Dilbilimcilere
göre anadil dışında öğrenilen her dil, yeni bir kişilik anlamına geliyor.
Psikologlar anadilin dünyayı algılama şeklimizi büyük ölçüde etkilediğini ileri
sürüyor. Düşüncelerimizi değiştiriyor.
Peki ama
nasıl?
Konuştuğumuz
dil düşünce şeklimizi etkiliyor mu?
Dünya
görüşümüzü belirliyor mu?
Yabancı
bir dil öğrenmek için yola çıkanlar, yeni bir dilin yanında neler
kazanacaklarını bilmek isteyebilirler.
İlk bakışta bu fikir son derece olası görünüyor. Çok basit bir mesajı iletirken bile kullandığımız dile bağlı olarak tümüyle farklı gözlemlerde bulunmamız gerekir. Sözgelimi bir masanın üzerinde duran kalemleri saymamız istendiği zaman, İngilizce konuşan biriyseniz kalemleri sayar, sayıyı bildirirsiniz. Masanın üzerinde 11 kalem olsun. Rusça konuşan biri kalemlerin dişi mi erkek mi, yada nötr mü olduğunu bilmek zorundadır. Bu durumda 11 sözcüğün nötr şeklini kullanır. Oysa bir Japon, kalemlerin şeklini (uzun ve silindirik) ve 11 sözcüğün bu şekildeki nesneler için kullanılan seçeneği kullanır.
Diğer taraftan hangi dilde olursa olsun kalem kalemdir diyebilir miyiz?
İlk bakışta bu fikir son derece olası görünüyor. Çok basit bir mesajı iletirken bile kullandığımız dile bağlı olarak tümüyle farklı gözlemlerde bulunmamız gerekir. Sözgelimi bir masanın üzerinde duran kalemleri saymamız istendiği zaman, İngilizce konuşan biriyseniz kalemleri sayar, sayıyı bildirirsiniz. Masanın üzerinde 11 kalem olsun. Rusça konuşan biri kalemlerin dişi mi erkek mi, yada nötr mü olduğunu bilmek zorundadır. Bu durumda 11 sözcüğün nötr şeklini kullanır. Oysa bir Japon, kalemlerin şeklini (uzun ve silindirik) ve 11 sözcüğün bu şekildeki nesneler için kullanılan seçeneği kullanır.
Diğer taraftan hangi dilde olursa olsun kalem kalemdir diyebilir miyiz?
Dil
farklılıkları nesnel dünyayı değiştirmez.
Peki,
düşünce şeklimizi nasıl değiştiriyor?
DİKENLİ SORU
Bilim adamları ve filozoflar bu dikenli sorunun yanıtını bulmaya çalışıyor. Evren’in görüntüsünün kullandığımız yerel dile bağlı olduğunu iddia eden düşünürler her zaman ağırlıktaydı.
1960’lı yıllardan bu yana Noam CHOMSKY ve çok sayıda bilişsel psikiyatrist, dil farklılıklarının önemli olmadığını, dilin evrensel bir insan özelliği olduğunu ileri sürüyordu. Dolayısıyla bu görüşe göre insanlar, farklı kültürlere sahip olsalar dahi, ortak genetik yapımız sayesinde birbiriyle konuşabilir. Ancak psikologlar söz konusu soruyu derinlemesine inceledikçe ibre ters yöne doğru sapıyor.
Yeni nesil bilim adamları, dilin beynimize kazınmış, içsel bir özellik olduğu düşüncesine pek sıcak bakmıyor.
DİKENLİ SORU
Bilim adamları ve filozoflar bu dikenli sorunun yanıtını bulmaya çalışıyor. Evren’in görüntüsünün kullandığımız yerel dile bağlı olduğunu iddia eden düşünürler her zaman ağırlıktaydı.
