BİLİMSEL BİLGİ SÜRECİ
Bilim Nedir?
Sözlük ve ansiklopedileri
taradığımızda BİLİMİN değişik
tanımları ile karşılaşırız. Bu sunu içinde tanım olarak genel kabul görecek kaynakları
almaya çalıştım. T.D.K.na göre:
Bilim: “Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu
olarak seçerek, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya
çalışan düzenli bilgi”,
“Genel geçerlik
ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi”,
“Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli
bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci”dir.
“Bilim: Doğanın
ve evrenin gerçeklerine ilişkin gözlemleri ve izlenimleri değerlendirerek, elde
edilen bilgileri yöntemli bir şekilde tanımlayıp sınıflandıran, bunların
nedenlerini ve aralarındaki ilişkileri araştıran, bağlı oldukları yasaları
belirlemeye çalışan nesnel bir ilim.”(1)
Bilgi Nedir?
TDK tanımı şu şekilde:
Bilgi: İnsan aklının
erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü;
Öğrenme; araştırma ya da
gözlem yolu ile elde edilen gerçek;
İnsan zekasının çalışması
sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü.
Süreç nedir?
TDK şöyle tanımlıyor:
Süreç: Aralarında birlik
olan veya belli bir düzen veya zaman içinde tekrarlanan, ilerleyen, gelişen
olay ve hareketler dizisi.
Bilimsel Bilgi nedir?
Bilimsel Bilgi; İnsanın
düşünme yeteneğini kullanarak birtakım deneyler yapması, kendinden öncekilerin
deneylerinden de yararlanması, gözlemlerini bunlarla birleştirerek sonuçlar
çıkarması suretiyle oluşan bilgi,
“Varsayımlarla bağlantısı olmayan, hiçbir kurguya yer vermeyen, her
türlü dogmadan tümüyle arınmış, temelini yalnızca bilimin verilerinden alan
bilgidir.”(1)
Yukarıda verilen tanımlar ışığında şu
saptamaları yapabiliriz. Bilimsel bilgi, bilimsel yöntemler ile elde edilen
bilgidir. Bilimsel yöntem; akıl, deney ve gözleme dayanır. Bir bilginin
bilimsel olmasının ölçütü yöntemsel olmasıdır. Bilimsel bilgi objektif, sistemli,
tutarlı ve eleştiriye açık bilgidir.
Bilimsel
Bilgi; Doğa olaylarını açıklayan, geçerliği ve kesinliği kanıtlanabilen düzenli
bilgidir. Bilim ise, doğa olaylarının sınırlanmış bir bölümünü açıklayan
bilimsel bilgiler topluluğu ya da bilimsel bilgi üretme sürecidir, diyebiliriz.
Bilim, yüzyıllar süren
bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve
standartlarını koymuştur. Bu süreçte çağdaş
bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur: çeşitlilik, süreklilik, yenilik ve
ayıklanma. Bu dört niteliği kısaca şöyle açıklayabiliriz:
Çeşitlilik: Bilimsel
çalışma hiç kimsenin tekelinde değildir. Hiç kimsenin iznine bağlı değildir. Bilim
herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Din, dil,
ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu
konulara sınır konulamaz. Hatta bu konular sayılamaz, sınıflandırılamaz.
Süreklilik: Bilimsel
bilgi üretme süreci hiçbir zaman durmaz. Krallar, imparatorlar ve hatta dinler
yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da hiç
durmayacaktır.
Yenilik: Bir
evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya
çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi
imkanlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak
usavurma kurallarıyla gerçekliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.
Ayıklanma: Bilimsel
bilginin gerçekliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından
denetlenebilir. Bu denetim sürecinde yanlış olduğu anlaşılan bilgiler
kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur.
Dar anlamda bakarsak, insanla
ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doğa olayıdır. Burada doğa olaylarını en
genel kapsamıyla algılıyoruz. Geniş anlamda ise yalnızca mikro ya da makro
evrendeki fiziksel olgular değil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel vb
bilgi alanlarının hepsi doğa olaylarıdır. İnsanoğlu, bu oluşumları ve
aralarındaki etkileşimleri bilmek için var oluşundan beri tükenmez bir tutkuyla
ve sabırla çabalamaktadır. Dolayısıyla, bilimin asıl uğraş alanı, en geniş
anlamda tanımlanan şekli ile verilen doğa olaylarıdır.
