HARRAN, HARRAN OKULU VE HERMETİZM
Günümüzde
Anadolu uygarlıkları dediğimiz zaman aklımıza Harran ender olarak gelir.
Coğrafyamızda Harran adeta unutulmuş bir noktadır. Oysa uygarlık
tarihinde çok büyük rolü olan son derece önemli bir yerdir. Göbeklitepe'de
11,500 yıllık bir mabedin bulunduğunu ve Balıklıgöl'de 13,500 yıllık dünyanın
en eski heykelinin bulunduğunu söylesek belki de şaşarsınız. Harran
Üniversitesi Doçenti A. Cihat Kürkçüoğlu'ya göre uygarlık tarihi
(Harran'dan 45
kilometre mesafede olan) Urfa'da başladı. Mısır ve Sümer
uygarlıklarının yaklaşık olarak 5,000 yıl önce başladığını düşünürsek bu yeni
arkeolojik keşiflerin tarih anlayışımızı nasıl sarstığını anlayabiliriz.
Harran
yerleşiminin M.Ö. 2000 yılında Ur şehrinin bir ticari kolu olarak kurulduğuna
inanılır. Harran'ın Sümerce veya Akatça kervan veya geçit yeri anlamına gelen
"Harran-U” kelimesinden türediği düşünülmektedir. Tevrat'a göre Hz.
İbrahim ana yurdu olan Ur (bunun Urfa olduğunu iddia edenler de var) şehrini
terk ettikten sonra bir süre Harran'da kalmıştı. Ayrıca Harran ismini Hz.
İbrahim'in kardeşi Bilge Harran'dan aldığına dair iddialar varsa da bunun isim
benzerliğinden başka bir kanıtı yoktur. Tevrat'ta ayrıca Hz. İbrahim'in babası
Terah'ın Harran'da ölüp gömüldüğü, Hz. İbrahim'in aile fertlerinden bazılarının
bu şehri bırakıp ayrıldıktan sonra oğlu İshak'a bir gelin temin etmek için bir
hizmetkârını bu şehre gönderdiği kaydedilmiştir.
Harran’ın
içinde yer aldığı bölge Roma döneminde Osrhoene, Araplar tarafından da
el-Cezire olarak adlandırılmıştır. Bunun sebebi bu bölgede yer alan ovaların
Fırat ve Dicle nehirlerinin kuzey kısımlarıyla çevrelenmiş olmasıdır. Bölge
İslam fetihlerinden önce üç kısma ayrılmaktaydı:
Diyar-ı Rabia,
Diyar-ı Mudar,
Diyar-ı Bekr.
Bu
isimler İslam öncesi dönemde Sasaniler tarafından yerleştirilen üç Arap kavmi
olan Rabia, Mudar ve Bekr’den gelmektedir.
Yeryüzünün
en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Harran’ın, Asur ve Kalde dillerinde ‘YOL’,
Arapçada sıcaklık anlamına gelen HARR kelimesinden geldiği kabul edilmektedir.
Bazı rivayetlere göre Nuh Tufanı’ndan sonra kurulan ilk şehirdir. Yeni
buluntularla M.Ö 6000’lere kadar çıkan Harran’dan tarihi kaynaklarda ilk defa
M.Ö 2000 başlarına ait Kültepe ve Mari tabletlerinde bahsedilir. M.Ö II. binin
sonlarında bu bölgeye Arap Yarımadası kökenli Aramiler göç etmişlerdir.
Harran
bölgesi M.Ö.857 yılında II. Salmanasar devrinde Asur Devleti’ne bağlandı. Babil
Devleti’nin sınırları içerisine M.Ö.610 yılında girdi. Bölgeye M.Ö lV. Asırda gelen
Yunanlılar buraya Hellenizm’i getirmişlerdir. İran’da M.Ö.137 yılında kurulan
Arsakitler bu bölgeyi ele geçirdi. Lucius Verus zamanında M.S.163-164
yıllarında bölge Romalıların eline geçti. Halife Ömer döneminde İyad b. Ganem
tarafından Harran, İslam Devleti’nin egemenliğine girdi.
