Harran - Harran Okulu


HARRAN, HARRAN OKULU VE HERMETİZM
Günümüzde Anadolu uygarlıkları dediğimiz zaman aklımıza Harran ender olarak gelir. Coğrafyamızda  Harran adeta unutulmuş bir noktadır. Oysa uygarlık tarihinde çok büyük rolü olan son derece önemli bir yerdir. Göbeklitepe'de 11,500 yıllık bir mabedin bulunduğunu ve Balıklıgöl'de 13,500 yıllık dünyanın en eski heykelinin bulunduğunu söylesek belki de şaşarsınız. Harran Üniversitesi Doçenti A. Cihat Kürkçüoğlu'ya göre uygarlık tarihi  (Harran'dan 45 kilometre mesafede olan) Urfa'da başladı. Mısır ve Sümer uygarlıklarının yaklaşık olarak 5,000 yıl önce başladığını düşünürsek bu yeni arkeolojik keşiflerin tarih anlayışımızı nasıl sarstığını anlayabiliriz.
Harran yerleşiminin M.Ö. 2000 yılında Ur şehrinin bir ticari kolu olarak kurulduğuna inanılır. Harran'ın Sümerce veya Akatça kervan veya geçit yeri anlamına gelen "Harran-U” kelimesinden türediği düşünülmektedir. Tevrat'a göre Hz. İbrahim ana yurdu olan Ur (bunun Urfa olduğunu iddia edenler de var) şehrini terk ettikten sonra bir süre Harran'da kalmıştı. Ayrıca Harran ismini Hz. İbrahim'in kardeşi Bilge Harran'dan aldığına dair iddialar varsa da bunun isim benzerliğinden başka bir kanıtı yoktur. Tevrat'ta ayrıca Hz. İbrahim'in babası Terah'ın Harran'da ölüp gömüldüğü, Hz. İbrahim'in aile fertlerinden bazılarının bu şehri bırakıp ayrıldıktan sonra oğlu İshak'a bir gelin temin etmek için bir hizmetkârını bu şehre gönderdiği kaydedilmiştir. 
Harran’ın içinde yer aldığı bölge Roma döneminde Osrhoene, Araplar tarafından da el-Cezire olarak adlandırılmıştır. Bunun sebebi bu bölgede yer alan ovaların Fırat ve Dicle nehirlerinin kuzey kısımlarıyla çevrelenmiş olmasıdır. Bölge İslam fetihlerinden önce üç kısma ayrılmaktaydı:
Diyar-ı Rabia,
Diyar-ı Mudar,
Diyar-ı Bekr.
Bu isimler İslam öncesi dönemde Sasaniler tarafından yerleştirilen üç Arap kavmi olan Rabia, Mudar ve Bekr’den gelmektedir.
Yeryüzünün en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Harran’ın, Asur ve Kalde dillerinde ‘YOL’, Arapçada sıcaklık anlamına gelen HARR kelimesinden geldiği kabul edilmektedir. Bazı rivayetlere göre Nuh Tufanı’ndan sonra kurulan ilk şehirdir. Yeni buluntularla M.Ö 6000’lere kadar çıkan Harran’dan tarihi kaynaklarda ilk defa M.Ö 2000 başlarına ait Kültepe ve Mari tabletlerinde bahsedilir. M.Ö II. binin sonlarında bu bölgeye Arap Yarımadası kökenli Aramiler göç etmişlerdir.
Harran bölgesi M.Ö.857 yılında II. Salmanasar devrinde Asur Devleti’ne bağlandı. Babil Devleti’nin sınırları içerisine M.Ö.610 yılında girdi. Bölgeye M.Ö lV. Asırda gelen Yunanlılar buraya Hellenizm’i getirmişlerdir. İran’da M.Ö.137 yılında kurulan Arsakitler bu bölgeyi ele geçirdi. Lucius Verus zamanında M.S.163-164 yıllarında bölge Romalıların eline geçti. Halife Ömer döneminde İyad b. Ganem tarafından Harran, İslam Devleti’nin egemenliğine girdi.
