OSMANLI
DEVLETİNDE BEKTAŞİ TARİKATININ KAPATILMASI VE SONRASI GELİŞMELER
“
Yetmiş iki millete aynı nazar ile bakmayan, halka müderris olsa da Hakk’a (
Allah’a C.C ) asidir.”
-
Yunus Emre -
Her
kurum ve kuruluş içinde yaşadığı zaman ve mekan koşullarında ihtiyaç gereği
doğarlar. Sonra büyür, gelişir ve bir gün de gelir değişime uğrarlar veya
tümden yok olurlar.
Devamında
söz edeceğimiz Bektaşi Tarikatı da tarihin bir döneminde Anadolu ve Balkanlarda
filiz vermiş, kök salmış, koca bir çınara dönüşmüş ve bir gün bir balta ile
kökünden kesilmiştir.
Unutmayalım
ki bir ağacın dalları eğer derinde ve yeniden yeşermesi için gerekli olan
zeminde ise ne kadar kesilse de kesilsin sürekli yeniden filizlenip ulu bir
çınara dönüşme şansı vardır.
Klasik
bir deyim; “ Tarih tekerrürden ibarettir.” der.
Öte
yanda ise bir başkası buna cevaben “Tarihten
ders alınsaydı tekerrür eder miydi?” der.
İyi
ve olumlu şeylerin tekerrür etmesinde sakınca yoktur. Kötü ve olumsuz şeylerin
tekrarında elbette büyük sakıncalar doğabilir.
O
nedenle başta insanlık tarihini ve kendi tarihimizi, doğru ve objektif
kanalardan inceleyip gerçekleri en doğruya yakın öğrenebilirsek, yanlış ve kötü
şeylerin tekrar etmesini engelleme şansımız olur.
Devamında
paylaşmaya çalıştığım bilgiler kaynakçalar kısmında da belirtildiği gibi
tamamıyla Osmanlı yazılı kaynakları ışığında ele alınmıştır.
1926
SONRASI OSMANLI YÖNETİMİ VE BEKTAŞİLİK
Bektaşiliğin
yasaklanmasıyla birlikte tarihe ‘ Osmanlı
devleti tarihinde ilk kez bir tarikat kapatılmıştır’
notu düşülmüştür.
Kapatma
kararı, Bektaşi Vakıf, tekke ve inanç önderlerinin (Dede-baba) sıkı takibi ile
desteklenmiştir.
İstanbul
tekkelerindeki babalar ve muhibbleri tutuklanarak darphaneye hapsedilirler.
Kıncı Baba, İstanbulağasızade Ahmet Baba ve Salih Baba idam edilirler.
Diğerleri Şeyhülislam Efendi tarafından iman yoklamasına çekilerek Sünnilikleri
kontrol edilir. Yapılan sorgular neticesinde idam edilmeyen Bektaşilerin İslami
ilimlerde derin bilgileri olmamakla beraber, zındık ve mulhid olmadıkları anlaşıldığı,
buna rağmen tümünün sürgün edilmesine karar verilir. Rumelihisarı’nda şehitlik
tekkesinde Mahmut Baba ve yedi nefer muhibbi Kayseri’ye, Öküz ya da Paşalimanı
tekkesinde Ahmet Baba ve Kazlıçeşme tekkesinde Hüseyin baba ikişer nefer
muhibbleri ile Hadim’e, Karaağaç tekkesinde o tarihte aynı zamanda ‘Hacı Bektaş Vekili’ olan İbrahim
Baba ile sekiz nefer muhibbi, Sütlüce Tekkesinde Mustafa baba ve Eyüp’te
Karyağdı tekkesinde Mustafa baba ve üç Bektaşi ile Birgi’ye, Karaağç tekkesinde
misafir olan Yusuf Baba Amasya’ya, yine misafirlerden Ayıntablı Mustafa Baba
Güzelhisar’a, Kıncı’nın kardeşi Mehmet baba Çamlıca tekkesinde Mehmet Baba ve
Merdivenköy tekkesinde diğer Mehmet Baba dört nefer muhibbi ile Tire’ye
gönderilir. ( Ahmet Cevdet,1966- 238; Birge, 1991- 89). Sürgünlerin Hadim,
Birgi ve Kayseri gibi ulemanın etkili olduğu yerlere yapılmış olması,
Bektaşilerin sıkı kontrol altında tutulmak istendiğinin göstergesidir.