Essiz
bir tarihi geçmiş ve toprakların verimliliği, sularının bolluğu, ayrıca doğu ve
batı dünyası ile bağlantı kurmaya müsait olan jeopolitik konum dolaysıyla
Harran, tarih boyunca, çevrede yaşayan ve büyük devlet kuran savaşçı kavimlerin
hırslarını kamçılamış ve dikkatleri üzerine toplamıştır. Bölge denizden azami
ortalama 500-800 metre
yüksekliği ve dört tarafı çeviren Fırat'ın muhtelif kollarıyla sulanan bölge
tarih boyunca her yönden gelebilecek saldırılara karşı açık kalmıştır. Yörenin
iklimi, karasaldır. Yıllık ortalama sıcaklık 18 derece dolaylarındadır. Kışları
soğuk geçmeyen yörenin yağışları genellikle yağmur şeklinde olup bunun önemli
miktarı kış aylarında yağmaktadır. Bitki örtüsü steptir.
Harran
İslam inancından önce Pagan ( Yunanca; köylü demektir ), Sin, Yıldız-Gezegen
Kültü, Sabiilik, Gnostizm, Daysanizm gibi köklü bir kültür yapısı olan bölgede
felsefi okullarda birçok bilgin eserleriyle ön plana çıkmıştır. Kent ikinci
Halife Ömer döneminde İslam egemenliği altına girmiş, yöreyi sahabe İyad b.
Ganem M.S.639’da fethetmiştir. Urfa ve çevresi Emevi döneminde de cazibesinden
bir şey kaybetmemiş, özellikle son dönemde Emevilerin merkezi haline gelmiştir.
Emevilerden sonra Abbasiler devrinde bölge bilim yapısıyla ön plana çıkmıştır.
Bu dönemde yörede yetişen bilim adamları İslam medeniyetinin oluşmasında etkili
olmuşlardır. Bu dönemde İslamlaşma hızlı bir şekilde başlamış olup Müslüman
bilginler kentteki bu kültürel dokudan yararlanarak İslam kültür ve
medeniyetine katkı sağlamışlardır. Bu yapısıyla zaman, zaman bölge Hıristiyan
saldırılarına maruz kalmış hatta belli zaman aralıklarında Haçlı Kontluğu devleti de kurulmuştur.
Bu
nedenle bölge Hıristiyan dünyasının ilgi alanı olmuştur. Bölgenin önemini
artıran bir başka neden de çevre okulların ve bu okullardaki hocaların Harran’a
taşınmış olmalarıdır. Aslında bu bilgi göçü Harran’ın kültürel dokusuna
zenginlik katmıştır.
Harran’ın
din, ticaret, ziraat ve bilim merkezi oluşuna katkı sağlayan unsurlardan bir de
çevre bölgelerdeki din, felsefe, astroloji ve tıp gibi konularda eğitim veren
okullar Harran yerleşim alanı ve Harran Okulunun gelişmesine katkı sağlamıştır.
Bu okullardan İskenderiye Okulu
Harran’ın çevre okullardan etkilendiğine güzel bir örnektir.
Harran
eğitim-öğretim faaliyetlerinin kurumsallaştığı ilk kentlerden biridir. Harran
Okulu İslamiyet’ten önce tıp, astronomi, fizik, matematik, eski Yunan ve
Süryani eserin tercüme edilmesi ile ön plana çıkmıştır. Harran’ın dünyanın en
eski bilim merkezlerinden biri olması tıp, astronomi, matematik, eski Yunan ve
Süryanice eserlerin tercüme edilmesi ve diğer müspet bilimlerle tanınması ve
İslam sonrasında da İslam dünyasını aydınlatacak bilimlerin okutulmaya
başlanmasına borçludur.
Harran’ın
gelişimine katkı sağlayan bir unsurda yolların kavşak noktası oluşudur. Harran
tarih boyunca ticaret için ileri bir karakol olarak kullanılmıştır. Bu
konumuyla Harran, doğu ile batı arasında bir düğüm noktasıdır. Bu konumunun bir
sonucu olarak kent hem kültürel hem de iktisadi açıdan önemini ilkçağ ve ortaçağ
boyunca sürdürmüştür.
