU OZAN SÖYLEMİ ÜZERİNE BİR YORUM 

Alevilikte, birileri “Yedi Ulular”, “Yedi Ulu Ozanlar” şeklinde bir liste yapmışlar.

Her kimler nasıl, nerede, ne amaçla klişe olarak vermişlerse bunu anlamak hiç de kolay değildir.

Bu ozanlar şu kişilerden oluşuyor.

1. Nesimi (Hurufi XIV. yüzyıl),

2. Kaygusuz Abdal (Mısır’da aydınlanması tamamlanmıştır XIV- XV. yüzyıl),

3. Şah İsmail Hatayi (Erdebil Tekkesi XV.-XVI. yüzyıl),

4. Yemini (Hurufi XVI. yüzyıl),

5. Fuzuli (Bağdat, Kerbela XVI. yüzyıl),

6. Pir Sultan Abdal (Sivas-Banaz XVI. Yüzyıl),

7. Kul Himmet (XVI-XVII yüzyıl) şeklindedir.


Bazıları ise Kaygusuz Abdal yerine Virani’yi (Hurufi XVI-XVII yüzyıl) koyuyorlar.

Bunlar arasında Yunus Emre (1238 -1328) geçmemesi çok ilginçtir.

Yunus Emre şeriat, tarikat, marifet, hakikat kapılarını birer, birer geçmiştir.

Bir başka deyişle Sırrı Hakikat kapısını geçmiştir.

Bunlar nefeslerinden net olarak görülmektedir.

Sırr-ı Hakikat kapısından öncekilerin ise yalandan ibaret olduğunu kendisi anlatmaktadır.

Gerçeğin sırrına ermeyenler, Kırkları bilmeyenler, Yunus Emre’yi anlayamazlar.

Gelelim Şah İsmail Hatayi’ye Bazı kaynaklar Şah İsmail’e mal edilen, nefes, deyiş ve duvazların onunla hiç ilgisi olmadığını iddia eder.

Şah İsmail nefeslerini yaşadığı çağın Azeri lehçesi ve aruz vezni ile yazığıdır ki, bu en doğruya yakın savdır.

Anadolu Alevileri tarafında cemlerde okunan nefes, duvaz ve deyişler ise Hatayi, Can Hatayi, Derdimend Hatayi, Derviş Hatayi, Kul Hatayi, Pir Hatayi, Sultan Hatayi ve Şah Hatayi mahlaslarıyla muhtelif dönemlerde, Anadolu Türkçesi ve hece vezni ile yazılanlardır.
Ek bir not olarak;
Hatai; mahlası ile ilgili de tutarsız söylenceler var.
En çok bilineni; annesini kemend ile boğdurduğu savı; hata işlediğini anlatmak istediği; ikincisi en gerçekçi olanı ise Hatai olarak tanınan ve onlar tarafından kalede korunan halk ki, bunlar Çin sınırında yaşayan Türkmenler olarak da bilinir. Hatai kumaşı, Hatai deseni de bunlara atfen Çin tarafından gelen kumaş ve desenler olarak ta bilinir.

Dolayısıyla yukarıda söz edilen yedi ulu ozan saptaması hiç de akla ve tarihi gerçeklere uygun değildir.

Hele Şah İsmail Hatayi’nin bugünkü Anadolu Türkçesinde hem de aruz vezni ile yazması ihtimali yüzde bir bile değildir.

Sonra Şah İsmail Hatayi Şii öğretisi ağırlıklı bir tekkede dini eğitimini almıştır.

Dayısı Uzun Hasan da çok farklı değildir.

Konular enine boyuna tarihi gerçekler ışığında araştırmadan her anlatılanlara balıklama atlamak çok sakattır, yanlıştır, eksiktir. 

Bu bağlamda aşağıdaki söylemi özellikle tekrar tekrar dikkate almak gerekir.

“Bir tarihçi olayları gerçekdışı kaleme alırsa, diğerleri de bunu sonsuza kadar devam ettirir.”

Karl Ludwig Michelet


Özdeyişini hatırlayarak bu aktarılan bilgileri yeniden değerlendirmekte yarar vardır.


Murat Şahin                2010


ZEYTİN SÖYLENCELERDE VE KUTSAL METİNLERDEKİ YERİ


Zeytin;

Söylencelerde, Kutsal Metinlerdeki Yeri.