İstanbul’da kalan diğer Bektaşilerin – takip
siyasetinden daha az etkilenmemek adına – Sünni kılığına girerek takiye yaptığı
anlaşılıyor. İzzet Molla Bektaşilere yönelik uygulanan takip siyasetini şu
dizlerle dile getirmektedir. “ Ağalar eyledi cehime seferin/ Çaldı
Bektaşiler de göç borusun.” ( Ahmet Cevdet paşa ).
Bektaşi tarikatının kapatılması, bazı ulema ve diğer
tarikat mensuplarının hoşlanmadıkları kimseleri gözden düşürülmesine zemin
hazırladığı anlaşılıyor. 1826 sonrası süreçte Bektaşi olmak o kadar suç teşkil
eden bir durum arz ediyor olmalıdır ki insanların hırsları ve düşmanlıkları
yüzünden Bektaşilikle hiç ilgisi ilişkisi olmayan kimseleri ‘ Bektaşi diye
ihbar etmişlerdir. (Bu Cadı kazanı yakın tarihimizde Cumhuriyetin ilk
dönemlerinde mürteci ve soğuk savaş yıllarında komunist yaftalarıyla ihbarı
olarak sürüp gitmiştir.)
Cevdet Paşa (239), Bektaşilerin sıkı bir şekilde
arandığı sırada Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi
olarak bilinen özel bir ilmi grubun üyeleri olan Melekpaşazade
Abdülkadir bey, eski vakanüvis Şanizade
Mehmet Ataullah Efendi ve defterdar İsmail Ferah (Faruh) Efendi gibi isimlerin
Bektaşilikle suçlanarak Manisa, Menemen,
Bursa gibi yerlere sürgün edildikleri bildirilmektedir. Ancak Ferah Efendi o
dönemde Tefsir-i Mevahip adlı eseri yazmakla meşgul olduğu için, padişahın
emriyle tamamlamak üzere sürgün yeri Kadıköy olarak değiştirilmiştir. Murat
Mollazade Arif Efendi de bu yola suçlanır ve İstanbul’a ayak basmamak üzere
Aydın Güzelhisarı’na sürgün edilir.
Cevdet Paşa (239) bu konuya ilişkin tespitini şu şekilde belirtmektedir.
“ Bunların Bektaşilikle hiç ilgi ve ilişkileri yoktu.” Ayrıca devlete karşı açıkça tavır takındığı
iddia edilen Sarraf Şapçı Yahudi Bektaşilikle itham edilerek idam edilmiştir.
Şapçı Yahudi’nin idamından sonra bütün mallarına devletçe el konulmuştur (
Mutlu) 25). Örneklerde görüldüğü üzere birbirlerine düşmanlık besleyen
insanlar, hasımlarını Bektaşi olmakla ‘suçlayarak’ ceza almalarını
sağlamaktadırlar. Bu gibi örnekler o dönemde Bektaşi olmanın ne denli takibe
maruz kalınabileceğinin ipuçlarını vermektedir.
Bu süreçte Bektaşi olmadıklar halde isimlerinin
sonunda ‘baba’ unvanı bulunan pek çok şeyh de aynı akibete uğrayarak sürgün
edilmişlerdir. Örneğin; Halep’teki Bayram Baba tekkesi kapatılarak mallarına el
konulmuş daha sonra ise bu tekkenin Halveti’lere ait olduğu anlaşıldı 1831
yılında yeniden açılarak şeyhliğine Abdulhamid Dede tayin edilmiştir. ( Boz 199
– 88)
Bektaşilere yönelik olarak uygulanan takip siyaseti
öyle bir boyuta varmıştır ki, Yeniçeri isyanı sırasında hapiste olmalarına
rağmen, 15 kişi daha sonra tutuklanarak diğer Bektaşiler gibi Şeyhülislamın
sorgusuna çekildikten sonra yedi tanesinin ehl-i sünnet olduklarına kanaat
getirilerek serbest bırakılmasına, diğer sekiz kişinin ise bozuk itikatları
sebebiyle ayrı, ayrı yerlere sürgün edilmelerine karar verildiği anlaşılmıştır.
( Ayar, 1998 – 42)
II. Mahmud, Rumeli’deki Bektaşi Tekkelerinin
yıkımının ve Bektaşilerin durumlarının kontrolünü sağlamak amacıyla Hacı Ali
Bey ve ulemalardan Pirlepeli Ali Ağa’yı; Anadolu Teklerini yıkmak için de
Cebecibaşı Ali Ağa ve müderrislerde Çerkeşi Mehmet Efendi’yi 1 Ağustos 1826 tarihinde
memur tayin etmiştir. (Uzunçarşılı 1988 – 572). Hacı Bektaş Kasabasında ki Pirevi Külliyesi’ndeki camiye
‘Nakşibendiye Camii’ adı verilirken, buradaki tekkeye de Nakşibendi Şyehi
Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi atanmıştır. Son Bektaşi postnişini Hamdullah
Efendi ise 1828 yılında Merzifon’a süsülmüştür (Gündüz, 1997, s. 19).