Essiz bir tarihi geçmiş ve toprakların verimliliği, sularının bolluğu, ayrıca doğu ve batı dünyası ile bağlantı kurmaya müsait olan jeopolitik konum dolaysıyla Harran, tarih boyunca, çevrede yaşayan ve büyük devlet kuran savaşçı kavimlerin hırslarını kamçılamış ve dikkatleri üzerine toplamıştır. Bölge denizden azami ortalama 500-800 metre yüksekliği ve dört tarafı çeviren Fırat'ın muhtelif kollarıyla sulanan bölge tarih boyunca her yönden gelebilecek saldırılara karşı açık kalmıştır. Yörenin iklimi, karasaldır. Yıllık ortalama sıcaklık 18 derece dolaylarındadır. Kışları soğuk geçmeyen yörenin yağışları genellikle yağmur şeklinde olup bunun önemli miktarı kış aylarında yağmaktadır. Bitki örtüsü steptir.
Harran İslam inancından önce Pagan ( Yunanca; köylü demektir ), Sin, Yıldız-Gezegen Kültü, Sabiilik, Gnostizm, Daysanizm gibi köklü bir kültür yapısı olan bölgede felsefi okullarda birçok bilgin eserleriyle ön plana çıkmıştır. Kent ikinci Halife Ömer döneminde İslam egemenliği altına girmiş, yöreyi sahabe İyad b. Ganem M.S.639’da fethetmiştir. Urfa ve çevresi Emevi döneminde de cazibesinden bir şey kaybetmemiş, özellikle son dönemde Emevilerin merkezi haline gelmiştir. Emevilerden sonra Abbasiler devrinde bölge bilim yapısıyla ön plana çıkmıştır. Bu dönemde yörede yetişen bilim adamları İslam medeniyetinin oluşmasında etkili olmuşlardır. Bu dönemde İslamlaşma hızlı bir şekilde başlamış olup Müslüman bilginler kentteki bu kültürel dokudan yararlanarak İslam kültür ve medeniyetine katkı sağlamışlardır. Bu yapısıyla zaman, zaman bölge Hıristiyan saldırılarına maruz kalmış hatta belli zaman aralıklarında Haçlı Kontluğu devleti de kurulmuştur.
Bu nedenle bölge Hıristiyan dünyasının ilgi alanı olmuştur. Bölgenin önemini artıran bir başka neden de çevre okulların ve bu okullardaki hocaların Harran’a taşınmış olmalarıdır. Aslında bu bilgi göçü Harran’ın kültürel dokusuna zenginlik katmıştır.
Harran’ın din, ticaret, ziraat ve bilim merkezi oluşuna katkı sağlayan unsurlardan bir de çevre bölgelerdeki din, felsefe, astroloji ve tıp gibi konularda eğitim veren okullar Harran yerleşim alanı ve Harran Okulunun gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu okullardan İskenderiye Okulu Harran’ın çevre okullardan etkilendiğine güzel bir örnektir.
Harran eğitim-öğretim faaliyetlerinin kurumsallaştığı ilk kentlerden biridir. Harran Okulu İslamiyet’ten önce tıp, astronomi, fizik, matematik, eski Yunan ve Süryani eserin tercüme edilmesi ile ön plana çıkmıştır. Harran’ın dünyanın en eski bilim merkezlerinden biri olması tıp, astronomi, matematik, eski Yunan ve Süryanice eserlerin tercüme edilmesi ve diğer müspet bilimlerle tanınması ve İslam sonrasında da İslam dünyasını aydınlatacak bilimlerin okutulmaya başlanmasına borçludur.
Harran’ın gelişimine katkı sağlayan bir unsurda yolların kavşak noktası oluşudur. Harran tarih boyunca ticaret için ileri bir karakol olarak kullanılmıştır. Bu konumuyla Harran, doğu ile batı arasında bir düğüm noktasıdır. Bu konumunun bir sonucu olarak kent hem kültürel hem de iktisadi açıdan önemini ilkçağ ve ortaçağ boyunca sürdürmüştür.