1960’lı yıllardan bu yana Noam CHOMSKY ve çok sayıda bilişsel psikiyatrist, dil farklılıklarının önemli olmadığını, dilin evrensel bir insan özelliği olduğunu ileri sürüyordu. Dolayısıyla bu görüşe göre insanlar, farklı kültürlere sahip olsalar dahi, ortak genetik yapımız sayesinde birbiriyle konuşabilir. Ancak psikologlar söz konusu soruyu derinlemesine inceledikçe ibre ters yöne doğru sapıyor.
Yeni nesil bilim adamları, dilin beynimize kazınmış, içsel bir özellik olduğu düşüncesine pek sıcak bakmıyor.
“Dil yalnızca işaret veya rakamlarla ifade
sistemi değildir”
diye konuşan Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden Dan SLOBIN, “Beyin deneyimler sayesinde şekillenir”
diyor. SLOBIN ve meslektaşları diller arasındaki küçük, hatta dikkati çekmeyen
farklılıkların dünyayı algılama şeklini büyük ölçüde etkilediğini düşünüyor. “Bazı insanlar dilin dikkat edilen şeyleri
değiştirdiğini ileri sürüyor” diye konuşan Massachusetts Instute of
Technology’den Lera BORODİTSKY “Ancak
dikkat ettiğiniz şeyler neleri anımsadığınızı da belirler. Kısaca düşünme
şeklinizi değiştirir” diyor.
Küçük bir örnek vermek gerekirse, herhangi bir dilde bir şey söylemeye hazırlanırken, bazı şeyleri dikkate alır, bazı şeyleri ise görmezlikten gelirsiniz. Sözgelimi Korece yalnızca “Merhaba” demek için hitap ettiğiniz kişiden genç mi yoksa yaşlı mı olduğunuzu bilmeniz yeterlidir. Bu bağlamda bir günlük fark bile önemlidir. İspanyolca konuşanlar, hitap ettikleri kişi ile ilişkilerinin ne kadar yakın olduğuna bakarlar. Eğer yakınsa “tu”, resmi ise “Usted” kullanırlar. Japoncada ise kullandığınız “Ben” sözcüğü öne çıkar; bu bağlamda yaşınız, hitap ettiğiniz kişinin yaşı, sizin cinsiyetiniz, karşınızdakinin cinsiyeti ve aranızdaki statü farkı önem kazanır. SLOBIN bu süreci “konuşmak için düşünmek” olarak nitelendiriyor ve bu sürecin önem verdiğimiz konular ve dünya görüşü üzerinde çok etkili olduğunu ileri sürüyor. Örnek vermek gerekirse, dünyada konuşulan dillerin üçte biri yer tarif ederken kesin terimlerden yararlanır. Pasifik Adalarında yaşayan yerliler, İngilizcede söylendiği gibi “ağacın yanı” yerine “ağacın kuzeyi” veya “ağacın denize doğru olan yanı” derler. Bu dillerde insanlar bulundukları yeri mutlaka sabit bir referans noktasına göre belirtmek zorundadır. SLOBİN bu dilleri şöyle anlatıyor: “Penceresiz bir odadaysanız veya karanlıkta yolculuk ediyor olsanız dahi, bir olaydan veya bir yerden bahsederken yer konusunda sabit bir nokta göstermek zorundasınız. Sohbet sırasında – kuzey - sözcüğünü kullanmasanız bile kuzeyin neresi olduğunu bilmekle yükümlüsünüz.”
Hollanda’da Nijmegen’de bulunan Max Planck Ensitüsü’nden Psikolinguistik Bölümü’nden John LUCY’ye göre kullandığınız dilin nesnelerin şekline veya işlevine odaklanıp odaklanmaması, dünya ile ilişkilerinizi de etkiler. LUCY, Amerikan İngilizcesini Meksika’nın Yucatan Yarımadası’nda konuşulan Yucatec Maya dili ile karşılaştırdı. Bu ikisi arasındaki en önemli farklılığın nesnelerin sınıflanması ile ilgili olduğunu keşfetti. İngilizcede pek çok ismin içinde şekil kapalı olarak gizlidir. Amerikalılar nesneleri kendilerine özgü şekilleriyle düşünürler; şeker gibi şekilsiz bir nesne için “cup-küp” veya “cup-fincan” gibi ünitelerden yararlanırlar. Ancak Yucatec dilinde nesneler şekli tanımlayan farklı sözcüklerle birlikte ifade edilir. Sözgelimi, “ince uzun balmumu” mum demektir. Benzer şekilde, ince, uzun muz “muz meyvesi”, yassı muz “muz yaprağı” anlamına gelir.