Zeytin (Olea europaea), zeytingiller (Oleaceae) familyasından meyvesi yenen Akdeniz ve Marmara iklimine özgü bir ağaç türü.
Besleyici değeri çok yüksek bir besindir. Zeytinde bol miktarda protein, yağ, A, C, E vitaminleri ile kalsiyum, fosfor, kükürt, klor, magnezyum mineralleri vardır. Kalp ve Damar sağlığı için çok faydalı olan zeytin, yaşlanmanın etkilerini de azaltır.
Son yıllarda yapılan araştırmalar, zeytinin yalnızca lezzetli bir besin değil, bunun yanında önemli bir sağlık kaynağı olduğunu da ortaya koymuştur. İçinde bulunan linoleik asit sayesinde çocuk emziren anneler için son derece faydalı bir besindir. Linoleik asitin eksikliği, bebekteki gelişimin yavaşlamasına ve birtakım deri rahatsızlıklarının ortaya çıkmasına neden olur. Ayrıca sağlık örgütleri, (Dünya Sağlık Örgütü / WHO) damar sertliği, şeker hastalığı oranlarının yüksek olduğu toplumlarda kullanılan yağların içindeki yağ asidinin en az %30'unun linoleik asit olmasını önermektedirler ki bu da zeytinin değerini büyük ölçüde artırmaktadır.
Zeytinin faydaları sadece linoleik asitle sınırlı değildir. İçindeki klor sayesinde de karaciğerin çalışmasına yardımcı olur ve böylece vücudun atıklardan kurtulmasını kolaylaştırır. Bunun yanında iskelet yapısı üzerinde çok olumlu katkısı vardır, dinçlik ve uzun ömür açısından tüketilmesi çok önemlidir. Ayrıca beyin atardamarlarının sağlığına da olumlu etkisi vardır.
Zeytinin insana sağladığı bu faydaların yanında bir yönü daha vardır. Zeytinden elde edilen zeytinyağı da, önemli bir besin türüdür.
Zeytinyağı, diğer katı yağların aksine, kandaki kolesterol oranını yükseltmemekte, tam tersine kontrol altında tutmaktadır. Bu özelliği nedeniyle, tüm uzmanlar tarafından en çok tavsiye edilen yağ çeşidi olarak bilinir. Ayrıca ister sıcak, ister soğuk sindirilsin, zeytinyağı mide asitini azaltarak mideyi gastrit ve ülser gibi hastalıklara karşı korur.
Bunun yanı sıra safra salgısını harekete geçirerek, safra bileşiminin en mükemmel hale gelmesini sağlar. Safra kesesinin boşalma işlemini düzenler ve safra taşı riskini azaltır.
Zeytinyağının koroner damar hastalığının gelişmesini önleyici bazı özellikleri olduğu saptanmıştır. Zeytinyağının kanda dolaşan LDL adlı zararlı kolesterol düzeyini düşürdüğü, HDL adlı faydalı kolesterol düzeylerini ise yükselttiği saptanmıştır.  
İçerdiği E, A, D, ve K vitaminleri, çocukların ve erişkinlerin kemik gelişmesine, mineralleşmesine yardımcı olması bakımından oldukça önemlidir, kalsiyumu sabitleyerek kemikleri güçlendirir. Zeytinyağı, büyüme gösteren organizmalar için hayati önem taşır. Antioksidan elementler ve insan için büyük önem taşıyan linoleik asit gibi yağ asitleri içerir ki bunlar hormonlara destek olur ve biyolojik hücre zarı sentezine de yardımcı olurlar. Bu vitaminler aynı zamanda, hücre yenileyici özelliklere sahip olmalarından dolayı, yaşlılık tedavisinde de kullanılır, cildi besler ve korurlar.
Doğum öncesi ve sonrasında bebek beyninin ve sinir sisteminin doğal gelişimine katkıda bulunmasından dolayı uzmanlarca, annelere önerilen tek yağ, yine zeytinyağıdır. Anne sütüne yakın miktarda linoleik asit içermekle beraber yağsız inek sütüne zeytinyağı katıldığında anne sütü kadar doğal bir besin kaynağı özelliği kazanır. Ancak sağlık alanındaki en önemli özelliği kalp ve damar hastalıkları üzerinde olumlu etkileridir. Zeytinyağı, tüm bu özellikleri dolayısıyla son yıllarda uzmanların oldukça dikkatini çekmektedir.
Söylencelerde (mitolojide) Zeytin
Doğanın döngüsünün, yaşamın sonsuzluğunun simgesi "Ölmez Ağacı"dır.
Bir insan gibi yavaş, yavaş büyür. Tohumdur, filizdir, gençtir, olgunlaşır ve gölgeyi ve nemi uzak tutar teninden, dört mevsim gelir geçer ama dallarında gri, yeşil, gümüş yaprakları dökülmeden durur. Akdeniz'i, Ege'yi, güneyi sever. Kendine özgü hafif kokulu, küçük, narin, sarı ve beyaz çiçekleriyle karşılar baharı. Yaz aylarında çiçekleri meyveye durur. Sonra yaz geçerken meyveleri irileşir, olgunlaşır. Hasat zamanı, sonbahardır. Çok, çok uzun ve verimli bir ömrün sonunda boşalan gövdesi kurur ama köklerinden yeşeren sürgünler yeniden yeni bir ağaca dönüşür.
---
Dünyanın en eski alfabelerinin ana harfleri tarım toplumunun göstergesidir. "Alfa" öküz, "beta" ev, "gama" deve, "zeta'" yani "zai" ise zeytini simgeler. Zai'ye yani "zeytin"e, İbraniler "zait", Araplar "zaitun", Giritliler "elaiwa", Yunanlılar "elai", Fransızlar ve İngilizler "olive", Romalılar önce "olea" sonra "oliva" daha sonra da dayanıklı olduğu için "vivax oliva" yani yedi canlı", Anadolu'ya gelen Türkler ise önce "zeytûn" sonra "zeytin" demişler.
Biz "Sadece Zeytin" diyoruz! "Ne Extra Oleas! Nothing but olive!

Derler ki, cennette iki ağaç vardır; İncir ve zeytin. İncir "Gerçek Ağacı", zeytin ise "Hayat Ağacı"dır.
Cennet bahçesinden başladık madem, o zaman gelin ta başa gidelim.
Havva ile birlikte cennetten yeryüzüne kovulan Adem, öleceğini hissedince Tanrı'dan kendisini dolayısıyla tüm insanlığı bağışlamasını istemeye karar verir. Bu amaçla oğlu Şit'i cennet bahçesine gönderir. Bahçenin bekçiliğini yapan melek, İyi-Kötü Ağacı'ndan (Bilgi Ağacı) aldığı üç tohumu, Şit'e verir ve babası Adem öldüğünde bu üç tohumu ağzına koyarak gömmesini söyler. Adem ölüp Tabor Dağı'na gömüldüğünde toprakta üç ağaç yeşerir. Bunlar zeytin, sedir ve servidir. Akdeniz ikliminin simgesi bu üç ağaçtan ilk yeşeren zeytin ağacıdır.Tevrat, İncil ve Kur'an'da yer alan zeytin için bilinen en eski Latince cümlede söylendiği gibi; "olea prima arborum umnium est" (zeytin bütün ağaçların ilkidir).