Bölgenin
Müslümanlar tarafından ele geçirilmesinden sonra, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve
Harranlılar arasında yazgı ve özgür irade ile ilgili tanrıbilimsel ve felsefi
tartışmalar meydana gelmiştir. Hıristiyanlara göre, insan özgürdür ve
etkinliklerinde de yine özgürdür. Bu düşünce o dönemde gelişmekte olan Mutezile bilginlerini etkilemiş gibi
görünmektedir. Diğer tarafın görüşüne yani Harranlılara göre ise; “ meydana gelen her şey, Allah’ın takdir
etmesi ve gök cisimleri tarafından yönetilen yazgı ile meydana gelir” görüşüdür. İnsan etkinliklerinde özgür değildir.
Bu düşünce de İslam düşüncesinde o dönem varlığını sürdüren Cebriye mezhebini ve Emevi
halifelerinin desteklediği düşünceleri etkilemişe benzemektedir.
Harranlılar
Aramice (Süryanicenin atası
diyebiliriz) konuşuyorlardı. Yıldızların ruh sahibi olduğu ve tanrı ile insan
arasında aracı olduğu inancına sahiptiler. Bu nedenle yıldızlar için törenler
ve heykeller meydana getirmiş, yıldızlara insan ve hayvanları kurbanlar olarak sunmuşlardır.
Harranlıların inşa ettiği heykeller, belirli geometrik ölçülerle yapılıyordu.
Bu nedenle astronomi ve geometride çok önemli çalışmalar yapmışlardır.
Harran’da
kurulan akademi, İskenderiye’den Antakya’ya göç eden akademinin bir devamıydı.
Bu akademiyi Antakya’dan Harran’a taşıyan biri Harranlı diğeri Mervli
olan iki bilgindi. Bu akademide yetişmiş önemli filozoflar şunlardır: Teodor Ebu-Qurra, Yakubi ruhbanlardan Teodosiyos Romanos (öl. 896), İslam
düşünürlerinden Farabi’ye de hocalık
yapan ünlü Hıristiyan tanrıbilimcisi Yuhanna
Bar-Haylan (860-920) ve en önemlisi de daha sonra Bağdat’a taşınacak
akademide bir çok önemli çeviri etkinliğine katkıda bulunan ve bir çok önemli
felsefi eser bırakan Sabii kökenli Sabit Bar-Qurra (821-901) ve onun oğlu Sinan Bar-Sabit Qurra’dır.
Akademide
öğrenci üç aşamalı bir eğitimden geçirilirdi. Birinci aşamada çocuk küçük yaşta
okula alınır, gizemler bilgisine sahip olsun diye belli bir eğitim programından
geçirilirdi. İlk olarak Süryanice, Yunanca ve Arapça dillerine sahip olmaları
sağlanırdı. İkinci aşamada edebiyat dersleri ile beraber matematik, astronomi
ve müzik dersleri verilirdi.
Matematik
dersinin amacı, ileride felsefe ve ileri düzeyde astronomi dersleri ile
tanışacak öğrencinin zihin etkinliğini geliştirmektir. Bu aşamanın sonunda
öğrenci, Yunanca ve Süryaniceden Arapçaya kolaylıkla çeviri yapabilme düzeyine
geliyor ve Öklid, Batlamyus gibi bilginlerin eserlerini
anlayacak düzeye ulaşıyordu.
Üçüncü
aşama ise, yüksek öğrenimin karşılığıydı. Bu aşamada öğrenci felsefe, tıp ve
matematik dersleri alırdı. Yine bu aşamada öğrenci artık yavaş, yavaş küçük
bilimsel eserler yazmaya başlıyordu. Yapıt basımı ve cilt işi de bu aşamada
öğrenilirdi. Bu akademi tıpkı Platon’un Atina Akademisinde olduğu gibi
kapısında “Kendini bilen, tanrısını
bilir” ifadesi yazılıydı. Bu akademi yaklaşık olarak yarım yüzyıl etkinlik
gösterdikten sonra Bağdat’a aktarılmıştır.
Başlangıçta
Müslümanlar temel kaynaklara hakim değildiler; onların Antikçağ Yunan felsefesi
ve Aristo mantığı ile ilk temasları Yunancayı bilmediklerinden, dolaylı
yollardan olmuştur. Bu ara dönemde, Yunan felsefe ve mantığının İslam dünyasına
girişinde Süryanilerin etkin olduğu bir gerçektir. Hıristiyanlığın Roma'da
resmi din olarak kabul edilmesinden sonra, bu dinle çelişkili görülen felsefe
ve felsefeyle ilgili bilimler gözden düşmüşler; Roma ve Atina felsefe okulları
zayıflamışlardı.