Küçük bir örnek vermek gerekirse, herhangi bir dilde bir şey söylemeye hazırlanırken, bazı şeyleri dikkate alır, bazı şeyleri ise görmezlikten gelirsiniz. Sözgelimi Korece yalnızca “Merhaba” demek için hitap ettiğiniz kişiden genç mi yoksa yaşlı mı olduğunuzu bilmeniz yeterlidir. Bu bağlamda bir günlük fark bile önemlidir. İspanyolca konuşanlar, hitap ettikleri kişi ile ilişkilerinin ne kadar yakın olduğuna bakarlar. Eğer yakınsa “tu”, resmi ise “Usted” kullanırlar. Japoncada ise kullandığınız “Ben” sözcüğü öne çıkar; bu bağlamda yaşınız, hitap ettiğiniz kişinin yaşı, sizin cinsiyetiniz, karşınızdakinin cinsiyeti ve aranızdaki statü farkı önem kazanır. SLOBIN bu süreci “konuşmak için düşünmek” olarak nitelendiriyor ve bu sürecin önem verdiğimiz konular ve dünya görüşü üzerinde çok etkili olduğunu ileri sürüyor. Örnek vermek gerekirse, dünyada konuşulan dillerin üçte biri yer tarif ederken kesin terimlerden yararlanır. Pasifik Adalarında yaşayan yerliler, İngilizcede söylendiği gibi “ağacın yanı” yerine “ağacın kuzeyi” veya “ağacın denize doğru olan yanı” derler. Bu dillerde insanlar bulundukları yeri mutlaka sabit bir referans noktasına göre belirtmek zorundadır. SLOBİN bu dilleri şöyle anlatıyor: “Penceresiz bir odadaysanız veya karanlıkta yolculuk ediyor olsanız dahi, bir olaydan veya bir yerden bahsederken yer konusunda sabit bir nokta göstermek zorundasınız. Sohbet sırasında – kuzey - sözcüğünü kullanmasanız bile kuzeyin neresi olduğunu bilmekle yükümlüsünüz.”
Hollanda’da Nijmegen’de bulunan Max Planck Ensitüsü’nden Psikolinguistik Bölümü’nden John LUCY’ye göre kullandığınız dilin nesnelerin şekline veya işlevine odaklanıp odaklanmaması, dünya ile ilişkilerinizi de etkiler. LUCY, Amerikan İngilizcesini Meksika’nın Yucatan Yarımadası’nda konuşulan Yucatec Maya dili ile karşılaştırdı. Bu ikisi arasındaki en önemli farklılığın nesnelerin sınıflanması ile ilgili olduğunu keşfetti. İngilizcede pek çok ismin içinde şekil kapalı olarak gizlidir. Amerikalılar nesneleri kendilerine özgü şekilleriyle düşünürler; şeker gibi şekilsiz bir nesne için “cup-küp” veya “cup-fincan” gibi ünitelerden yararlanırlar. Ancak Yucatec dilinde nesneler şekli tanımlayan farklı sözcüklerle birlikte ifade edilir. Sözgelimi, “ince uzun balmumu” mum demektir. Benzer şekilde, ince, uzun muz “muz meyvesi”, yassı muz “muz yaprağı” anlamına gelir.
TARAK DENEYİ
Bu sınıflama sisteminin insanların düşünüş şeklini etkileyip etkilemediğini ortaya çıkartmak için LUCY İngilizce ve Yucatec konuşanlara bir benzetme testi uyguladı. Deneylerden birinde deneklere üç adet tarak vererek, hangi iki tarağın birbirine daha çok benzediğini sordu. Taraklardan biri plastik ve saplıydı, diğeri tahtadan ve saplıydı, üçüncüsü plastik ve sapsızdı. İngilizce konuşanlar saplı tarakların birbirine daha fazla benzediğini düşünürken, Yucatan dilini konuşanlar plastik tarakların benzeştiğini belirttiler. Başka bir testte, LUCY bir plastik kutu, kartondan bir kutu ve bir karton parçası kullandı. Amerikalılar iki kutuyu seçerken, Mayalar karton kutuyu ve karton parçasını benzeştirdiler.