Bölgenin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesinden sonra, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Harranlılar arasında yazgı ve özgür irade ile ilgili tanrıbilimsel ve felsefi tartışmalar meydana gelmiştir. Hıristiyanlara göre, insan özgürdür ve etkinliklerinde de yine özgürdür. Bu düşünce o dönemde gelişmekte olan Mutezile bilginlerini etkilemiş gibi görünmektedir. Diğer tarafın görüşüne yani Harranlılara göre ise; “ meydana gelen her şey, Allah’ın takdir etmesi ve gök cisimleri tarafından yönetilen yazgı ile meydana gelir” görüşüdür. İnsan etkinliklerinde özgür değildir. Bu düşünce de İslam düşüncesinde o dönem varlığını sürdüren Cebriye mezhebini ve Emevi halifelerinin desteklediği düşünceleri etkilemişe benzemektedir.
Harranlılar Aramice (Süryanicenin atası diyebiliriz) konuşuyorlardı. Yıldızların ruh sahibi olduğu ve tanrı ile insan arasında aracı olduğu inancına sahiptiler. Bu nedenle yıldızlar için törenler ve heykeller meydana getirmiş, yıldızlara insan ve hayvanları kurbanlar olarak sunmuşlardır. Harranlıların inşa ettiği heykeller, belirli geometrik ölçülerle yapılıyordu. Bu nedenle astronomi ve geometride çok önemli çalışmalar yapmışlardır.
Harran’da kurulan akademi, İskenderiye’den Antakya’ya göç eden akademinin bir devamıydı. Bu akademiyi Antakya’dan Harran’a taşıyan biri Harranlı diğeri Mervli olan iki bilgindi. Bu akademide yetişmiş önemli filozoflar şunlardır: Teodor Ebu-Qurra, Yakubi ruhbanlardan Teodosiyos Romanos (öl. 896), İslam düşünürlerinden Farabi’ye de hocalık yapan ünlü Hıristiyan tanrıbilimcisi Yuhanna Bar-Haylan (860-920) ve en önemlisi de daha sonra Bağdat’a taşınacak akademide bir çok önemli çeviri etkinliğine katkıda bulunan ve bir çok önemli felsefi eser bırakan Sabii kökenli Sabit Bar-Qurra (821-901) ve onun oğlu Sinan Bar-Sabit Qurra’dır.
Akademide öğrenci üç aşamalı bir eğitimden geçirilirdi. Birinci aşamada çocuk küçük yaşta okula alınır, gizemler bilgisine sahip olsun diye belli bir eğitim programından geçirilirdi. İlk olarak Süryanice, Yunanca ve Arapça dillerine sahip olmaları sağlanırdı. İkinci aşamada edebiyat dersleri ile beraber matematik, astronomi ve müzik dersleri verilirdi.
Matematik dersinin amacı, ileride felsefe ve ileri düzeyde astronomi dersleri ile tanışacak öğrencinin zihin etkinliğini geliştirmektir. Bu aşamanın sonunda öğrenci, Yunanca ve Süryaniceden Arapçaya kolaylıkla çeviri yapabilme düzeyine geliyor ve Öklid, Batlamyus gibi bilginlerin eserlerini anlayacak düzeye ulaşıyordu.
Üçüncü aşama ise, yüksek öğrenimin karşılığıydı. Bu aşamada öğrenci felsefe, tıp ve matematik dersleri alırdı. Yine bu aşamada öğrenci artık yavaş, yavaş küçük bilimsel eserler yazmaya başlıyordu. Yapıt basımı ve cilt işi de bu aşamada öğrenilirdi. Bu akademi tıpkı Platon’un Atina Akademisinde olduğu gibi kapısında “Kendini bilen, tanrısını bilir” ifadesi yazılıydı. Bu akademi yaklaşık olarak yarım yüzyıl etkinlik gösterdikten sonra Bağdat’a aktarılmıştır.
Başlangıçta Müslümanlar temel kaynaklara hakim değildiler; onların Antikçağ Yunan felsefesi ve Aristo mantığı ile ilk temasları Yunancayı bilmediklerinden, dolaylı yollardan olmuştur. Bu ara dönemde, Yunan felsefe ve mantığının İslam dünyasına girişinde Süryanilerin etkin olduğu bir gerçektir. Hıristiyanlığın Roma'da resmi din olarak kabul edilmesinden sonra, bu dinle çelişkili görülen felsefe ve felsefeyle ilgili bilimler gözden düşmüşler; Roma ve Atina felsefe okulları zayıflamışlardı.