Bizans’ın
takibinden kaçan Nasturili bilginler
ve felsefeciler buraya sığınmışlardır. Justinianus
529 yılında Atina'daki Akademiyi kapattırınca buradaki putperest filozofların
çoğu İran'a gelmişlerdir. Bu sırada başta Aristo'nun eserleri olmak üzere
Yunanca ve Sanskritçeden, Pehlevi (Eski
İran dili) diline çok miktarda tercüme yapıldı. İşte bu tercümeler Abbasilerin
ilk dönemlerindeki Yunanca tercüme hareketinin gelişmesine büyük katkıda
bulundu.
İlk
mantık kitabı yazanlar, Süryanilerdir. Onların mantık çalışmaları Arap diline
tercüme edilmiştir. Bu tercümeler İslam mantığının gelişmesi yönünde bir
hazırlık aşamasıdır. Süryani okullarında Aristo’nun
"Organon" un ilk dört
kitabı asıl kitapları oluşturur. Aristo'nun bu dört kitabı 9.Yüzyılın ilk
yansında Arapçaya çevrilmiştir. Bu tercümeler bazen Süryaniceden bazen de
Yunancadan yapılmıştır. Bu tercümeler yetersiz görüldüğü için daha sonra
yeniden gözden geçirilmiş veya yeniden tercüme edilmiştir. Bu Arapça tercümeler
İlk İslam mantıkçılarının zeminini oluşturmuştur. Süryaniler özellikle mantığa
çok önem vermişler ve felsefeye dair pek çok tetkik, tercümeler meydana
getirmişlerdir. Bu mantık çalışmaları orijinal olmaları bakımından değil, fakat
Süryanilerin ileride (8.yüzyıl) Müslümanlara Aristo mantığını nakletmeleri
bakımından önemlidir. Oysa Müslümanlar Süryanileri zamanla bu konuda oldukça
geride bırakmışlar ve büyük başarı sağlamışlardır.
Harran Akademisi
felsefi kimliğini, 529 yılında Justinianos
İskenderiye’ye girip İskenderiye Okulunu dağıtınca buradan kaçan hocaların bir
kısmının da Harran’a gelmesiyle kazanmıştır. Hemen burada şu bilgiyi de
aktarmak istiyorum. Bazı kaynaklarda Müslümanların İskenderiye’yi fethettikten
sonra (M.S.642) İskenderiye medresesi
kapatılmış ve hocaların oradan kaçıp Harran ve diğer yerlere gittikleri ifade
edilmektedir. Oysa bunun doğru olmadığı, Müslümanların Harran’ı 639 da
İskenderiye yi 642 de, yani Harran’ı İskenderiye’den önce, fethettikleri
düşünülürse, daha iyi anlaşılmaktadır.
Antikçağ
Yunan mantığından Süryanice'ye ilk
tercümeler Miladi beşinci asırda başlamaktadır. Bu dönemde "Kategoriler", "Önermeler"
ve "Birinci Analitiklerin” ilk
kısımları ders kitabı olarak okutuluyordu. Bu arada Porphyrios'un - İsagoji
- adlı eseri mantık derslerinde bir giriş olarak ondan hiç ayrılmıyordu. Aristo
felsefesi, özellikle de mantık disiplini Süryani düşünürleri daha çok cezb
etmişti. Çünkü dini problemlerin kesinlik kazanması Aristo diyalektiğinin dini
meselelerle birlikte yürütülmesinde görülmekteydi.
Görünüşe
bakılırsa Süryaniler bir müdafaa vasıtası olarak gördükleri felsefenin bilhassa
mantık disiplini ile ilgilenmekteydiler.