Diğer taraftan II. Mahmud 1827 yılında, Hacı Bektaşı
Veli Vakfı yönetimini Nakşibendi Tarikatı ilkeleri doğrulusunda yönetmesi
koşuluyla Hamdullah Efendi’yi görevlendirdiği doğrulusunda bir berat verir. “ …kötünün
ortadan kaldırılmasıyla Nakşibendi Tarikatı usulü yerine getirilmek koşuluyla
adı geçen kardeş Seyyid Veliyüddin’e…. Görev belgesi gereğince bu beratı
verdim.” ( öz B., 1997 b, 93). Bektaşi Veliyüddin posta oturtulurken,
zaviyeyi Nakşibendi usulüne göre yönetmesi konusunda ‘uyarılır’. Veliyüddin’in
1828 yılında ölümüyle Nakşibendi şeyhi Said Efenmdi’nin ataması yapılır (Ulusoy,
1986, 94).
Devletin her tarafında, özellikle de Rumeli’de yaygın
olan Bektaşi tekkelerinin bir kısmı cami, medrese ve mekteplere tahsis edilmiş,
bir kısmı da özellikle Nakşibendi’lerin kontrolüne verilmiştir. ( Gündüz, 1997,
19).
Böylelikle Bektaşi tekkelerinin ‘ıslah edilip
ehl-i sünnete’ kazandırılması kararlaştırılmıştır. ( Öz B., 1997a, 180).
II. Mahmud, ‘ Bunu kendimize iş edinip bu din
sapkını topluluğu yok etmeye çalışacağız’ diyerek, idam edileceklerin hemen
öldürülmelerini, bağışlanması istenilenlerin ise sürgün edilmelerini buyurur (
Öz B., 1997a, 180). Sanırız Bektaşilerin takip işinin gevşek tutulmuş
olmasından dolayıdır ki, padişah bu işin yakından izlenmesi ve Bektaşiliğin
tümüyle yok edilmesini sadrazamlık katından tekrar ister. Ancak II. Mahmud’un
sadrazamlarından kimi Bektaşilerin araştırılmasını ve gereken cezanın verilmesini
istediği fermanda “…Ben sana söyler iken rüzgarın şiddetli olmasından ve
camların vurmasından işitmemişsin…”
ifadelerinden üslubunun fazlasıyla sertleştiğini söyleyebiliriz ( Öz B., 1997b,
91).
Padişahın Bektaşilik işinin ağır çözüldüğü ve daha
hızlandırılması yolunda sadrazamına verdiği buyrukta üslubunun daha da
sertleştiği görülmektedir.
“…
Şöyle böyle denilerek bunların yerine getirilmesi pek gecikti…. Denetçiler
görevden uzaklaştırılsın… Birçok yasaların uygulanmasına izin vermeme karşın,
yine yüzüstü bırakılıyor… Her ne kadar işler çoksa da, birine bir düzen
verilmeden başkalarına başlanıyor. İşler Arapsaçına döndüğünden bir kat daha
zorlaşıyor. Zecriye maddesi nasıl oldu(?)...her biri hizmet beğendireyim diye
işleri birbirlerine dolaştırıyorlar. Şimdiye kadar bir şey söylemediğimden
aşırıya gitmeye başladılar. Sonunda kızacağımı düşünmüyorlar mı(?)... Sonra,
şöyle oldu, böyle oldu sözlerini dinlemem…” ( Öz B., 1997b, 94)
Sadrazam selim Paşa, Bektaşi takibi meselesinin ağırdan
alınmasında şeyhülislamı sorumlu gördüğünden olsa gerekir ki, takip işi için
bizzat padişah tarafından görevlendirilmesini ister. Bunun üzerine II. Mahmud,
Bektaşiliği ortadan kaldırmak için veziriazamına gönderdiği buyrukla
şeyhülislamı görevlendirmektedir.