Bizans’ın takibinden kaçan Nasturili bilginler ve felsefeciler buraya sığınmışlardır. Justinianus 529 yılında Atina'daki Akademiyi kapattırınca buradaki putperest filozofların çoğu İran'a gelmişlerdir. Bu sırada başta Aristo'nun eserleri olmak üzere Yunanca ve Sanskritçeden, Pehlevi (Eski İran dili) diline çok miktarda tercüme yapıldı. İşte bu tercümeler Abbasilerin ilk dönemlerindeki Yunanca tercüme hareketinin gelişmesine büyük katkıda bulundu.
İlk mantık kitabı yazanlar, Süryanilerdir. Onların mantık çalışmaları Arap diline tercüme edilmiştir. Bu tercümeler İslam mantığının gelişmesi yönünde bir hazırlık aşamasıdır. Süryani okullarında Aristo’nun "Organon" un ilk dört kitabı asıl kitapları oluşturur. Aristo'nun bu dört kitabı 9.Yüzyılın ilk yansında Arapçaya çevrilmiştir. Bu tercümeler bazen Süryaniceden bazen de Yunancadan yapılmıştır. Bu tercümeler yetersiz görüldüğü için daha sonra yeniden gözden geçirilmiş veya yeniden tercüme edilmiştir. Bu Arapça tercümeler İlk İslam mantıkçılarının zeminini oluşturmuştur. Süryaniler özellikle mantığa çok önem vermişler ve felsefeye dair pek çok tetkik, tercümeler meydana getirmişlerdir. Bu mantık çalışmaları orijinal olmaları bakımından değil, fakat Süryanilerin ileride (8.yüzyıl) Müslümanlara Aristo mantığını nakletmeleri bakımından önemlidir. Oysa Müslümanlar Süryanileri zamanla bu konuda oldukça geride bırakmışlar ve büyük başarı sağlamışlardır.
Harran Akademisi felsefi kimliğini, 529 yılında Justinianos İskenderiye’ye girip İskenderiye Okulunu dağıtınca buradan kaçan hocaların bir kısmının da Harran’a gelmesiyle kazanmıştır. Hemen burada şu bilgiyi de aktarmak istiyorum. Bazı kaynaklarda Müslümanların İskenderiye’yi fethettikten sonra (M.S.642) İskenderiye medresesi kapatılmış ve hocaların oradan kaçıp Harran ve diğer yerlere gittikleri ifade edilmektedir. Oysa bunun doğru olmadığı, Müslümanların Harran’ı 639 da İskenderiye yi 642 de, yani Harran’ı İskenderiye’den önce, fethettikleri düşünülürse, daha iyi anlaşılmaktadır.
Antikçağ Yunan mantığından Süryanice'ye ilk tercümeler Miladi beşinci asırda başlamaktadır. Bu dönemde "Kategoriler", "Önermeler" ve "Birinci Analitiklerin” ilk kısımları ders kitabı olarak okutuluyordu. Bu arada Porphyrios'un - İsagoji - adlı eseri mantık derslerinde bir giriş olarak ondan hiç ayrılmıyordu. Aristo felsefesi, özellikle de mantık disiplini Süryani düşünürleri daha çok cezb etmişti. Çünkü dini problemlerin kesinlik kazanması Aristo diyalektiğinin dini meselelerle birlikte yürütülmesinde görülmekteydi.
Görünüşe bakılırsa Süryaniler bir müdafaa vasıtası olarak gördükleri felsefenin bilhassa mantık disiplini ile ilgilenmekteydiler.