Fakat
onlardaki Aristo mantığı 5. ve 8. asırlar arasında tam bir sistem teşkil
etmiyordu. Çünkü Kilise bütün Aristo mantığını değil de sadece Kategoriler,
Önermeler ve Birinci Analitiklerin 7. bölümüne kadar olan mantık konularına
izin veriyor, bundan sonrakilere ise sınırlama koyuyordu. Bu nedenle bundan
sonraki kitapların geçişi oldukça gecikmiştir. Doğu Hıristiyanları özellikle de
Nasturiler İkinci Analitiklerin epistemolojisine karşı olumsuz bir tavır
sergilediler. Aristo İkinci Analitiklerde bilimsel bilginin yapısını ortaya
koymağa çalışmıştır. Ancak bunu, zorunlu önermelerden oluşan bir biçimde
gerçekleştirmeğe çalışmıştır. Bu anlayış vahiy bilgisine bilimsel bilgi
alanında hiçbir açık kapı bırakmadığından, diğer dini bilgi kaynaklarına bu
sistem içinde yer olmadığından teolojik itirazlar söz konusu olmuştur. Bu durum
İskenderiye’deki Hıristiyan felsefecilerin ve onların Süryani takipçilerinin
Birinci Analitiklerin son kısımlarına, İkinci Analitiklere ve diğer sonraki
kitaplara önem vermemesine yol açmıştır. Hıristiyanlığın baskısı sonucu
başlangıçta bütün mantık konularını ele alamayan; daha sonra Müslümanların
oluşturduğu hoşgörülü ve bilimci atmosferden dolayı Organon’un tümü üzerinde tercümeler ve incelemeler yapan
Süryaniler, 8. asırdan itibaren varisi oldukları Yunan bilim ve felsefesini
tümden Arapçaya naklettiler. Bu nakil Abbasiler zamanında oldukça hızlanmıştır.
İskenderiye
Okulu bilindiği gibi Ammonias Sakkas
(175-242) tarafından 200’lü yıllarda kurulmuş ve en önemli temsilcisi de, orada
hakim felsefeyi oluşturan, Sakkas’ın
öğrencisi Plotinus’tur. Yani yeni Eflatunculuk (Platon) İskenderiye Okuluna hakim bir düşünce
durumundaydı. Dolayısıyla Justinianos’tan kaçıp Antakya’ya ya da Harran’a geçen
filozoflar bu okullara yeni Eflatunculuk felsefesini taşımışlardır. İslam
felsefesinin doğuşu ya da İslam dünyasına felsefenin girişi olarak kabul edilen
miladi 700’lü yıllarda Harran, yerel Suriye kültürü, Yunan düşüncesi, daha yeni
tanıştığı İslam dini ve öteden beri benimsedikleri kendilerine özgü, paganist
bir inancının harmanlandığı bir kültürel harmoniye, ağırlıklı olarak da yeni
Eflatuncu bir felsefe anlayışına sahipti. Dolayısıyla İslam filozoflarının
karşılaştıkları Harran Akademisinin felsefi düşüncesinin, ana unsurunu, Yunan Yeni Eflatunculuk ( Nea Platon) felsefesi oluşturmaktaydı.
Yani kendilerine özgü bir felsefe anlayışına sahip değillerdi. Bu da Harran
Okulunun İslam filozoflarını etkilemesi bakımından önemli bir hareket
noktasıdır.
Medeniyetler,
insan türünün büyük fikir, emek, çile ve sıkıntıları üzerine bina
edilmişlerdir. Hiçbir uygarlık bir öncekinden müstağni (ayrı - bağımsız)
değildir. Bu bir anlamda fikir ve düşüncenin küresel aileleri olan toplum ve
devletlerin birbirlerine ihtiyaçlarının kaçınılmaz olduğu gerçeğinin ifade
edilmesidir. Her toplum ve devlet ötekinden yararlanmış ve kazanımlarının
ekseriyetini bunun üzerine inşa etmiştir. Daha sonra kendi benliğini ve
kimliğini mevcut kültürle harmanlamış, yoğurmuş ve öncelikle kendisi için,
sonra da tüm insanlık için kullanıma hazır hale dönüştürmüştür.
Halife
Me’mun’a kadar (750-813) olan çevirilerde
çoğunlukla Hıristiyan, Yahudi, Müslüman ve diğer pagan kültürlerinden
mütercimler görev almıştır. Tercüme faaliyetlerinde en heyecanlı ve istikrarlı
olan Halife Me’mun’un bu aşkı,
rüyasında Aristo’yla görüşmesiyle ilişkilendirilir. Bilim ve felsefenin
Arapçaya nakli için Me’mun 830 yılında, Beytü’l-Hikme’yi
(Hikmet Evi) inşa ettirir. Bu amaçla Bizans’tan kitaplar getirmeleri için
heyetler gönderir.