Başka
bir deyişle Amerikalılar şekil üzerinde odaklanırken, Mayalar malzeme
üzerinde duruyordu.
Bu bulgular neyi gösteriyor?
Bu bulgular neyi gösteriyor?
“Yucatec insanları
sanat eserleriyle dolu bir ortamda yaşamıyorlar” diye konuşan Yale
Üniversitesi’nden Paul BLOOM, “Eğer bu
sonuçları Japonya’da alsaydınız beni ikna ederdiniz” diyor. Benzer bir
çalışma Japonca konuşanlar üzerinde de gerçekleştirildi, ancak bu çalışmadan
bir sonuç alınamadı.
DÜNYAYI DİLLE UYDURMA
Hedefe kenetlenen LUCK’yi sonuçlar yıldırmadı. Genç çocuklar üzerinde yürüttüğü çalışmalarda çocukların benzer özelliklere odaklandığını fark etti. Örneğin, tarak ve kutu gibi deneylerde şekil üzerine odaklanırken, şeker gibi şekilsiz nesneler malzemeyi öne çıkarttılar. Çocuklar 8 yaşına gelince dilden kaynaklan farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. “Herkes benzer özelliklerle doğar” diye konuşan LUCY, “Ancak bütün farklılığı dünyayı kendi konuştuğumuz dile uydurma eğilimi yaratır” diyor.
BORODITSKY, dişi/erkek ayırımı gibi yapay sınıflama sistemlerinin bile önemli olabileceğine dikkat çekiyor. İngilizce konuşanlar için bazı nesnelerin dişi/erkek veya nötr olarak sınıflanması çok tuhaftır. Sözgelimi “Sütyen” veya “Dölyatağı” gibi sözcüklerin erkek, “penis” sözcüğünün dişi olması anlamsızdır. Dahası diller arasında bu konuda bir anlaşma yoktur. “Güneş” sözcüğü Rusçada nötr iken, Almancada dişi, İspanyolcada erkektir. Psikologlar bu tutarsızlık nedeniyle dişi/erkek ayırımının anlamsız bir sınıflama olduğunu ileri sürüyor. BORODITSKY aynı fikirde değil: “Bu dillerde cümle kurarken kendinizi dişi/erkek farkı üzerinde düşünürken buluyorsunuz ve bunu günde binlerce kez tekrarlıyorsunuz.”
CİNSİYET VE TERİMLER
Bu özelliğin insanların düşünüş tarzını nasıl etkilediğini göstermek için BORODITSKY Almanca ve İspanyolca konuşan deneklere, farklı cinsiyet takısı taşıyan isimler gösterdi. Sözgelimi “Anahtar” sözcüğü İspanyolcada dişi iken, Almancada erkektir. “Köprü” ise İspanyolcada erkek iken Almancada dişidir. BORODITSKY deneklere bu sözcüklerin başına tanımlayıcı sıfatlar eklemelerini istedi. Almanca konuşanlar anahtarları “çirkin”, “eskimiş”, “çentikli”, “testere gibi dişli” olarak tanımlarken, İspanyolca konuşanlar, “küçük”, “sevimli”, “büyülü” ve “karmaşık” olarak tanımladı. Almanlar için köprüler “büyüleyici”, “güzel”, “kırılgan” ve “zarif” iken, İspanyollar köprüleri “büyük”, “tehlikeli”, “katı” “kuvvetli” ve “sağlam” olarak niteledi.
“Bütün bunlar cinsiyet çağrıştıran terimlerdir” diye konuşan BORODlTSKY sözcüklere cinsiyet takısı eklemeyen İngilizlerden bu sıfatları dişi/erkek olarak sınıflandırmalarını istedi. Aldığı sonuçlar görüşlerini destekliyordu.