“
benim vezirim… Bektaşilerin, tarikat şeyhleri, Kuran hocaları ve şeriat
memurları, mahalle imamları gibi yansız (!) kişilerden oluşan
inceleme-araştırma kurulları yoluyla durum incelenerek baskı ve korumanın
dışında tutularak, haklarında şeri yasalar neyi gerektiriyorsa onu uygulayarak,
yoksul-zengin ayırımı yapılmaksızın hangi sınıftan olursa olsun eşit tutularak,
şu Bektaşi fesadı maddesinin ehli sünnet arasında tümüyle temizlemek için
şeyhülislamlığın bu işi üstlenmesi buyruğumuzdur. Bu Bektaşilik fesadının
Muhammed ümmeti arasından kaldırılmasına birlikte çaba ve özen gösteriniz.”
(Öz, B., 1997b, 91)
II. Mahmud, Bektaşiler ve tekkeleri hakkında nasıl
işlem yapılacağı konusunda ülkenin değişik yerlerine gönderdiği buyrukta
tarikatın neden yasaklandığını belirttikten sonra, şeriatın gereği olarak bütün
Bektaşi tekkelerinin yıkılmasını, tekke vakıflarının iptal edilmesini, bu arazi
ve vakıfların devlete (beytülmal) döndürülmesini aldığı iki adet fetva
eşliğinde emretmektedir (Öz, B., 1997b, 88).
Olayların gelişim seyrine ve II. Mahmud’un Bektaşi
takibatının çok ciddiye alınması konusundaki uyarılarına bakılırsa tarikatın
yasaklanmasını isteyen ana unsurun saltanat ricali olduğunu söyleyebiliriz.
Kıncı Baba yargılanırken, hangi dine mensup olduğu sorulması üzerine
muhibbleriyle birlikte kelime-i şehadet getirince, “…yeis halinde iman
makbul değildir, öleceğini anladığı için şehadet getirdi…” denilerek
ölümüne karar verilmiştir ) Sezgin, 1995, 165). Bu gibi durumlar kararın daha
çok siyasi bir uygulama olduğu gerçeğini pekiştirmektedir.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i
Mansure-i Muhammediye ordusuna kayıt yaptıran bazı eski Yeniçeri askerinin
‘yeniçeriliği yeniden ihya etmek’ gibi sözler konuşulmalarının anlaşılması
üzerine takibata alınır ve bunlardan birkaçının sorguları neticesinde Bektaşi
kıyafetinde bir adamla sohbetler ettiği öğrenilir. Daha sonra bu askerle savaş
divanına verilerek öldürülür ( Ahmed Cevdet, 245).
Bu tür olaylardan yola çıkarak, Bektaşi dervişleriyle,
1826 sonrası yeni kurulan orduya kayıt yaptıran bazı yeniçeri eski Yeniçeri
askerlerinin ilişkilerini canlandırma gayreti içinde oldukları sonucunu
çıkabiliriz.
Bu arada, Bektaşilerin bir kısmının ehl-i sünnet
inancına sokulması ve denetim altında tutulması amacıyla sürgünlerin Kayseri
gibi ulemanın etkin olduğu bölgeler yapıldığı konusuna yukarıda değinmiştik.
1827 Temmuzunda Kayseri’ye gönderilen bir fermanda;
“
Bir müddetten beri bazı erbab-ı Rafizin Hacı bektaş-ı Veli’ye mensubiyet
davasıyla şer-i şerife ve dört halifeye zebandirazlik misullu hareketleri ve
bunların çoğaldığından bahisle, tekkelerinin yıkıldığı, kimine siyaset
uygulandığı, kimi sürgün edildiği, emlaklerin istirdadı lazım geldiği.” bildirilerek, bunların cami ve mescidlerde evkat-ı
hamseyi ( beş vakit namazı) cemaatle ede etmelerine dikkat edilmesi emredilir (
Ortaylı, 2000, 374).
Anlaşılan odur ki, takkiye yapmak zornda bırakılan
Bektaşiler, sürgüne gönderildikleri yerlerde ehl-i sünnet dışı inançlarını hala
muhafaza etmektedirler.
Hamdullah Efendi, sürgünde bulunduğu sırada 1846
yılında Amasya’da ölmüştür. Mehmet Hamdullah Çelebi’nin, Amasya’ya sürgününden
sonra ‘Hasreti’ mahlasıyla şiirler yazdığı bilinmektedir (Ulusoy, 1986,
93).
Dede-Baba’nın bu sıralarda ‘Hasreti’
mahlasıyla şiir yazmaya başlaması anlamlıdır.