Abbasilerde
bilhassa Me'mun döneminden başlamak üzere 10. asrın sonlarına kadar birçok
meşhur mütercimler yetişti. Süryaniceden, Farsçadan veya doğrudan doğruya
Yunancadan Arapçaya çeşitli felsefi eserleri tercüme edecek olan mütercimler
Bağdat da bulunuyor veya orada yetişiyordu.
Bağdat
şehri 762 yılında Mansur tarafından inşa ettirildikten sonra, daha önce Antakya
ve Harran Okullarında Hellenistik kültürle yetişmiş, Hıristiyanlığın çeşitli
mezhepleri ve Sabiilik’e mensup birçok din ve bilim adamı özellikle Süryaniler
Bağdat'a göç etmişlerdir. Önceleri yabancılar arasında eğitim dili Yunanca,
Süryanice ve Farsça idi. Fakat sonra özellikle Mansur'un hilafeti zamanında Arapça Müslüman olmayan bu kimselerin
de bilim dili haline dönüştü. İlk defa halife Mansur (754-755) zamanında Aristo'nun
Organon'unun Arapçaya tercüme
edilmesi istenmiştir.
Fars,
Yunan, Süryani, Sabii, Kıbti ( Antik Mısırda Nubya dilidir. Nebatça ) ve Hintli
bilginleri toplamış olan bu çeviri merkezi, Hipokrat ile İbn Sina’yı
(ö.1037), Calinos (ö.201) ile Razi’yi (ö.925), Eflatun (ö.M.Ö.347) ile Kindi’yi
(ö.866), Aristo (ö.M.Ö.322) ile Farabi’yi (ö.950), Öklid (ö.M.Ö.374) ve Harezmi’yi
(ö.847), Pisagor ile Biruni’yi, Apollonus ile Battani’yi
birbiriyle bilgelik geleneği içerisinde buluşturmuştur. Böylece bilgi
kaynakları ve birikimleri bir araya gelmiştir.
Tercüme
merkezindeki mütercimlere, verdikleri hizmet karşılığında iyi ücret ödeniyordu.
Buna göre “ her kitaba karşılık
ağırlığınca altın veriliyordu.” söylemi hiç de akıl dışı olmayabilir.
Mütercimlerde
bilimsel anlayışın varlığı görülmektedir. Zira onlar, tercüme ettikleri
dillerden birini iyi bilmezlerse, başkasına danışabilmişler veya her iki dile
de vakıf olan bir bilgine kontrol ettirmekten çekinmemişlerdir.
Bununla
beraber çeviri faaliyeti, salt bir nakliyatçılıkla sınırlı kalmamış, ilk
orijinal eserlerin tetikleyicisi olmakla birlikte Müslüman bilginlerin yaratıcı
ve üretici kabiliyet ve yetilerini göstermelerine fırsat vermiştir.
Çeviri
faaliyetlerini, sadece Müslüman ailesiyle düşünmek ve sınırlandırmak
haksızlıktır. Aslında bu hareket, küresel bir entelektüel çalışmanın ürünüdür.
Farklı din, ırk, renk ve coğrafyadan elit bir tabakanın bilimsel ve felsefi
etkinliğidir.
Özetle
söylemek gerekirse yeni kurulan İslam toplumu yerini sağlamlaştırdıkça,
güçlerini dışa dönük büyümeden çok içe dönük gelişme doğrultusunda
kullanmıştır. Böylece, sanat ve bilimin gelişmesinde hayati bir yeri olan
eğitim kurumları ortaya çıkmıştır. Özellikle felsefe, fen ve matematik
bilimleriyle uğraşan önemli ilk merkez, 815 yılında Bağdat'ta Halife Me'mun tarafından kurulan Beytül-hikme’dir; bir kütüphanesi ve bir
rasathanesi vardır. Devlet hazinesinden desteklenen bu ünlü okul birçok bilim
adamı ve araştırmacıyı, özellikle yetkin mütercimleri bünyesinde toplamıştır.
Bunlar, Grek bilim ve felsefe literatürünün neredeyse tamamını Arapçaya
çevirmişler ve böylece bu literatürün İslam dünyasında özümsenmesi için zemin
hazırlamışlardır.