Fakat onlardaki Aristo mantığı 5. ve 8. asırlar arasında tam bir sistem teşkil etmiyordu. Çünkü Kilise bütün Aristo mantığını değil de sadece Kategoriler, Önermeler ve Birinci Analitiklerin 7. bölümüne kadar olan mantık konularına izin veriyor, bundan sonrakilere ise sınırlama koyuyordu. Bu nedenle bundan sonraki kitapların geçişi oldukça gecikmiştir. Doğu Hıristiyanları özellikle de Nasturiler İkinci Analitiklerin epistemolojisine karşı olumsuz bir tavır sergilediler. Aristo İkinci Analitiklerde bilimsel bilginin yapısını ortaya koymağa çalışmıştır. Ancak bunu, zorunlu önermelerden oluşan bir biçimde gerçekleştirmeğe çalışmıştır. Bu anlayış vahiy bilgisine bilimsel bilgi alanında hiçbir açık kapı bırakmadığından, diğer dini bilgi kaynaklarına bu sistem içinde yer olmadığından teolojik itirazlar söz konusu olmuştur. Bu durum İskenderiye’deki Hıristiyan felsefecilerin ve onların Süryani takipçilerinin Birinci Analitiklerin son kısımlarına, İkinci Analitiklere ve diğer sonraki kitaplara önem vermemesine yol açmıştır. Hıristiyanlığın baskısı sonucu başlangıçta bütün mantık konularını ele alamayan; daha sonra Müslümanların oluşturduğu hoşgörülü ve bilimci atmosferden dolayı Organon’un tümü üzerinde tercümeler ve incelemeler yapan Süryaniler, 8. asırdan itibaren varisi oldukları Yunan bilim ve felsefesini tümden Arapçaya naklettiler. Bu nakil Abbasiler zamanında oldukça hızlanmıştır.
İskenderiye Okulu bilindiği gibi Ammonias Sakkas (175-242) tarafından 200’lü yıllarda kurulmuş ve en önemli temsilcisi de, orada hakim felsefeyi oluşturan, Sakkas’ın öğrencisi Plotinus’tur. Yani yeni Eflatunculuk (Platon) İskenderiye Okuluna hakim bir düşünce durumundaydı. Dolayısıyla Justinianos’tan kaçıp Antakya’ya ya da Harran’a geçen filozoflar bu okullara yeni Eflatunculuk felsefesini taşımışlardır. İslam felsefesinin doğuşu ya da İslam dünyasına felsefenin girişi olarak kabul edilen miladi 700’lü yıllarda Harran, yerel Suriye kültürü, Yunan düşüncesi, daha yeni tanıştığı İslam dini ve öteden beri benimsedikleri kendilerine özgü, paganist bir inancının harmanlandığı bir kültürel harmoniye, ağırlıklı olarak da yeni Eflatuncu bir felsefe anlayışına sahipti. Dolayısıyla İslam filozoflarının karşılaştıkları Harran Akademisinin felsefi düşüncesinin, ana unsurunu, Yunan Yeni Eflatunculuk ( Nea Platon) felsefesi oluşturmaktaydı. Yani kendilerine özgü bir felsefe anlayışına sahip değillerdi. Bu da Harran Okulunun İslam filozoflarını etkilemesi bakımından önemli bir hareket noktasıdır.
Medeniyetler, insan türünün büyük fikir, emek, çile ve sıkıntıları üzerine bina edilmişlerdir. Hiçbir uygarlık bir öncekinden müstağni (ayrı - bağımsız) değildir. Bu bir anlamda fikir ve düşüncenin küresel aileleri olan toplum ve devletlerin birbirlerine ihtiyaçlarının kaçınılmaz olduğu gerçeğinin ifade edilmesidir. Her toplum ve devlet ötekinden yararlanmış ve kazanımlarının ekseriyetini bunun üzerine inşa etmiştir. Daha sonra kendi benliğini ve kimliğini mevcut kültürle harmanlamış, yoğurmuş ve öncelikle kendisi için, sonra da tüm insanlık için kullanıma hazır hale dönüştürmüştür.
Halife Me’mun’a kadar (750-813) olan çevirilerde çoğunlukla Hıristiyan, Yahudi, Müslüman ve diğer pagan kültürlerinden mütercimler görev almıştır. Tercüme faaliyetlerinde en heyecanlı ve istikrarlı olan Halife Me’mun’un bu aşkı, rüyasında Aristo’yla görüşmesiyle ilişkilendirilir. Bilim ve felsefenin Arapçaya nakli için Me’mun 830 yılında, Beytü’l-Hikme’yi (Hikmet Evi) inşa ettirir. Bu amaçla Bizans’tan kitaplar getirmeleri için heyetler gönderir.
Abbasilerde bilhassa Me'mun döneminden başlamak üzere 10. asrın sonlarına kadar birçok meşhur mütercimler yetişti. Süryaniceden, Farsçadan veya doğrudan doğruya Yunancadan Arapçaya çeşitli felsefi eserleri tercüme edecek olan mütercimler Bağdat da bulunuyor veya orada yetişiyordu.