Yine derler ki, günün birinde ağaçlar, ağaçların kralı olmasını istemişler zeytinden, Zeytin ağacı bu önemli görevi "Tanrının ve insanın bende sena ( imal ) ettikleri yağımı bırakayım da ağaçlar üzerinde sallanmaya mı gideyim?" demiş ve kabul etmemiştir. Meyve vermek, bu meyvenin verdikleriyle yaşatmak, atıl durup yönetmek ve iktidar içinde rahat yaşamaktan daha önemli gelmiş olmalı zeytine!
---
Anitk çağ mitlerine göre, Zeus, insanlığa en değerli armağanı veren tanrı yada tanrıçanın yeni kurulan kentin sahibi olacağını ilan eder. Deniz Tanrısı Poseidon ve Bilgelik Tanrıçası Athena yarışmaya başlarlar. Poseidon üç dişli çatalını bir kayaya saplar ve insanları uzak yerlere götürerek savaşlar kazandıracak "at"ı yaratır.
Athena ise mızrağını yere saplayarak onu bir "zeytin ağacı"na dönüştürür. Şehir halkı Athena'yı seçer ve şehre Athena'nın adı verilir.
Bu seçim "at" yerine zeytin ağacını seçmek değildir sadece!
Halk bu seçimiyle aynı zamanda göçebelik yerine yerleşikliği, savaş ve talan yerine barış ve uygarlığı seçmiştir. Aklı, bilimi ve sanatı temsil eden tinsel parlaklığın tanrıçası Athena'nın en belirgin simgesi kendi yarattığı ağaç olan zeytinin dalıdır.
Yine söylenceye göre savaşçılar tarafından korunan bu ağaç, M.Ö.480'deki Pers işgalinde Akropolis'le birlikte yakılır. İşgalden sonra Akropolis yıkıntıları arasında kalan zeytin ağacı filizlenir, yeniden canlanır ve sürgünleri tüm Yunanistan'a ekilir.
Bu nedenle olmalı bütün zeytin ağaçlarının, Athena'nın yarattığı bu ilk zeytin ağacından çoğaldığı söylenir.

Yunan ve Roma mitolojisine göre, tanrılar ve yarı tanrılar zeytin ağacının altında doğarlar, mitler Zeus'un ikiz çocukları Apollon ve Artemis'in zeytinlikte doğduğunu söyler. Zeytin ağacının gölgesinde doğmak tanrılara mahsustur. Yine efsaneye göre Eski Yunanlılar ve Romalılar ölülerinin anısına zeytin ağacı yetiştirir. Savaşlarda kahramanlık gösterenler ve oyunlarda başarı kazanan sporcular zeytin ağacının dallarından örülmüş çelenklerle ödüllendirilir, başları zeytin dallarıyla taçlanır ve içi zeytinyağı dolu amfora hediye edilir. Tapınak bahçelerine zeytin ağacı dikilir, bu bahçeler kutsal bahçeler olarak işaretlenir. Antik dönem insanları için zeytin ağacı yararları ve yüklenilen anlamlarla bir tapınma nesnesidir. O dönemde zeytin ağacı öylesine kutsanmıştır ki, bir zeytin ağacını kesmek günahların en büyüğü olarak kabul edilmiştir. Yunanistan'da 3000 bin yıl önce zeytin ağacı kesmenin cezası da ölümdür.
---
Eski Ahit'te de zeytinyağının peygamberlerin ve kralların yağlanmasında kullanıldığı, Tanrı'nın evi kabul edilen Kudüs'teki tapınağın, kandillerin içinde yanan zeytinyağıyla aydınlandığı yazar.
---
Zeytin ağacını ve zeytinden yağ çıkartmayı Yunanlılardan çok önce bildiklerinin kanıtı olan Eski Mısır inanışlarında 6000 yıl önceye dayanan bir efsaneye göre, İyilik ve Sonsuz Yaşam Tanrısı Osiris'in annesi, kardeşi ve sonra karısı olacak Evlilik Tanrısı İsis, Mısırlılara zeytin ağacını dikmeyi ve ürünlerinden yararlanmayı öğretir. Gerçekten de dünyanın en eski piramidi Sakkarah'da (M. Ö. 2500) bir zeytin sıkma aleti ve piramidin duvarlarında zeytin sıkma işlemini gösteren resimler bulunmuştur.
Piramitlerin yüzyılımızda bile yapılışını düşündüğümüzde tonlarca ağırlıkta kaya parçalarını kaydırmak ve kaldırmak için neden zeytinyağı kullanılmış olmasın?
Büyük firavun Tutankamon'un zeytin dallarından örülmüş "Adelet Tacı" giydiği duvar resimleri ve Mısır firavunlarının mumyalarında ölümsüzlük yolculuğuna çıkarken zeytin dallarından kolyelerle uğurlandığı da unutulmamalı.