Bu çalışmalardan elde edilen sonuçları eleştirenler, nesnelerin dişi/erkek/nötr olarak sınıflandırılmasının kullanılan dilden çok kültürden kaynaklandığını ileri sürüyor. BORODITSKY bu eleştiriye yanıt olarak İngilizce konuşan deneklerin katılımıyla bir deney gerçekleştirdi.
Bu deneyde deneklere “Gumbuzi” adını verdiği uydurma bir dil öğretti. Bu dilde sözcükler “oosative” ve “soupative” gibi, cinsiyet içermeyen iki ayrı sınıfa ayrılıyordu. Oosative’lere çatal, elma ve gitar dahildir. Soupative’lere ise kaşık, armut ve keman giriyordu. Denekler nesnelerin Gumbuzi dilindeki karşılıklarını hatırlamakla kalmayıp, hangi sınıfa girdiğini de bilmek zorunda kaldılar. Daha sonra her iki gruba balerin ve gelin veya erkek çocuk ve kral resimleri dağıtıldı, İngilizce konuşan denekler nesneleri cinsiyetlerine göre ayırma alışkanlığına sahip olmadıkları halde, keman resmi, dişilik çağrıştıran resimlerle (balerin veya gelin) birlikte gösterildiği zaman “artistik”, “yuvarlak” ve “narin” olarak nitelendirdiler. Oysa aynı keman resmi, erkek çocuk ve kral resmi ile birlikte gösterildiği zaman “etkileyici”, “parlak” ve “gürültülü” olarak tanımlandı. Almanca ve İspanyolca konuşanların da aynı tepkiyi gösterdiğini söyleyen BORODITSKY, “Eğer bir şeyi anlamlı kılarsanız, daha kolay hatırlarsınız” diyor. Kasıtlı olmasa da gerçek dilleri öğrenirken de aynı işlemlerden geçtiğimizi ileri süren BORODITSKY: “Farklı dilleri konuşan insanların zihinsel yaşamaları çok farklı olabilir, insanların nasıl düşündüğü konusunu araştırıyorsanız bu faktörü dikkate almalısınız” diyor.
LUCY, BORODITSKY ve benzer görüşte olan diğer bilim adamları, dilin en önemli etkisinin en fazla, zaman, aşk, siyasi fikirler gibi soyut alanlarda hissedildiğini ileri sürüyor. Bu alanlarda duyusal bilgiler çok fazla yardımcı olmuyor.
ZAMAN KAVRAMI VE DİL
Zamanı ele alalım. Pek çok dilde zamanı anlatmak için uzamsal terminolojiden yararlanılır. İngilizcede “iyi günler ileride” veya “Programın gerisinde” veya “Bu toplantıyı ileri bir tarihe atalım” gibi söylemlerle zaman ve uzam ilişkilendirilir. Kısaca İngilizce konuşanlar için zaman yatay bir düzlem üzerinde yer alır ve gelecek önümüzde uzanır. Oysa Mandarin ( Çince lehçe ) dilinde zaman dikeydir; petrolün kuyudan fışkırması gibi yukarı doğru yol alır. Bu durumda gelecek yukarıdadır. Bütün bunlar dilin kavramlara yüklediği farklı anlamlara örnek oluşturur.
OLAYLARIN YORUMU VE DİL
Aslında dil ve tanık olmadığımız olayların yorumu arasındaki ilişki dikkat çekicidir. “Dünyada olup biten pek çok şeyle ilgili bilgiyi dil yardımı ile öğreniriz” diye konuşan SLOBIN, “Bu yetenek hayvanlarda yoktur; insanlar çevrelerinde olup biteni kendileri yaşamasalar da izleme şansına sahiptir” diyor, insanlar hangi dille olursa olsun bir tanımlamanın aynı mesajı taşıdığını varsayar. SLOBIN görüşünde haklı ise kullandığımız dil, halihazırdaki olaylardan tarihte yaşananlara kadar pek çok olayın farklı şekillerde algılanmasına yol açar.