Bağdat şehri 762 yılında Mansur tarafından inşa ettirildikten sonra, daha önce Antakya ve Harran Okullarında Hellenistik kültürle yetişmiş, Hıristiyanlığın çeşitli mezhepleri ve Sabiilik’e mensup birçok din ve bilim adamı özellikle Süryaniler Bağdat'a göç etmişlerdir. Önceleri yabancılar arasında eğitim dili Yunanca, Süryanice ve Farsça idi. Fakat sonra özellikle Mansur'un hilafeti zamanında Arapça Müslüman olmayan bu kimselerin de bilim dili haline dönüştü. İlk defa halife Mansur (754-755) zamanında Aristo'nun Organon'unun Arapçaya tercüme edilmesi istenmiştir.
Fars, Yunan, Süryani, Sabii, Kıbti ( Antik Mısırda Nubya dilidir. Nebatça ) ve Hintli bilginleri toplamış olan bu çeviri merkezi, Hipokrat ile İbn Sina’yı (ö.1037), Calinos (ö.201) ile Razi’yi (ö.925), Eflatun (ö.M.Ö.347) ile Kindi’yi (ö.866), Aristo (ö.M.Ö.322) ile Farabi’yi (ö.950), Öklid (ö.M.Ö.374) ve Harezmi’yi (ö.847), Pisagor ile Biruni’yi, Apollonus ile Battani’yi birbiriyle bilgelik geleneği içerisinde buluşturmuştur. Böylece bilgi kaynakları ve birikimleri bir araya gelmiştir.
Tercüme merkezindeki mütercimlere, verdikleri hizmet karşılığında iyi ücret ödeniyordu. Buna göre “ her kitaba karşılık ağırlığınca altın veriliyordu.” söylemi hiç de akıl dışı olmayabilir.
Mütercimlerde bilimsel anlayışın varlığı görülmektedir. Zira onlar, tercüme ettikleri dillerden birini iyi bilmezlerse, başkasına danışabilmişler veya her iki dile de vakıf olan bir bilgine kontrol ettirmekten çekinmemişlerdir.
Bununla beraber çeviri faaliyeti, salt bir nakliyatçılıkla sınırlı kalmamış, ilk orijinal eserlerin tetikleyicisi olmakla birlikte Müslüman bilginlerin yaratıcı ve üretici kabiliyet ve yetilerini göstermelerine fırsat vermiştir.
Çeviri faaliyetlerini, sadece Müslüman ailesiyle düşünmek ve sınırlandırmak haksızlıktır. Aslında bu hareket, küresel bir entelektüel çalışmanın ürünüdür. Farklı din, ırk, renk ve coğrafyadan elit bir tabakanın bilimsel ve felsefi etkinliğidir.
Özetle söylemek gerekirse yeni kurulan İslam toplumu yerini sağlamlaştırdıkça, güçlerini dışa dönük büyümeden çok içe dönük gelişme doğrultusunda kullanmıştır. Böylece, sanat ve bilimin gelişmesinde hayati bir yeri olan eğitim kurumları ortaya çıkmıştır. Özellikle felsefe, fen ve matematik bilimleriyle uğraşan önemli ilk merkez, 815 yılında Bağdat'ta Halife Me'mun tarafından kurulan Beytül-hikme’dir; bir kütüphanesi ve bir rasathanesi vardır. Devlet hazinesinden desteklenen bu ünlü okul birçok bilim adamı ve araştırmacıyı, özellikle yetkin mütercimleri bünyesinde toplamıştır. Bunlar, Grek bilim ve felsefe literatürünün neredeyse tamamını Arapçaya çevirmişler ve böylece bu literatürün İslam dünyasında özümsenmesi için zemin hazırlamışlardır.
Antik dünyanın önemli eğitim merkezlerinden biri olan Atina Okulunun milattan sonra 529 yılında Hıristiyanlığı resmi din olarak benimseyen Justinianus tarafından pagan görüşleri savunduğu gerekçesiyle kapatılması ilk etapta talihsizlik gibi görünürken, aslında felsefe tarihinin sürekliliği ve gelişiminde büyük öneme sahip olan yeni bir translatio studiorum (öğretimin aktarımı) faaliyetinin hazırlayıcısı olmuştur.