Firavun III. Ramses'in Güneş Tanrısı RA için yaptırdığı tapınağı "sonsuza dek aydınlatacak" zeytinyağı için zeytinlikler yaptırdığı, Mısırlıların zeytin ağacının yapraklarını ezerek elde ettikleri kıymetli yağı krallarını mumyalamakta kullandıkları da bilgiler arasındadır.
Yer edindiği tüm kutsal kitaplarda kutsallığın, bolluğun, adaletin, sağlığın, gururun, zaferin, refahın, bilgeliğin, aklın, arınmanın, yeniden doğuşun, insanlık için önemli erdem ve değerlerin sembolü; zeytin ağacı  olmuştur.
Farklı tatlarda ve renklerde meyvesi, meyvesinden çıkan altın suyu "zeytinyağı"yla, dinlerden medeniyetlere geniş bir coğrafyada düne ait simgeleriyle, mitleri, söylenceleri ve gerçekleriyle zeytin ağacı hiç kuşkusuz ki "Ölümsüz bir Ağaç"tır.
"Hayat Ağacı" mızın tarihini bedeninde yer alan çizgilerden okuduğumuzda, her bir zeytin ağacının farklı bir insana benzeyen gövdesine sarıldığımızda, sahip olduğumuz zeytin ağacının herhangi bir ağaç olmadığını anladığımızda, yeryüzünde eşi benzeri olmayan bir zenginliğe sahip olduğumuzu da anlarız.
---
İnsana aidiyet duygusu ve yaşamın sürekliliğini gösteren bir başka ağaç yok ki kendinden doğsun!
Ağacından tabak, kaşık, çatal, masa yapılan, meyvesinden renk, renk farklı tatlarda sofra zeytini, farklı muamelelerle elde edilen çeşit, çeşit zeytinyağı, yine yağından saç ve cilt için güzelleştirici sabun, çekirdeğinden tesbih, bilezik, kolye gibi süs eşyası da yapılan, küspesi gübre yada yakacak olan, kimi gün süs, kimi gün yiyecek, bazen sağlık için ilaç, bir dönem aydınlatma malzemesi, kaynatılarak öldürücü bir silaha dönüştürülen yağı ile ağacından meyvesine, yaprağından çekirdeğine her şeyinin bir faydaya dönüştüğü çöpü çıkmayan zeytin kuşku yok ki bir mucizedir.
Zeytinin insanlık tarihinde binlerce yıllı aşan öyküsü mitlerde, söylencelerde, şiirde, romanda, resimde kısacası hayat içinde sürüyor. Şimdi onu biraz daha yakınına gidip toprağında tanıyalım.
---
Litaratürlerde ailesinin "oleaceae" familyasından geldiği yazılı. Leylak ve yasemin gibi süs bitkileriyle aynı familyadan olan ve "Olea" diye tanınan zeytin, yabani bir meyve ağacıdır. Dünyada "Olea" cinsinden yaklaşık 30 değişik tür saptanmış. "Olea europea" türler arasında en önemlisi. Anayurdu Doğu Akdeniz olan "olea europea"nın iki alt türü bulunuyor.
Biri yabani "olea europea oleaster" diğeri ehli "olea europea sativa". "Fakir toprakların zengin ağacı" denilen zeytin bulunduğu yerin ilkim koşullarına kolay uyum sağlar. Toprağın yapısına ve dokusuna göre köklerini salar. Kök sistemi çok güçlüdür. Ana kökü sürekli kökler vererek gövde ve dalları besler. Gövde, ana dallar, meyve veren dallar, sürgün veren dallar ve yaprakların oluşturduğu "taç" zeytinin toprağın üzerinde kalan bölümleridir.Zeytin ağacı yavaş büyür, serpilip büyümesi 15 - 20 yılı bulur. 35 ve 150 yıl arasında ise zeytin olgunluk ve verimlilik döneminde olur. Dört mevsim yapraklarını dökmez. Sonra yüzlerce yıl sürecek olan yaşlanma dönemi başlar.

Zeytin ağacı bir yıllık yaşamını Akdeniz ikliminin özelliklerine göre geçirir. Kasım ve şubat ayları arasında kıştır, uyur, dinlenir. Mart ve nisan ayları arasında bahardır, uyanır. Dallarının uçları filizlenir. Nisan-Haziran çiçek mevsimidir. Çiçek tozları rüzgarla ağaçtan ağaca gezinir. Güzel kokar zeytin çiçeği. Temmuz-Ağustos dedin mi meyveleri yani zeytin taneleri büyür, çekirdeği sertleşir. Eylül-Ekim arası taneler olgunlaşır olması gereken boylarına gelirler. Zeytinin çeşidine göre farklıdır büyüklükleri, biçimleri... Zeytin taneleri yeşilden mora döndüğünde yada koyu pembesi siyahlaştığında, yağlanma da başlar. Hasat eylülle şubat ayları arasındadır. Zeytinin hasadı elle toplanarak ve sırıkla yada makineyle ağacın silkelenmesiyle yapılır. Zeytin ağacı bir yıl bol, bir yıl az mahsul verir.
Kökleri tarih öncesine dayanan zeytin ağacının kaç bin yaşında ve anayurdunun tam neresi olduğu konusunda arkeobotanikçiler, tarihçiler ve arkeologlar arasında bugün hala ortak bir görüş yok.