Bu noktada şu soru akla
gelecektir. Sürekli yenilenme ve ayıklanma süreci içinde olan bilimsel bilginin
doğruluğu evrenselliği savunabilir mi? Bu sorunun yanıtını verebilmek için, bilimsel
bilginin nasıl üretildiğine bakmamız gerekecektir. Sanıldığının aksine, bilimsel bilgi üretme yolları çok sayıda değildir;
yalnızca iki yöntem vardır: Tümevarım ve Tümdengelim.
Tümevarım, tikel önermelerden tümel önerme oluşturma
yordamıdır. Tümevarım gözlem ve deney
ile bir doğa olayının genel kuralını kurmaya çalışır. Bazı doğa olayları
insanlık tarihi boyunca gözlendiği ve her seferinde aynen tekrarlandığı için
tartışmasız tümel önermeler olarak kabul edilir. Bazı doğa olayları yeterince
gözlenmiş ve hep aynı sonucu vermiştir. Bazı doğa olayları, ancak laboratuar
ortamında defalarca denenmiş ve varılan sonuç genel kural kabul edilmiştir.
Tümdengelim ise, tümel (genel) bir önermeden
tikel (özel) önerme çıkarma eylemidir.
Sunumum bundan sonraki
bölümünde - verilen tanımlamalar ve Bilimsel Bilgi üretimi ile ilgili
yöntemlerin kısa açılımlarından sonra - Bilimsel Bilgi -süreci’nin veya bilimin
gelişim süreci’nin kısa bir özetini vermeye çalışacağım.
Bilimin gelişmesine iki
değişik açıdan bakılabilir. Çok yaygın olan bir bakış açısından bilim yavaş ve
sürekli ilerleyen bir bilgi birikimidir. Yeni ama daha çarpıcı bir bakış
açısından da bilimin gelişmesi, kuramsal düzeyde devrimsel atılımlara dayanır. Bu
iki bakış açısı ilk bakışta çelişik görünse de, daha geniş bir bakış açısı ile
birbiriyle bağdaşır niteliktedir. Bilimsel
gelişme tek boyutlu bir süreç değildir. Bilim bir yanıyla bir bilgi
birikimidir. Bu yanıyla bilimsel gelişme yavaş, kimi duraksamalara karşın
sürekli ilerleyen bir etkinliktir. Öte yandan bilim tarihi bilimsel gelişmenin
zaman, zaman devrimsel nitelikte köklü değişiklikler sergileyen bir süreç
olduğunu da ortaya koymaktadır. Öyleyse bilim, bir kuramsal açıklama etkinliği
olduğu ölçüde devrimsel, gözlem ya da deneye dayanan bir bilgi birikimi olduğu
ölçüde evrimseldir.
Bilimin tarihsel gelişimi
başka bir görüş açısından da tartışma konusu olmuştur. Bilimi, gelişme
dinamizmini kendi içinde taşıyan salt entelektüel bir etkinlik olarak algılayan
klasik görüş ve bu görüşe karşı bilimin gelişme dinamizmini kültürel
etkenlerinde ötesinde ekonomik koşullara bağlayan Marksist görüş. Geçmişte sert
tartışmalara ve kınamalara yol açan karşıt uçlardaki bu görüşlerin ikisi de
günümüzde geçerliliklerini yitirmiştir. Bilim ne sosyal ve kültürel ortam
dışında kendi başına bir etkinlik ne de salt ekonomik koşullarla belirlenen bir
gelişmedir. Bu konuya sununun sonunda tekrar değineceğim.
Bilimde ilk adımların Indus, Fırat, Dicle
ve Nil nehirleri çevrelerinde kurulu eski uygarlıklarda atıldığını görüyoruz. Bu uygarlıklar,
bilimsel etkinlik için gerekli sosyal ve teknolojik koşullar bakımından
elverişli ortama sahipti. Bu uygarlıklar tarımda da oldukça ileri bir düzeye ulaşmışlardı. Üretimleri
yalnızca çalışan kesimi değil, kendini din ve bilime adamaya yönelik bir
seçkinler takımını da beslemeye elveriyordu.