Bektaşi tekkelerinin yıkılması faaliyetine önce
İstanbul’dan başlandığı anlaşılmaktadır. Kapatılan Bektaşi tekkeleri hakkında
ayrıntılı bilgi veren Hasluck’a (1995)göre İstanbul’da on dört Bektaşi
tekkesinden dokuzu yıkılmıştır. Rumelihısarı’nda Şehitlik, Öküz Limanı,
Karağaç, Ydikule, Sütlüce, Eyüp, Üsküdar, Merdivenköy ve Çamlıca’daki Bektaşi
tekkeleri yıkılanlar arasındadır. Türbelerin haricindeki binaların yıkılmasının
ardından, tekkelerin müsadere için malların defterlerinin tutulmasının ardından
raporların hükümete sunulduğu, bu raporlar doğrultusundan işlem yapıldığı
anlaşılmaktadır.
İstanbul’daki tekkelerin kapatılmasının ardından,
1827 tarihli padişah buyruğuyla,
“
Anadolu tarafından olan bütün Bektaşi tekke ve zaviyelerinin yalnız türbeler
yerinde bırakılarak binaların yıkılmasıyla mal, eşya, emlak ve bunların
(dükkan, ev) tarafıma düşenler için kaydedilmiş, yazılmış ve imzalanmış
defterlerinin gönderilmesi…” istenmektedir. ( Öz. B., 1997b, 92).
Bu doğrultuda kapatılan tekkeler arasında Bektaşilik
açısından son derece önemli olan ve Elmalı’da bulunan Abdal Musa Tekkesi de
vardır. Tekkenin bütün mal ve mülklerine el konulmuş, eşyaları satılmıştır.
Tekkede bulunan görevliler de başka yereler sürülmüştür. Abdal Musa Tekkesi’nin
Anadolu ve Rumeli’deki Bektaşi zaviyelerinin en büyüklerinden biri olduğunu
düşünürsek, tekkeye ait yapıların fazlalığı daha kolay anlaşılabilir. Tekke
kapatıldığı zaman sahip olduğu binalar şu şekilde verilmiştir; üzeri kurşun
kaplı türbe; üzerine kurşun kaplı bir adet köşk; bir adet hamam; bir adet
çamaşırhane; iki adat misafir odası; dört adet at ahırı; bir adet öküz ahırı;
üç adet mektep odası; üç adet mutfak; on adet ambar; bir adet dükkan
(Daşçıoğlu, 25).
Tekkede birçok mezar taşı bulunmaktadır.
Postnişinlere, dervişlere ve bunların aile fertlerine ait olan bu taşların bir
bölümü 1826’dan önceye aittir. 1826 süreciyle birlikte Bektaşilerin mezar
taşlarının büyük oranda tahrip edildiği anlaşılmaktadır. (Tanman, 1988, 65).
Çeşitli kaynaklara göre 1826 müdahalesiyle birlikte
kapatılan, yıkılan, bağlı bulunanın sürgüne gönderildiği Bektaşi tekkelerinden
bazıları şunlardır; Anadolu: Haydar Baba Tekkesi, Yatağan Baba Tekkesi, Hamza
Baba Dergahı, Ayn-i Ali Baba Tekkesi, Niyazı Baba Tekkesi, Cafer Baba Tekkesi,
İnci Baba Tekkesi, Şahkulu Sultan Dergahı, İstanbul: Karaağaç tekkesi, Karyağdı
Tekkesi, Perişan Baba Tekkesi, Şehitlik Tekkesi, Akbaba Tekkesi, İvaz Fakih
Baba Tekkesi, Bademli Tekkesi, Yarımca Baba Tekkesi, Seyyid Ali ( Kızıl Deli)
Sultan Dergahı, Kesriye Tekkesi, Vodorina Tekkesi, Velikiot Tekkesi, Kuç
Tekkesi, Hıdır Baba Tekkesi; Mısır; kaygusuz Abdal Tekkesi, Kasr-ı Ayn Tekkesi
( Hasluck, 1995; Melikof, 1999b; Öz B., 1997 a , İzti, 1998).
Hasluk (1995), sadece Edirne’de on altı Bektaşi tekkesinin
yıkıldığını, tekke topraklarına ise Anadolu’dan getirilen göçmenlerin
yerleştirildiğini belirtmektedir. Devletin her tarafında, özellikle de
Rumeli’de yaygın olan Bektaşi tekkelerinin bir kısmı cami ve medreseye tahsis
edilmiş, biyük bir kısmı da birer ehl-i sünnet türbedar atanmak suretiyle başta
Nakşibendilik olmak üzere Kadirilik ve Sadilik gibi tarikatların kullanımına
verilmiştir.