Bir görüş Anadolu, Suriye ve İran, bir görüş Girit ve Yunanistan yada Kuzey Afrika, Atlas Dağları, Aşağı Mısır diyor anavatanı için! Yabani zeytinin ilk nerede ehlileştirildiği ve ilk nereden nereye yayıldığı üzerine de farklı görüşler var. Ama en açık bilgi zeytinin,10 bin yıl önce Doğu Akdeniz havzasının doğal bitki örtüsünün bir parçası olduğudur. İtalya'nın Mongardino bölgesinde bulunan zeytin yaprakları fosilleri, Kuzey Afrika'da paleolitik dönemden kaldığı belirlenen zeytin dalları fosilleri ve İspanya'da kalkolitik döneme ait yabani zeytin ağacı dalları, bize zeytin ağacının Akdeniz'in batısında da milattan yaklaşık 12 bin yıl önce varolduğuna dair işaretler veriyor. M.Ö 2000 yılına dayanan zeytin ağacı fosilleri yine Ege'deki Santorini adasında çıkarılan fosilleşmiş zeytin taneleri ve yaprakları da bilinen kanıtlar arasında. Neredeyse sonsuz bir serüvendir.
Görünen o ki yüzyıl değil bin yıllarla geçen ömrüyle zeytin ağacı köklerini dünyaya salmış.

Ama yinede yabani zeytinin dünya yüzünde ilk varlığı değil önemli olan ilk ne zaman ehlileştirildiyse, zeytinin ehlileştirilmesi mucizesini Samiler'in başardığı düşünülüyor. Kimler, nerede, ne zaman sorularına cevap ararken yapılması gereken en doğru şey bilimsel açıklamalara güven duymaktır.
İşte uluslararası saygınlığıyla tanınan Dünya Zeytin Ansiklopedisi yazarı José M. Blazquez'in görüşü; " zeytin yetiştiriciliği yaklaşık altı bin yıl önce Anadolu'da başlamıştır ” olmasıdır.

Kutsal kaynaklarda Zeytin
Adem oğulları yeryüzünde çoğaldıktan bir müddet sonra büyük kötülükler yapmaya başlarlar. Bu durumdan çok rahatsız olan tanrı onları cezalandırmaya karar verir. Nuh peygambere bir gemi yapmasını emreder. Bu gemiye hayvan ve kuşlardan eşit miktarda her cinsten bir dişi, bir erkek almasını söyler. Nuh peygamber gemisini bitirir ve emredilen hayvanları gemisine doldurur. Daha sonra büyük bir tufan kopar. Gemidekilerin dışında canlı kalmaz, büyük sel felaketi hepsini yok eder. Nuh peygamber suların çekilip çekilmediğini anlamak için sabahleyin bir güvercin uçurur. Güvercin akşama doğru gagasında bir zeytin dalı ile döner. Yeryüzünde bir tek canlı kalmıştır o da ölmez ağacın, yani zeytin ağacının ta kendisidir.

Kuran’da Zeytin ile ilgili Ayetler
O(Allah) ki, Gök'ten su indirdi. Onunla, her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık ve ondanda kümelenmiş taneler ve hurma ağacının tomurcuğundan, sarkmış salkımlar, birbirine benzeyen-benzemeyen üzümler, zeytinler ve nardan bahçeler. EN'AM(6)/99
O(Allah) ki, çardaklı- çardaksız bahçeler; hurmalar, yenilen muhtelif ürünler, birbirine benzeyen- benzemeyen zeytinler ve narlar, inşa etti. Ürün verdiği zaman, onun ürününden yiyin. Onun "hasad" gününde de, hakkını verin. İsraf etmeyin! Muhakkak (Allah), israf edenleri sevmez. EN'AM(6)/141
Onunla(suyla), sizin için ekinler, zeytinler, hurmalıklar, üzümler ve ürünlerin her türlüsünden bitirir. Muhakkak bunda, tefekkür eden bir kavim için, ayetler vardır. NAHL(16)/11
Ve Tur-i Sina(dağı)'dan çıkan bir ağaç vardır ki o, yiyenlere katık olmak üzere bir yağ(zeytin yağı) çıkarır.  MÜ'MİNUN(23)/20
Allah, 'Göklerin-Arz'ın (Evren'in)' Nuru'dur. 'Allah'ın Nuru'nun misali, 'Oyuk' içinde bulunan bir 'Lamba' gibidir. Lamba, bir sırça içerisindedir ve sırça, sanki 'incimsi bir yıldız'dır (kuasar yıldızı gibi). O(Lamba) ki, ne doğuda, ne de batıda bulunmayan, mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Neredeyse, ateş dokunmasa da, onun yağı, 'ışık' verir. (Bu), Nur üzeri Nur'dur. Allah, kimi dilerse onu, Kendi Nuru'na doğrultur. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyin Âlimi'dir. NUR (24)/35
Böylece onda(Arz'da) taneler bitirdik, üzümler, sebzeler-yoncalar, zeytinler, hurmalar. ABESE(80)/27-29
İncire ve zeytine and olsun! TİN (95)/1
Hurma Zeytin
Hurma Zeytini tanıyor musunuz bilmiyorum?
 HURMA ZEYTİN : Tanrının KARABURUN’lulara hediyesidir. Dünyada sadece Karaburun da yetişen. Ekolojik şartlarda dalında tatlılaşan. Taze , hiç bir işleme tabi tutmadan, dalından toplanıp yenilebilen sofralık Zeytin çeşididir.
Nedir Hurma Zeytin Derseniz. Bu doğal lezzeti henüz tanımıyorsunuz demektir.
Biliyorsunuz marketlerden satın almış olduğunuz zeytinler çeşitli ortamlarda , bir takım maddelerle, tatlılaştırılmakta , Sağlıklı , sağlıksız bir çok madde ile tatlılaştırılıp pazara çıkmaktadır.
Hurma Zeytin ise. Tamamen ekolojik ortamda, Zeytin ağacının dalında tatlılaşmaktadır. Bir çok kaynağa göre dünyada sadece Karaburun yarımadasında oluşmaktadır.
Kesin olan bir şey var ki Yurdumuzda sadece Karaburun da yetişir.