Antik
dünyanın önemli eğitim merkezlerinden biri olan Atina Okulunun milattan sonra
529 yılında Hıristiyanlığı resmi din olarak benimseyen Justinianus tarafından
pagan görüşleri savunduğu gerekçesiyle kapatılması ilk etapta talihsizlik gibi
görünürken, aslında felsefe tarihinin sürekliliği ve gelişiminde büyük öneme
sahip olan yeni bir translatio studiorum
(öğretimin aktarımı) faaliyetinin hazırlayıcısı olmuştur.
Atina
Okulu kapatılınca; bu okula mensup filozoflar, Bizans İmparatorluğundan
kaçarak, Sasani İmparatorluğuna sığınmışlar (531) ve resmi izne tabi olmamakla
birlikte yeni bir felsefi hareketliliğe ve oluşuma kaynaklık etmişlerdir. O
dönemde İran hükümdarı olan Hüsrev’in
Justinianus’un aksine felsefeye ilgisi vardı. Bu nedenle o, Roma’dan kaçan
filozoflara kucak açtı ve onların güvenliklerini teminat altına aldı.
Böylece
pagan felsefenin mühim filozoflarının görüş ve düşünceleri, Atinalı filozoflar
aracılığıyla kısmen yer değiştirmiş, doğal olarak baskın kültürün etkisiyle
zenginleştirilmiş ve daha sonraları Helenistik felsefe olarak adlandırılacak
olan yeni bir felsefe doğmuştur.
Ammonius’un
İskenderiye’deki Okulunun bir devamı olduğu ifade edilen Harran Okulu, hem
genel felsefe hem de İslam felsefesi tarihinde müstesna bir değere sahiptir.
Öyle ki Urfa yakınlarında bulunan Harran, tarihte felsefeye adanmış tek şehir
gibidir. Kuşkusuz bunda Atina’dan ayrılan filozoflardan biri olan Simplicius’un Perslerle Romalılar
arasında imzalanan barış antlaşmasının bir maddesi gereğince Sasani
İmparatorluğundan ayrılmak zorunda kalarak Harran'a yerleşmiş olmasının da bir
payı olmalıdır.
Harranlı
mütercimler, İslam toplumu tarafından kabul edilmişlerdir. Böylece onlara
sadece Yeni Eflatunculuğun kalıbını diriltmek değil, İslam ve Kuran
metafiziğine dair felsefi bir yorum sunma fırsatı da doğmuştur. Harran’ın dini
felsefesi; doğudaki İslam Filozoflarının, genelde Yunan’ı özelde ise Aristo’yu
okurken faydalandıkları bir felsefe haline geldi. İslam filozofları, bunu
yaparken Aristo’yu anlamak için değil Harranlılardan alıp, İslami bir renge
boyadıkları ilahi bilgiyi rasyonellik ve kabul edilebilirlilik kazandırmak için
kullanıyorlardı.
İslam
felsefesinin en özgün filozofu kabul edilen Farabi’ye, mesela Aristo’yla Eflatun’un
görüşlerinin uzlaştırma girişimlerinde, öncülük yaptığı dile getirilmektedir.
Bilindiği gibi Farabi, bu konuda
müstakil bir esere sahiptir.
İslam
Filozoflarından Farabi, dil ve
bilimlerde daha fazla bilgilenmek için o dönemin Buhara, Semerkant, Merv gibi
bilim ve kültür merkezlerinden başlayarak Bağdat’a kadar devam edecek bir
seyahat yapmıştır. Farabi, Bağdat’ta Ebu Bişr Metta b. Yunus’tan mantık okuduktan sonra Harranlı Yuhanna b. Haylan’dan da bir müddet
mantık ve felsefe dersleri almıştır. Kendisi bu dönemlerde Dimaşk (Şam), Halep ve Mısır’a da gitmiştir. Bizim açımızdan
önemli olan husus, Farabi’nin başta
Harran olmak üzere gezmiş olduğu bu yerlerin Helenistik düşüncenin önemli
merkezleri oluşudur.
İslam
dünyasının Harran kültürü ile karşılaştığı dönemi ele aldığımızda karşımıza
Eflatun’un ruhçuluğu, Babil’in astronomisi, İran’ın irfanını içinde barındıran
bir felsefe çıkmaktadır. Bugün “şark ruhu” diye bilinen etkileri içinde
bulunduran işte bu felsefedir. Müslüman idareciler, buradaki bilimsel
faaliyetlere bir sınırlama getirmedikleri gibi, buradaki bilim faaliyetlerin
devamına da zemin hazırlamışlardır.