Atina Okulu kapatılınca; bu okula mensup filozoflar, Bizans İmparatorluğundan kaçarak, Sasani İmparatorluğuna sığınmışlar (531) ve resmi izne tabi olmamakla birlikte yeni bir felsefi hareketliliğe ve oluşuma kaynaklık etmişlerdir. O dönemde İran hükümdarı olan Hüsrev’in Justinianus’un aksine felsefeye ilgisi vardı. Bu nedenle o, Roma’dan kaçan filozoflara kucak açtı ve onların güvenliklerini teminat altına aldı.
Böylece pagan felsefenin mühim filozoflarının görüş ve düşünceleri, Atinalı filozoflar aracılığıyla kısmen yer değiştirmiş, doğal olarak baskın kültürün etkisiyle zenginleştirilmiş ve daha sonraları Helenistik felsefe olarak adlandırılacak olan yeni bir felsefe doğmuştur.
Ammonius’un İskenderiye’deki Okulunun bir devamı olduğu ifade edilen Harran Okulu, hem genel felsefe hem de İslam felsefesi tarihinde müstesna bir değere sahiptir. Öyle ki Urfa yakınlarında bulunan Harran, tarihte felsefeye adanmış tek şehir gibidir. Kuşkusuz bunda Atina’dan ayrılan filozoflardan biri olan Simplicius’un Perslerle Romalılar arasında imzalanan barış antlaşmasının bir maddesi gereğince Sasani İmparatorluğundan ayrılmak zorunda kalarak Harran'a yerleşmiş olmasının da bir payı olmalıdır.
Harranlı mütercimler, İslam toplumu tarafından kabul edilmişlerdir. Böylece onlara sadece Yeni Eflatunculuğun kalıbını diriltmek değil, İslam ve Kuran metafiziğine dair felsefi bir yorum sunma fırsatı da doğmuştur. Harran’ın dini felsefesi; doğudaki İslam Filozoflarının, genelde Yunan’ı özelde ise Aristo’yu okurken faydalandıkları bir felsefe haline geldi. İslam filozofları, bunu yaparken Aristo’yu anlamak için değil Harranlılardan alıp, İslami bir renge boyadıkları ilahi bilgiyi rasyonellik ve kabul edilebilirlilik kazandırmak için kullanıyorlardı.
İslam felsefesinin en özgün filozofu kabul edilen Farabi’ye, mesela Aristo’yla Eflatun’un görüşlerinin uzlaştırma girişimlerinde, öncülük yaptığı dile getirilmektedir. Bilindiği gibi Farabi, bu konuda müstakil bir esere sahiptir.
İslam Filozoflarından Farabi, dil ve bilimlerde daha fazla bilgilenmek için o dönemin Buhara, Semerkant, Merv gibi bilim ve kültür merkezlerinden başlayarak Bağdat’a kadar devam edecek bir seyahat yapmıştır. Farabi, Bağdat’ta Ebu Bişr Metta b. Yunus’tan mantık okuduktan sonra Harranlı Yuhanna b. Haylan’dan da bir müddet mantık ve felsefe dersleri almıştır. Kendisi bu dönemlerde Dimaşk (Şam), Halep ve Mısır’a da gitmiştir. Bizim açımızdan önemli olan husus, Farabi’nin başta Harran olmak üzere gezmiş olduğu bu yerlerin Helenistik düşüncenin önemli merkezleri oluşudur.
İslam dünyasının Harran kültürü ile karşılaştığı dönemi ele aldığımızda karşımıza Eflatun’un ruhçuluğu, Babil’in astronomisi, İran’ın irfanını içinde barındıran bir felsefe çıkmaktadır. Bugün “şark ruhu” diye bilinen etkileri içinde bulunduran işte bu felsefedir. Müslüman idareciler, buradaki bilimsel faaliyetlere bir sınırlama getirmedikleri gibi, buradaki bilim faaliyetlerin devamına da zemin hazırlamışlardır.