ANADOLU ALEVİSİ TASAVVUFUNDA ZEYTİNİN YERİ
Doğrusu Anadolu Aleviliği ve Tasavvufunda Zeytine dair ele avuca gelecek simgesel yorumlara rastlamadım.
Minimal bir düzeyde de olsa:
İncir; çok çekirdekli -Zeytin tek çekirdekli; İncir Kesreti (Çokluk Alemine) işaret ediyor.Tek meyvede yüzlerce çekirdek barındırıyor.
Zeytin ise tek çekirdekli.Zeytin bu haliyle ilk planda Vahdet Alemini (Teklik-Tevhid Boyutunu) çağrıştırıyor.
Şeklindeki bir genel yorumlamanın dışında bilgiye rastlamadım.
Sanırım bu olguda Anadolu Alevileri olan Türk boylarının bireyleri Orta Asya kökenli olmaları ve Akdeniz bitkisi olan Zeytin ile tanışık olmamalarıyla ilintilidir. Beslenmede ve sanayide bu kadar önemli bir meta olmasının yanında Anadolu, Akdeniz ve Ortadoğu ortak yaşamında ve söylencelerinde (mitoloji), kutsal metinlerde sıklıkla geçen bu kadar önemli bir Ağaç ve ürünü konusunda bilgi sahibi olmamaları tesadüf değildir. 
Kaldı ki Türkiye de yaşayan Alevilerin büyük kentler dışında yaşayanların büyük bir çoğunluğu zeytinyağlı yemekleri severek tüketmezler. Hatta önemli bir kısmı günümüzde de hiç tüketmezler.
Köylü bilmediği otu yemez “ diye bir deyim vardır.
Bence bu olgu bu sözün boşa söylenmediğini net olarak açıklıyor.


Bu nedenle dilimizde zeytin ile ilgili Atasözlerine pek seyrek rastlanır.
Onlar da yöreseldir.
İşte bir iki örnek:

Evet, dünyadaki birçok kültürün bireyleri Zeytini barışın simgesi olarak algılar. Ancak hiç biri o simgeyi bir Akdenizli ve Anadolulu kadar yüreğinde duyamaz.
Nedeni ise o olgunun bu bölgede çok önemli bir mitolojik kurgusunun olmasındandır.
Ancak bu apayrı bir yazı konusu olacak kadar uzundur.

Kaynakçalar:
1. Muammer Kayahan, "Sağlıklı Yaşam ve Zeytinyağı", Bilim Teknik Dergisi, Nisan 1995, s.48
2. Muammer Kayahan, "Sağlıklı Yaşam ve Zeytinyağı", Bilim Teknik Dergisi, Nisan 1995, s.48
3. Muammer Kayahan, "Sağlıklı Yaşam ve Zeytinyağı", Bilim Teknik Dergisi, Nisan 1995, s.48
4. Lale Tokgözoğlu, H.Ü. Tıp Fakültesi Kardiyoloji Bölümü, Bilim Teknik Dergisi, Nisan 1995, s.50
5. Hürriyet, 14 Mayıs 1997, Ayşegül Kartal, Zeytinyağı Kongresi
6. Kutsal Kitaplar ve metinler.
7. Mitolojik kaynaklar.

ZERDÜŞT İNANCI (MAZDEHİZM)


ZERDÜŞT İNANCI (MAZDEHİZM)

“Düşünce iyi düşünülsün, söz iyi söylensin,
iş iyi yapılsın!" 

“Bir erdem, iki erdemden daha fazla erdemdir;
çünkü o erdem belanın aşıldığı düğümdür.”
''Ne teşekkür ister, ne de karşılık teşekkür eder; çünkü o hep verir ve esirgemez kendini''
Zerdüşt
Zerdüşt (Avesta dilinde: Zarathustra, Farsça: Zartoşt) Zerdüştlük dininin kurucusu.
Diğer bir adı da Mazdehizm (Mazdaizm) olarak geçer.
Zerdüşt genellikle tarihi bir figür olarak kabul edilmekle birlikte yaşadığı dönem hakkında genel bir ortak kabul yoktur. Bazı bilginler yaklaşık olarak M.Ö. 1200 yıllarında yaşadığını tahmin etmekteyken diğerleri onu M.Ö. 18. yüzyıl ile 6. yüzyıl arasındaki bir tarihe yerleştirmektedirler. Mezopotamya'nın doğu yakasında kalan bazı grup ve kabilelerin resmi dini olduğu iddia edilir.

Etimoloji

Zerdüşt kelimesi, muhtemelen Avesta dilindeki yaşlı anlamına gelen zareta ile, deve anlamına gelen USTRA kelimelerinden türetilmiştir. Anlamı "yaşlı develere sahip olan kişi"dir. Aynı zamanda ismin ilk bölümünün Avesta dilinde sarı anlamına gelen "ZARAY" dan gelme olasılığı da bulunmaktadır bu durumda "sarı develere sahip olan" anlamına gelmektedir.bilge dini olarak da adlandırılır. Bazı akademisyenlere göre de gerçek adı Sipitama’dır. Zerdüşt adı; Zerdüşt mesajını ilan ettikten sonra muhtemelen bilinen adıdır.