Öztürk (1992), Esad Efendi’den yaptığı alıntıya
dayanarak, İstanbul’daki bazı Bektaşi Tekkelerinin kapatılması sırasında
alkollü içkilere rastlandığını, dahası içki şişelerinin ağızlarına, yırtılan
Kur’an sayfalarının (İftiranın boyutlarına bakınız!) tıkaç yapıldığını ifade
etmektedir. Özellikle Rumeli’deki bazı Bektaşi tekkelerinde alkolün bulunmuş
olması, Bektaşi ritüel ve erkanı açısında anlaşılabilir bir durumdur. Ancak
Kur’an sayfalarının tıkaç olarak kullanılması iftiranın ne boyutlara
ulaştığının fotoğrafıdır. Esad Efendi’nin bu tespitlerini değerlendirirken,
kendisinin 1826 sürecinin kalemşörü (zamane yalaka medyası diyebiliriz) olma
misyonunu unutmamak gerekir. Diğer taraftan II. Mahmud’un, Bektaşilerin
izlenmesinde imamlara ( hafiye imama) görev verdiğini hatırlarsak durum daha da
anlaşılır hale gelir düşüncesindeyiz.
BEKTAŞİ
VAKIFLARININ DURUMU
Bektaşi Dede-Babalarına yönelik uygulanan takip
siyaseti ve tekkelerin kapatılmasının ardından sıra Bektaşi vakıflarına el
konulması sürecine gelmiştir. II. Mahmud müsaderenin kaldırıldığını bir
fermanında şu şekilde bildirmektedir:
“Bundan
böyle saltanatın millet için bir dehşet ve bir korku kaynağı değil, fakat bir
destek olmasını istiyorum. Bunun için bireyin malına el konulması geleneğini
kaldırıyorum.” ( Karal,
1994, 152)
II. Mahmud. Bektaşi teklerine yönelik olarak
yayınladığı fermanda ise “…Ellerindeki tekke ve zaviyeler için…önceden
verilen arazi vakıfları iptal edilerek, bu arazi ve vakıflar devlete
döndürülecektir.” ( Öz, B., 1997b, 88)
Bir taraftan Bektaşi mal ve tekkelerine müsadere
yapan II. Mahmud, diğer taraftan da saltanatın dehşet kaynağıolmasını istemediği
için müsadereyi kaldıran Sultan II. Mahmud vardır. O halde II. Mahmud’un
Bektaşiler için müsadere yaparken, devleti Bektaşilerin nazarında ‘dehşet ve korku kaynağı‘ haline
getirdiği sonucuna varabilir miyiz?
Bektaşi tekkelerinin kapatılmasından sonra bütün
gelirlerine ve gayrimenkullerine el konulmuştur. Vakıflar, belirli aralıklarla
satılarak hazineye gelir kaydedilmiştir. Satışlardan, iltizamdan ve emanetten
elde edilen gelirler önceleri Asakire-i Mansure-i Muhammediye’nin masraflarının
karşılanması için Mukataat Hazine’sine, daha sonra ise özel bir hazine olarak
oluşturulduğunu düşündüğümüz Mansure Hazinesine gönderilirken; tekkelerin
enkazlarının da cami, mescid ve medrese gibi yapılarda kullanılması istenmiştir
( Ayar, 1998, 51,75, 84, 105).
Burada dikkat değer bir konu ise tekke ve zaviye
vakıfları olan gayrimenkulleri almaya halkın dini duygularla fazla rağbet
etmemesi üzerine bunlar, zaman, zaman gerçek değerinin çok altında satılmıştır.
( İpşirli, 1990, 56)
Yapılan satışlara daha çok gayrimüslim azınlıkların
rağbet ettiğini düşünmek yanlış olmasa gerekir. Örneğin; Cuma ve Bucak Bektaşi
tekkelerindeki mülkler Osmanlı yerel yöneticilerince Koçanalı bir Rum zengine
satılmıştır ( Öz, 1997a, 184).