Harran’ın Hermetik düşünceye ev sahipliği yapmış olması, bizi, bu düşünceye eserlerinde yer veren Sühreverdi’nin (İşarilik – bir tür sezgicilik akımının kurucusu – ehl-i sünnet itikatına ters olan Ortadoğu sufizminin kaynağıdır diyebiliriz) buradan etkilenmiş olduğu sonucuna yöneltmektedir. Sühreverdi’nin bu kaynaktan etkilenmesi düşünürün, daha ziyade Hermetik bilginin yurdu olarak ifade edebileceğimiz Harran ve civarına yaptığı seyahatler sayesinde gerçekleşmiş olabilir. Yani onun, hem gençlik yıllarına bağlı olarak, hem de eserlerini kaleme aldığı esnada seyahat ettiği Hermetik bilgi çevrelerinin etkisinde kalarak, Hermetizm’den istifade etmiş olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.
Ayrıca bu kültürden İbni Sina gibi İslam felsefecileri de etkilenmiştir. Zaten çeşitli araştırmalarda da ortaya koyulduğu gibi, İslam dünyası Hermetik kültürden haberdardı ve yaşadığı coğrafya itibariyle Sühreverdi’nin de bu kültürel birikimden haberinin olması son derece doğaldır.
Eserlerini incelediğimizde bizzat Sühreverdi, felsefede Hermes’i önder olarak seçtiğini vurgulamış ve temel eseri Hikmetü’l-İşrak’ta Hermes’i filozofların ileri gelenlerinden biri olarak ifade etmiştir. Sühreverdi, sadece kendisi için değil, bütün filozoflar için Hermes’ifilozofların babası” olarak takdim etmiş ve bu yolda onun güvenilirliğine yer vermiştir.

Kaynakçalar

1.     Cizre doğumlu Müslüman tarihçi Ali ibn el-Esir d. 1160- ö 1233 "Al-Kamil fi al-Tarikh" kitabında
2.     Şamlı tarihçi ve siyasetçi Hamza ibn Asad Ebu Ya'la ibn El-Kalansi, d. 1070 - ö. 18 Mart 1160
3.     1234 Vakainame (Latince: Anonymi auctoris Chronicon ad annum Christi 1234 pertinens) ismi bilinmeyen ama olasılıkla Urfalı bir papaz veya kesiş tarafından bati Süryanice yazılmış evren'in yaratılısından 1234’e kadar gelen bir evrensel tarihtir ama tamı elimizde olmayıp parçalar halindedir. Bacharach, p.164. ( İlk Haçlı tarihçisi ve daha sonra Aachen katedrali rahibi).
4.     Maalouf, Amin (çev. Mehmet Ali Kılıçbay) (1998),Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, İstanbul: Telos Yayıncılık ISBN 975-545-092-0 say.71
5.     Surlu William (1130-1185) Sur başpiskoposu ve ortaçağın ve Haçlıların tarihi olay yazarı.
6.     Maalouf, Amin (çev. Mehmet AliKılıç bay) (1998),Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, İstanbul: Telos Yayıncılık ISBN 975-545-092-0
7.     Raoul (de Caen), (İngilizce'ye çeviren ve haz.: Bernard S.Bachrach ve David S.Bachrach ) (2005) The Gesta Tancredi of Ralph of Caen: A History of the Normans on the First Crusade, Burlington VT: Ashgate Publishing ISBN 0-7546-3710-7 0754637107 Online edisyonu (İngilizce)
8.     Sur'lu William, (İngilizceye çeviren: E.A.Babcock ve A.C.Krey) (1943), A History of Deeds Done Beyond the Sea, Columbia University Press (İngilizce)
9.     Ibn al-Athir, Izz al-Din (İngilizce'ye çeviren: Donald. S. Richards) (2008) The Chronicle of Ibn al-Athir for the Crusading Period from al-Kamil, Burlington VT: Ashgate Publishing ISBN 0754640787. Online referans (İngilizce)
10.                        Kemal Menemencioğlu,  Consensus Dergisi, Ekim sayısı.
11.                       METE EKİNCİ – BARIŞ SARAÇ; Konferans metninden


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İnsan doğuştan kötü müdür?

İnsan doğuştan kötü müdür? “ Her ne arar isen, kendinde ara.” Hacı Bektaşı Veli ” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varl...