Hayatı

M.Ö. 628 yılında Rhages (Rey) de doğdu. 551 yılında Tahran yakınları'nda öldü. Zerdüşt Dinler Tarihi’nde başlıca iki açıdan önem taşır. Bir yandan Yakındoğu ile Akdeniz Bölgesi’nin Helenistik Dönem’e (M.Ö. 323-30) özgü Gizli Bilimleri ve Büyü Uygulamaları’yla bağlantılı olduğuna inanılan efsanevi bir kişiliğe dönüşmüş, öbür yandan da Monoteist Öğretisi ile Batılı Araştırmacıların ilgisini çekmiştir. Zerdüşt’ün yada Eski İran Düşüncesi’nin Grek, Roma ve Yahudi Düşünceleri’ni etkilediği tezi tartışmalı olsa bile, Zerdüşt’ün Dini Düşünceleri’nin yaygın etkisi malumdur. Zerdüşt Dini’ni inceleyenlerin karşılaştığı sorunların başında, bu Din’in ne oranda Zerdüşt’ün bağlı olduğu Kabile’nin Dini’nden, ne oranda da Onun kendi görüşlerinden ve yaratıcılığından esinlendiği konusu gelir. Sasaniler Dönemi’ndeki (MS 224-651) Mazdekçiliğin ne ölçüde Zerdüşt’ün Öğretilerine dayandığı bir başka tartışma konusudur. Avesta Kitabı’nın önemli bir bölümünü oluşturan Gatha’lar ( Zerdüşt’ün sözleri olduğu sanılan şarkı ve ilahiler), Pehlevi ( bir Farsça lehçesi ) dili'ndeki dini metinler Bundahishn ile Denkart ve çeşitli Grek yazarların eserleri gibi kaynakların Zerdüşt’ün görüşlerini ne ölçüde doğru yansıttığı da tartışılıyor. Zerdüşt'ün hayatı ile ilgili bilgiler de yetersizdir. Çoğunlukla söylencelere, tahminlere dayanır. Zerdüştçü inanışta İskender’den 258 yıl önce ortaya çıktığı kabul edilir. İskender Ahameniş Hanedanı’nın (M.Ö. 559-330) Merkezi Parsa'yı (Persepolis) M.Ö. 330 da aldığına göre Zerdüşt, Aral Gölü'nün Güneyindeki Harezm'in Kralı olduğu sanılan Viştaspa’ya kendi dinini M.Ö. 588'de benimsetmiş olmalıdır. O sırada 40 yaşında olduğu rivayeti doğruysa M.Ö. 628'de doğmuş olması gerekir.
Farklı inanç ve kültürlerde algılanışı:

Müslüman söylencelerinde, Hz. Muhammet doğduğu zaman, Zerdüştlerin Azerbaycan da ki büyük bir tapınağında, yüzlerce yıldır hiç sönmeden yanan kutsal ateşlerinin söndüğüne inanılır. Bu sebepten ilahilerde, dini şiirlerde "Mecusi ateşi söndü" sözü sık, sık geçer.

Maji sözcüğü de Mecusi kelimesinden türemiştir Frenklerde. Yunanlılar büyüyü bu adamlardan öğrenmiştir. Yunanlılardan da batıya. Bunlar büyüyü yeni öğrenirken Asya, Mezopotamya’da büyük üstatlık takılıyordu, bunu da bilmek gerekir diye düşünüyorum.

Kısacası; iyilik ve kötülüğün zıtlığı üzerine getirdiği dininin peygamberidir. O zamanın izafi tanrı anlayışını reddedip soyut tanrı düşüncesini getirmiş ve zamanında, bulunduğu bölgenin pek çok sorununu çözümlemiş bir kişidir.

------

“Sorarım sana, Tanrım!

Doğrusunu söyle bana,

Kutsal varlığın atası
İlk babası kimdi?

Güneşle yıldızların
Yollarını çizen kim?
Ay kimin gücüyle
Büyür, küçülür?

Bunları anlat bana,
Her şeyi, her şeyi anlat, Tanrım.

Sorarım sana, Tanrım,
Doğrusunu söyle bana,
Kim düzene getirdi dünyayı
Kim tuttu tüm göğü?

Yerli yerinde sağlam
Kim yarattı?
Tüm su ağaçları ırmakları

Kimdir hız veren,
Rüzgara bulutlara?

Kimdi ey Ahura Mazda

İyi düşünceyi yaratan?

Sorarım sana Tanrım !

Doğrusunu söyle bana

Kim sevgiyle yaratmıştır.
Karanlığı aydınlığı?

Kim en iyi duygularla
Uykuyu, uyumayı var etti

Kim yarattı sabahı,
Öğleyi akşamı

Göreve çağırmak için
akilli,bilge insanları.. “

Zerdüşt

Böyle Buyurdu Zerdüşt

'Böyle Buyurdu Zerdüşt: Herkes ve Hiç kimse için Bir Kitap'
Orijinal adıyla : Also sprach Zarathustra; Alman filozof Friedrich Nietzsche tarafından kaleme alınmış bir kitaptır.
Kitabı belirli bir kategori içerisinde tanımlamak genelde zor olmuştur: Bir edebiyat eseri ve aynı zamanda felsefî bir çalışmadır. Nietzsche kendisi kitabı "yazılmış en derin" eser olarak tanımlamıştır. Eser, birçok farklı konu ve tarz barındırmaktadır. Nietzsche'nin felsefî görüşleri açısından önemli bir yer tutan kitap, birçok eleştiriye maruz kalmıştır.