Halkın Bektaşilere ve Bektaşi mallarına yönelik yaklaşımında
Osmanlı yönetiminin propagandasının etkili olduğunu düşünmeliyiz. Halk arasında
Bektaşiler aleyhinde genel bir düşmanlık havası yaratılmaya çalışıldığı
anlaşılmaktadır ( Uzunçayırlı, 1988, 566). Bizzat Cevdet Paşa (1966, 236),
Bektaşilerin kanun yoluyla idam edilmelerinin, devleti sever görünenlerin amacı
olduğunu belirtmektedir. Böylelikle Bektaşilerin tamamen ortadan kaldırılması
devletin tam bir hedef halinde ortaya konulmaktadır. Bektaşilerin
öldürülmelerini amaç haline getirmeyen kimseler, devleti sevmemekle itham
edilmiş olmaktadır. Bu tür yaklaşımların Bektaşiler için halk nezdinde yapılan
propagandanın ulaştığı boyutu gösteriyor.
Bektaşilere yönelik uygulanan takip siyasetinin, en
büyük zararlarından birisi de, yıkılan Bektaşi tekkelerindeki birçok yazılı
eserin yakılarak yok edilmesidir. Müsadere edilen sadece tekkelerin
gayrimenkulleri değildir, tekkeye ait evrak ve kitapların büyük bölümü de
müsadere edilmiştir ( Ortaylı, 2000, 348). Öyle sanıyoruz ki, yok edilen
eserlerin sayısının binlerle ifade edildiği bu sürecin en büyük zararlarından
birisi, Bektaşilik tarihinin yeterince açıklanamayan noktalarını aydınlatması
muhtemel ışığı da söndürmüştür.
Abdal Musa tekkesinde, o dönemin koşullarına göre
oldukça iyi bir kütüphanenin olduğu bilinmektedir. Bu kütüphanede değişik
türden on üçü KUR’AN-I KERİM olmak üzere 141 cilt kitap bulunmaktadır.
Kütüphanedeki kitaplar incelendiğinde, diğer tarikatların tekkelerinde
bulunabilecek kitapların burada da bulunduğu görülmektedir (Daşçıoğlu, 1996, 22,
23).
Demir Baba Tekkesi, Göbekli Saraç Baba Tekkesi,
Nefer Baba Tekkesi ve Hızır Baba Tekkesi ile Kara Baba Tekkesinde de birer
kütüphane mevcuttur. Bu tekkelerde bulunan kitaplar Abdal Musa Tekkesindeki
mevcut kitaplardan daha azdır. Ancak kitaplara bakıldığı zaman genelde içerik
yönün aynı tür eserlerin varlığı göze çarpar. Bu eserler ya Büyük İslam
Klasikleri ya da didaktik edebiyat eserleridir ( Daşçıoğlu, 1996, 24).
Ancak bu durum, Bektaşilerin Sünniliğine kanıt
gösterilmesi anlamına gelmemelidir. Bektaşilerin kendilerine ait kitapların
yanında Sünni dinsel öğretiye yönelik kitapların da bulunması, Osmanlı devlet
yönetiminin bir baskısı sonucu olabileceği gibi, bilgi edinme gereğinin sonucu
da olabilir ( Öz B., 1997a, 209).
Bu arada Bektaşilerin, Osmanlı devletinin takibinden
en az zararla kurtulmak için ehl-i sünnet dışı eserlerin bazılarını ortadan
kaldırmış olması da akla gelebilir.
Ahmet Yaşar Ocak (1992, 378), Bektaşi tarikatının
kaldırılmasında sadece birkaç küçük tekke Dede-Babasının idam edilmiş olmasıyla
yetinildiği belirtmektedir.
1826 sürecinin Sayın Ocak’ın dediği gibi birkaç
Bektaşi Dede-babasının idamıyla sonuçlanmış olması doğru olsa bile bu
Bektaşiler yönelik yapılan, baskı ve zulmün az olduğu anlamına
getirilmemelidir.
Her şeyden önce son Yeniçeri isyanından bulunan
suçluları tek, tek bulmaları mümkün olmaması nedeniyle Bektaşilerin tümü
hakkında - her ne kadar tam olarak
uygulanmasa da – ‘katli vaciptir’ kararı alınması önemli bir
göstergedir.
Ayrıca Osmanlı yönetimi, tarikatı hedef almamış
olsaydı tüm Bektaşi Tarikatını kapatıp, Bektaşilerle ilgili her şeyi yasaklar
mıydı?
Bektaşileri, tarikatı kapatan II. Mahmud’a karşı
neler his ettiğini anlamak pek de zor olmasa gerekir. Zira Bektaşiler, II
Mahmud’un Bektaşi Tarikatını kapatması esnasında yetmiş bin Bektaşiyi idam
etmeye yemin ettiğine, fakat kafasını kesecek kadarını bulamayınca, Bektaşi
mezar taşlarının kafalarını sayı tamamlanana kadar uçurulmasını emrettiği
anlatılır.