Harran’ın
Hermetik düşünceye ev sahipliği
yapmış olması, bizi, bu düşünceye eserlerinde yer veren Sühreverdi’nin (İşarilik – bir
tür sezgicilik akımının kurucusu –
ehl-i sünnet itikatına ters olan Ortadoğu sufizminin kaynağıdır diyebiliriz)
buradan etkilenmiş olduğu sonucuna yöneltmektedir. Sühreverdi’nin bu kaynaktan etkilenmesi düşünürün, daha ziyade Hermetik bilginin yurdu olarak ifade
edebileceğimiz Harran ve civarına yaptığı seyahatler sayesinde gerçekleşmiş
olabilir. Yani onun, hem gençlik yıllarına bağlı olarak, hem de eserlerini
kaleme aldığı esnada seyahat ettiği Hermetik
bilgi çevrelerinin etkisinde kalarak,
Hermetizm’den istifade etmiş olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.
Ayrıca
bu kültürden İbni Sina gibi İslam
felsefecileri de etkilenmiştir. Zaten çeşitli araştırmalarda da ortaya
koyulduğu gibi, İslam dünyası Hermetik
kültürden haberdardı ve yaşadığı coğrafya itibariyle Sühreverdi’nin de bu kültürel birikimden haberinin olması son
derece doğaldır.
Eserlerini
incelediğimizde bizzat Sühreverdi,
felsefede Hermes’i önder olarak
seçtiğini vurgulamış ve temel eseri Hikmetü’l-İşrak’ta
Hermes’i filozofların ileri gelenlerinden biri olarak ifade etmiştir.
Sühreverdi, sadece kendisi için değil, bütün filozoflar için Hermes’i “filozofların babası” olarak takdim etmiş ve bu yolda onun
güvenilirliğine yer vermiştir.
Kaynakçalar
1. Cizre doğumlu Müslüman tarihçi Ali ibn el-Esir d. 1160- ö 1233
"Al-Kamil fi al-Tarikh" kitabında
2. Şamlı tarihçi ve siyasetçi Hamza ibn Asad Ebu Ya'la ibn
El-Kalansi, d. 1070 - ö. 18 Mart 1160
3. 1234 Vakainame
(Latince: Anonymi auctoris Chronicon ad
annum Christi 1234 pertinens)
ismi bilinmeyen ama olasılıkla Urfalı bir papaz veya kesiş tarafından bati
Süryanice yazılmış evren'in yaratılısından 1234’e kadar gelen bir evrensel
tarihtir ama tamı elimizde olmayıp parçalar halindedir. Bacharach, p.164. ( İlk
Haçlı tarihçisi ve daha sonra Aachen katedrali rahibi).
4. Maalouf, Amin (çev. Mehmet Ali Kılıçbay) (1998),Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, İstanbul:
Telos Yayıncılık ISBN
975-545-092-0 say.71
5. Surlu William (1130-1185) Sur başpiskoposu ve
ortaçağın ve Haçlıların tarihi olay yazarı.
6. Maalouf, Amin (çev. Mehmet AliKılıç bay) (1998),Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri,
İstanbul: Telos Yayıncılık ISBN
975-545-092-0
7. Raoul (de Caen), (İngilizce'ye çeviren ve haz.:
Bernard S.Bachrach ve David S.Bachrach ) (2005) The Gesta Tancredi of Ralph of Caen: A History of the Normans on the
First Crusade, Burlington VT: Ashgate Publishing ISBN
0-7546-3710-7 0754637107
Online edisyonu (İngilizce)
8. Sur'lu William, (İngilizceye çeviren: E.A.Babcock ve
A.C.Krey) (1943), A History of Deeds Done Beyond the Sea, Columbia
University Press (İngilizce)
9. Ibn al-Athir, Izz al-Din (İngilizce'ye çeviren:
Donald. S. Richards) (2008) The
Chronicle of Ibn al-Athir for the Crusading Period from al-Kamil,
Burlington VT: Ashgate Publishing ISBN
0754640787. Online
referans (İngilizce)
10.
Kemal Menemencioğlu, Consensus Dergisi, Ekim sayısı.
11.
METE EKİNCİ – BARIŞ SARAÇ;
Konferans metninden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.