Edebiyat ve felsefe

20. yüzyıl felsefesinde belirgin bir eğilim olarak edebiyat ve felsefenin iç içe geçtiği, felsefe anlatıların edebi anlatılara benzemeye başladığı yada edebi anlatının felsefi nitelik taşıdığı gözlemlenir. Bu gelişmenin kaynağındaki en önemli düşünür Nietzsche'dir ve özellikle onun Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabıdır. Bu kitapta Nietzsche şiirsel bir üsluple felsefi meseleleri dile getirmiş, kendi felsefi düşüncelerini ve kavramlarını açıklamıştır. Nietsche'nin en belirgin etkisi Martin Heidegger'in felsefi çalışmalarındaki şiirsellik arayışında ve varoluşçu filozofların edebi-felsefi yapıtlarında görülür. Nietzsche, felsefe alanında yalnızca metnin içeriğiyle değil, uslübu yada söylemiyle de yakından ilgilenmiş, yeni düşünceleri yeni söyleyişlerle dile getirme prensibiyle hareket etmiştir. Böyle Buyurdu Zerdüşt, bu anlamda felsefeye yeni bir içerik katkısından ibaret olmayıp yeni bir söylemsellik de getirmiştir.

Zerdüşt'te Nietzscheci kavramlar

Nietzsche'nin kehaneti

Nietzsche, - Böyle Buyurdu Zerdüşt - kitabında zamanındaki kulaklara göre ağız olmadığını kendisinin daha sonraki kuşaklar tarafından anlaşılacağını söyler. Özellikle yüzyıl sonra anlaşılacağını söylemesi gerçekleşen bir kehanet olarak görülebilir. Elbette tek. tek filozoflarda Nietsche'nin çalışmalarını değerlendirenler olmuştur. Ancak asıl olarak Nietzsche 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel bir ilginin konusu olur ve postmodern felsefeler tarafından her anlamda değerlendirilmeye başlanır. Onun perspektivizmi, tarihselciliği, bilgi/iktidar düşüncesi, dil'i kavrayış biçimi yeniden ve yeni anlam katmanlarıyla değerlendirilmeye başlanmıştır. 2000'li yıllara gelindiğinde ise Nietzsche en derin teorik tartışmalardan en sıradan sohbetlere kadar herkesin dilindeki isimlerden biri haline gelmiş bulunmaktadır. Nietzsche'nin kendi istediği ve düşündüğü anlamda anlaşılıp anlaşılmadığı tartışmalı olmakla birlikte, yüzyıl sonra kendisine pek çok kulak verenin ortaya çıktığı kesindir.
Zerdüşt otuz yaşında yurdunu ve yurdunun göğünü bırakıp dağlara çıktı. Orada ruhunun ve yalnızlığının tadını çıkardı ve on yıl bundan bıkmadı. Ama en sonu gönlünde değişim oldu ve sabah tanla kalktı, güneşin karşısına geçti ve ona şöyle dedi:
- “Ey büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı, nice olurdu senin mutluluğun!
On yıldır mağaramın üstüne yükselir durursun: ışığından ve yolculuğundan bıkardın ben olmasaydın, kartalım ve yılanım olmasaydı! “
( Nietzsche, Zerdüşt'ün giriş kısmında - belki biraz da alay ederek - insanın en büyük yanılgılarından birine değiniyor. Antropomorfizm: insanın kendi dışındaki dünyadan anlam çıkarma ve onu kendine benzetme alışkanlığı. Dindarlar da çok sık kullanırlar bu varsayımı. Yani, eğer bizler - biz bilinç sahibi insanlar - olmasaydı, güneşin ve diğer şeylerin varlıklarının da bir anlamı kalmazdı.
Karl Marx bu anlayışa karşı çıkacak ve şu hükme varacaktır:
“Nesnel dünya onu algılayan insan zihninden bağımsızdır! “
- Bak! Pek çok bal toplamış bir arı gibi, bilgeliğimden usandım; onu almaya uzanacak eller gerek bana!

Zerdüşt bilgeliğiyle insanları aydınlatmak için aralarına inmeye karar verir.
Böyle başladı Zerdüşt'ün batışı.

KÖPEK Beslenirken ET ile birlikte SÜT ve yağlı besin verilir.
Bu KÖPEĞİN HAKKI olan bir besindir..! ( AVASTA VENDİDAD, 13. BÖLÜM.)

Köpeğine iyi bakmayan, haklarına özen göstermeyen köpek sahibi ağır cezalarla cezalandırılır.
Çağ: Milattan yüzyıllarca önce. Köpek hakları ve güvencesi.
( Böyle Buyurdu Zerdüşt'ten.)

Kitabın çevirileri hakkında:

  • İşte Böyle Dedi Zerdüşt, Çeviren: Ahmet Cemal, Kabalcı Yayınları
  • Böyle Buyurdu Zerdüşt, çeviren;Turan Oflazoğlu, Cem Yayınevi.
  • İskele Yayıncılık tarafından Mustafa Bahar çevirisiyle Temmuz 2005'te Dünya klasikleri serisi içinde yayınlandı ISBN 975-9099-35-7.
  • 2006 Mart'ında da Murat Batmankaya çevirisiyle Say yayıncılık tarafından basıldı ISBN 975-468-391-3.
  • 2005 Ocak'ta E.Murat Cengiz çevirisiyle Oda Yayınevi tarafından yayınlandı ISBN 975-385-341-6.
  • 2003 Ocak'ta Mustafa Tüzel çevirisiyle İş Bankası Yayınları'nca basıldı.
Murat Şahin                  2009

İnsan doğuştan kötü müdür?

İnsan doğuştan kötü müdür? “ Her ne arar isen, kendinde ara.” Hacı Bektaşı Veli ” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varl...