SLOBIN, bu bağlamda spesifik bir dilin eylemleri nasıl yansıttığına bakarak, olayları gözümüzde nasıl canlandırdığımızı inceledi. Hepimiz aynı nesnel dünyada yaşıyoruz, ancak kullandığımız dil bu nesnel dünyanın farklı yönlerine odaklanır.
İngilizce, Felemenkçe, Rusça, Fince ve Mandarin dilinde fiiller eylemin nasıl yapıldığını ayrıntılı bir şekilde açıklar. Oysa, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca, İbranice ve Türkçede eylemler daha basit fiiller ile anlatılır. Sözgelimi bu dillerde “gitmek” fiilini kullandıktan sonra nasıl gidildiğini ek, tanımlayıcı sözcüklerle açmanız gerekir.
İki dil konuşan insanlar İngilizce yazılan haberlerin daha dinamik, enerji dolu ve “hareketli” olduğunu belirtiyor. Gazetelerde yer alan haberler bu görüşü destekler nitelikte, sözgelimi Greenpeace eylemcileri ile güvenlik güçlerinin karşı karşıya geldiği bir olayı anlatan İngiliz Guardian Gazetesi, Fransız polisinin Greenpeace’e ait tekneye nasıl hücum ettiklerini -storming-, tekneye güçlükle nasıl tırmandıklarını -clambering-, eylemcilerin nasıl gedik açarak -breaching-, kendilerini kurtardıkları az sayıda fakat tanımlayıcı fiillerle anlatabiliyor.
KAYBOLAN DİLLER
Dünyadaki 6000 dilin yaklaşık yarısı önümüzdeki yüzyılda yok olabilir. Böyle bir tehlike karşısında bilim adamları ellerini çabuk tutup, yok olma tehdidi altındaki diller hakkında mümkün olduğunca daha fazla bilgi toplamaya çabalıyor. SLOBIN, bu dillerin kullanılmaması durumunda, bu dillerle ilgili dünya görüşünün de yok olacağından kaygı duyuyor. BORODITSKY, de bu görüşü paylaşıyor: “Bazı diller çok farklı bir düşünce şekli yaratmış olabilir. Dünyayı farklı bir şekilde algılayan bu düşünce şekli de insanlık için çok yararlı olabilir, işin acı tarafı, bunun ne denli değerli bir hazine olduğunun farkında bile değiliz”
DÜNYAYI DİLLE UYDURMA
Hedefe kenetlenen LUCK’yi sonuçlar yıldırmadı. Genç çocuklar üzerinde yürüttüğü çalışmalarda çocukların benzer özelliklere odaklandığını fark etti. Örneğin, tarak ve kutu gibi deneylerde şekil üzerine odaklanırken, şeker gibi şekilsiz nesneler malzemeyi öne çıkarttılar. Çocuklar 8 yaşına gelince dilden kaynaklan farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. “Herkes benzer özelliklerle doğar” diye konuşan LUCY, “Ancak bütün farklılığı dünyayı kendi konuştuğumuz dile uydurma eğilimi yaratır” diyor.
BORODITSKY, dişi/erkek ayırımı gibi yapay sınıflama sistemlerinin bile önemli olabileceğine dikkat çekiyor. İngilizce konuşanlar için bazı nesnelerin dişi/erkek veya nötr olarak sınıflanması çok tuhaftır. Sözgelimi “Sütyen” veya “Dölyatağı” gibi sözcüklerin erkek, “penis” sözcüğünün dişi olması anlamsızdır. Dahası diller arasında bu konuda bir anlaşma yoktur. “Güneş” sözcüğü Rusçada nötr iken, Almancada dişi, İspanyolcada erkektir. Psikologlar bu tutarsızlık nedeniyle dişi/erkek ayırımının anlamsız bir sınıflama olduğunu ileri sürüyor. BORODITSKY aynı fikirde değil: “Bu dillerde cümle kurarken kendinizi dişi/erkek farkı üzerinde düşünürken buluyorsunuz ve bunu günde binlerce kez tekrarlıyorsunuz.”