Ayrıca Bektaşiler, İstanbul – Cağaloğlu –
Divanyolu’ndaki II. Mahmud türbesinin önünde ne zaman geçseler, tükürüp lanet
okumanın, onların ananelerinden biri haline geldiği söylenir( Birge, 1991, 92).
Bektaşilerin yeniden yerüstüne çıkmasıyla birlikte
II. Mahmud’un anısı, doğal olarak Bektaşileri ürperten bir hal almış olmalı ki,
bu tür söylenceler Bektaşiler tarafından kabul görür.
BEKTAŞİLİĞİN
VAROLMA MÜCADELESİ
Balım Sultan dönemi ile başlayan Bektaşi
tarikatı’nın ‘resmi tarihi’ 1826
süreciyle birlikte sona ermiştir. Bektaşiler için üçüncü evre olan 1826 sonrası
‘gizli yılların’ başlangıcı anlamına gelmektedir. Osmanlı hetorodox
inanç geleneğinin en büyük tarikatı olan Bektaşilik, yaklaşık üç yüz yıldan
fazla bir zaman resmi etkinliğini sürdürürken 1826 karşı hareketinden sonra bu
etkinliğini resmi olmayan boyuta taşımıştır. Böylelikle bu güne gelindi.
SONUÇ
Rönesans ile aydınlanmanın ışığını yakalayan Avrupa
ve Hıristiyan dünyası bunun nimetlerinden artan bir iştahla yararlanmaya
başladı. Bu üstünlüğü kaptıran genelde İslam Dünyası özelde Osmanlı
İmparatorluğu uzun bir süre gerçeğin farkına varamadı. Fark ettiğinde de iş
işten çoktan geçmişti. Farkına vardığında da nedenini iç dönük hesaplaşmalarla
çözmeye çalıştı.
Hatalar sarmalı yumaklar halinde büyümeye başladı.
Batı emperyalizminin önemli bir taktiği ve buna
yönelik sloganı vardır. “ Rakibinin hata yapmasına izin ver ve bu hatayı daha
da büyütmesine destek ver.”
Nitekim süreç aynen böyle gelişti. İkinci Viyana
bozgunundan sonra artık dibe doğru yuvarlanma başladı. Hatalar zinciri
birbirini kovaladı. Bu süreç neredeyse üç yüz yıla yakın sürdü. Tanzimat
hareketiyle Rönesans sürecine girmiş olsa da korkulan kaçınılmaz sona
yaklaşılıyordu. İşte Bektaşi Tarikatı tekke ve vakıflarına yapılan bu tarihi
haksızlık veya yanlışlık böyle bir sarmalın sonucuydu. Kendisini yükselmesi,
yücelmesine canıyla destek veren kurumlar hatalar zinciriyle düşman kurumlar
olarak nitelendirildi ve bir tarihi birikim dumura uğratıldı. Sürekli yanlış ve
adaletsiz uygulamalar sonunda vicdanların kulağını sağır, gözlerini kör
edermiş.
Bir Alevi Bektaşi nefesi şöyle der.
“
…Hudey, Hudey(*) Şah (**) aşkına,
Sen
yardım eyle düşküne,
Adaletsiz
padişahın,
Canavar
girsin köşküne…”
Bir başka nefes de kısaca şöyle der.
“
Mazlumun ahı, süründürür padişahı.”
Evet, 620 yıllık bir koca çınar sonunda devrildi. O
mülkün, saltanatın geçici sahipleri, saltanatlarından hatta yurtlarından
oldular. Bu tarihsel acının bedelin çok ağır ödediler.
Allah’ın adaletine inananlar “İlahi adalet er geç
tecelli eder!” söylemini de unutmamak gerekir.
Köklendikleri topraklardan kazınmak istenen Türk
Ulusu, mucizevi bir Milli Mücadele ruhu ve azmi ile bütün bu hesapları tarihin
çöp tenekesine attılar.
Yıkılan Koca Çınarın yerine genç bir Türkiye
Cumhuriyeti filizlendi, büyüyor, gelişiyor.
İnsanların tarihi gerçekleri görmeleri bazen on
kuşak sürer bazen de hiç göremeyebilirler.
Kaynakça;
1) İbrahim Altıntaş,
Yüksek Lisans tezi 2005 ( Yeni Çağ tarihi)
Açıklamalar;
(*)
Hudey; Farsça –Xoda ( Hüda) Allah, anlamındadır.
(**)
Şah; Burada Hz. Ali çağrıştırır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.