CİNSİYET VE TERİMLER
Bu özelliğin insanların düşünüş tarzını nasıl etkilediğini göstermek için BORODITSKY Almanca ve İspanyolca konuşan deneklere, farklı cinsiyet takısı taşıyan isimler gösterdi. Sözgelimi “Anahtar” sözcüğü İspanyolcada dişi iken, Almancada erkektir. “Köprü” ise İspanyolcada erkek iken Almancada dişidir. BORODITSKY deneklere bu sözcüklerin başına tanımlayıcı sıfatlar eklemelerini istedi. Almanca konuşanlar anahtarları “çirkin”, “eskimiş”, “çentikli”, “testere gibi dişli” olarak tanımlarken, İspanyolca konuşanlar, “küçük”, “sevimli”, “büyülü” ve “karmaşık” olarak tanımladı. Almanlar için köprüler “büyüleyici”, “güzel”, “kırılgan” ve “zarif” iken, İspanyollar köprüleri “büyük”, “tehlikeli”, “katı” “kuvvetli” ve “sağlam” olarak niteledi.
“Bütün bunlar cinsiyet çağrıştıran terimlerdir” diye konuşan BORODlTSKY sözcüklere cinsiyet takısı eklemeyen İngilizlerden bu sıfatları dişi/erkek olarak sınıflandırmalarını istedi. Aldığı sonuçlar görüşlerini destekliyordu.
Bu çalışmalardan elde edilen sonuçları eleştirenler, nesnelerin dişi/erkek/nötr olarak sınıflandırılmasının kullanılan dilden çok kültürden kaynaklandığını ileri sürüyor. BORODITSKY bu eleştiriye yanıt olarak İngilizce konuşan deneklerin katılımıyla bir deney gerçekleştirdi.
Bu deneyde deneklere “Gumbuzi” adını verdiği uydurma bir dil öğretti. Bu dilde sözcükler “oosative” ve “soupative” gibi, cinsiyet içermeyen iki ayrı sınıfa ayrılıyordu. Oosative’lere çatal, elma ve gitar dahildir. Soupative’lere ise kaşık, armut ve keman giriyordu. Denekler nesnelerin Gumbuzi dilindeki karşılıklarını hatırlamakla kalmayıp, hangi sınıfa girdiğini de bilmek zorunda kaldılar. Daha sonra her iki gruba balerin ve gelin veya erkek çocuk ve kral resimleri dağıtıldı, İngilizce konuşan denekler nesneleri cinsiyetlerine göre ayırma alışkanlığına sahip olmadıkları halde, keman resmi, dişilik çağrıştıran resimlerle (balerin veya gelin) birlikte gösterildiği zaman “artistik”, “yuvarlak” ve “narin” olarak nitelendirdiler. Oysa aynı keman resmi, erkek çocuk ve kral resmi ile birlikte gösterildiği zaman “etkileyici”, “parlak” ve “gürültülü” olarak tanımlandı. Almanca ve İspanyolca konuşanların da aynı tepkiyi gösterdiğini söyleyen BORODITSKY, “Eğer bir şeyi anlamlı kılarsanız, daha kolay hatırlarsınız” diyor. Kasıtlı olmasa da gerçek dilleri öğrenirken de aynı işlemlerden geçtiğimizi ileri süren BORODITSKY: “Farklı dilleri konuşan insanların zihinsel yaşamaları çok farklı olabilir, insanların nasıl düşündüğü konusunu araştırıyorsanız bu faktörü dikkate almalısınız” diyor.
LUCY, BORODITSKY ve benzer görüşte olan diğer bilim adamları, dilin en önemli etkisinin en fazla, zaman, aşk, siyasi fikirler gibi soyut alanlarda hissedildiğini ileri sürüyor. Bu alanlarda duyusal bilgiler çok fazla yardımcı olmuyor.
ZAMAN KAVRAMI VE DİL
Zamanı ele alalım. Pek çok dilde zamanı anlatmak için uzamsal terminolojiden yararlanılır. İngilizcede “iyi günler ileride” veya “Programın gerisinde” veya “Bu toplantıyı ileri bir tarihe atalım” gibi söylemlerle zaman ve uzam ilişkilendirilir. Kısaca İngilizce konuşanlar için zaman yatay bir düzlem üzerinde yer alır ve gelecek önümüzde uzanır. Oysa Mandarin ( Çince lehçe ) dilinde zaman dikeydir; petrolün kuyudan fışkırması gibi yukarı doğru yol alır. Bu durumda gelecek yukarıdadır. Bütün bunlar dilin kavramlara yüklediği farklı anlamlara örnek oluşturur.
OLAYLARIN YORUMU VE DİL
Aslında dil ve tanık olmadığımız olayların yorumu arasındaki ilişki dikkat çekicidir. “Dünyada olup biten pek çok şeyle ilgili bilgiyi dil yardımı ile öğreniriz” diye konuşan SLOBIN, “Bu yetenek hayvanlarda yoktur; insanlar çevrelerinde olup biteni kendileri yaşamasalar da izleme şansına sahiptir” diyor, insanlar hangi dille olursa olsun bir tanımlamanın aynı mesajı taşıdığını varsayar. SLOBIN görüşünde haklı ise kullandığımız dil, halihazırdaki olaylardan tarihte yaşananlara kadar pek çok olayın farklı şekillerde algılanmasına yol açar.
SLOBIN, bu bağlamda spesifik bir dilin eylemleri nasıl yansıttığına bakarak, olayları gözümüzde nasıl canlandırdığımızı inceledi. Hepimiz aynı nesnel dünyada yaşıyoruz, ancak kullandığımız dil bu nesnel dünyanın farklı yönlerine odaklanır.
İngilizce, Felemenkçe, Rusça, Fince ve Mandarin dilinde fiiller eylemin nasıl yapıldığını ayrıntılı bir şekilde açıklar. Oysa, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca, İbranice ve Türkçede eylemler daha basit fiiller ile anlatılır. Sözgelimi bu dillerde “gitmek” fiilini kullandıktan sonra nasıl gidildiğini ek, tanımlayıcı sözcüklerle açmanız gerekir.
İki dil konuşan insanlar İngilizce yazılan haberlerin daha dinamik, enerji dolu ve “hareketli” olduğunu belirtiyor. Gazetelerde yer alan haberler bu görüşü destekler nitelikte, sözgelimi Greenpeace eylemcileri ile güvenlik güçlerinin karşı karşıya geldiği bir olayı anlatan İngiliz Guardian Gazetesi, Fransız polisinin Greenpeace’e ait tekneye nasıl hücum ettiklerini -storming-, tekneye güçlükle nasıl tırmandıklarını -clambering-, eylemcilerin nasıl gedik açarak -breaching-, kendilerini kurtardıkları az sayıda fakat tanımlayıcı fiillerle anlatabiliyor.
KAYBOLAN DİLLER
Dünyadaki 6000 dilin yaklaşık yarısı önümüzdeki yüzyılda yok olabilir. Böyle bir tehlike karşısında bilim adamları ellerini çabuk tutup, yok olma tehdidi altındaki diller hakkında mümkün olduğunca daha fazla bilgi toplamaya çabalıyor. SLOBIN, bu dillerin kullanılmaması durumunda, bu dillerle ilgili dünya görüşünün de yok olacağından kaygı duyuyor. BORODITSKY, de bu görüşü paylaşıyor: “Bazı diller çok farklı bir düşünce şekli yaratmış olabilir. Dünyayı farklı bir şekilde algılayan bu düşünce şekli de insanlık için çok yararlı olabilir, işin acı tarafı, bunun ne denli değerli bir hazine olduğunun farkında bile değiliz”
Kaynakça;
1. Oksay,
Reyhan; 30
Kasım 2002 tarihli New Scientist dergisinden çevrilmiştir. Cumhuriyet
Bilim-Teknik-848
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.