Daha da
önemlisi, bu
uygarlıklarda iletişime
ve deneyimle kazanılan bilgi ve becerilerin birikimine büyük kolaylık sağlayan
yazı sistemleri oluşmuştu. Uygarlıkları Mezopotamya’da MÖ 3000 yıllarında
yeşeren Sümerliler, yazılarını yumuşak balçık tabakalar üstüne yazıyorlardı. Mısırlıların
yazı yöntemi daha gelişkindi.
Kayıtlar, bitkiden elde edilen bir tür kâğıt
üzerine
mürekkeple yapılıyordu. Basit ölçme ve hesaplama işlerine olanak veren
matematik bilgileri de vardı.
Mısırlılar
geometride, Babilliler ise daha çok aritmetikte ilerideydiler. Bu gelişmeler önemli adımlar
olmakla birlikte kapsam ve derinlik yönünden sınırlı, çoğunluk gözlem düzeyinde
kalan çalışmalardı.
Bilim dikkatli ölçme ve gözlemsel veri toplama işlemi olmaktan daha ileri bir
çalışmadır. Bilimin ölçme ve gözleme dayandığı doğrudur, ama bunların yanı sıra
düşünme ve irdelemeyi içeren ussal bir etkinlik olduğu da yadsınamaz. Babilliler
ile Mısırlıların gözlem ve ölçme düzeyindeki pratiğe de yansıyan başarıları
küçümsenemez kuşkusuz; ama bilimin gerçek anlamda kimlik kazanması, gözlemsel
sonuçların belli kavramsal ilkeler çerçevesinde düzenlenmesi ve açıklanmasıyla
mümkündür. Bilim bu aşamaya, bir ölçüde de olsa, Helenistik dönemde ulaşır.
Antik Grek düşünürlerin gözlemden çok spekülatif düşünmeye ağırlık verdikleri
bilinmektedir. Aristoteles’e gelinceye dek, hatta daha sınırlı tutulmakla
birlikte Aristoteles ile bile, doğa’yı açıklama bütüncül metafizik türden bir
arayış olmuştur. Ussal düşünme ile gözlemsel verilerin karşılıklı etkileşimini içeren bilimsel
yöntemin ilk belirgin örneğini Helenistik dönemin seçkin araştırmacısı Archimedes’in
çalışmalarında bulmaktayız.
İlk dönem (MÖ
600-300) Yunan düşünürleri için felsefe ile bilim iç içe birlikte bir
etkinliktir. Thales, Anaximender, Anaximenes,
Parmenides, Pythogoras, Empedocles, Anaxogoras, Democritus vb. gerçekte bilime
yönelik filozoflardır. Düşüncelerinin odağında evrenin temel niteliğini,
nesnelerin ortak tözünü belirleme uğraşı yer alır. Tartışmaları felsefeyle
sınırlı kalmaz; Matematik, Astronomi, Fizik, Tıp gibi alanları da kapsar. Özellikle
astronomi ve matematikte başarıları son derece parlaktır. Geometriye ilişkin
pek çok önermeleri Mısırlılar bulmuştur; ancak bunlarm mantıksal ispatı
Yunanlıları beklemiştir. Bunun çarpıcı bir örneğini Pythogoras teoreminde
bulmaktayız, Dik açılı üçgenin geometrik özelliklerini hem Mısırlılar hem
Babilliler bilmekteydi. Ama teoremin ispatını ilk veren Pythogoras olmuştur.
Aritmetikteki başarılar geometrideki kadar olmamakla birlikte, asal sayı (1 ve
kendinden başka hiçbir sayıya bölünemeyen sayı), irrasyonel sayı (bayağı kesir
olarak yazılamayan sayı) vb. önemli bazı buluşlarından söz edilebilir. Ama onların
matematikteki en büyük atılımı hiç kuşkusuz geometriyi aksiyomatik bir dizgeye
dönüştürme başarısında kendini göstermektedir. Euclides ‘in kurduğu
aksiyomatik dizge tarih boyunca dedüktif düşünmenin gücünü ortaya koyan en
çarpıcı örnek olmuştur.
Aristoteles’le
sona eren klasik dönemi Helenistik dönem izler. Bu yeni dönemde entelektüel
etkinliklerin merkezi Atina’dan İskenderiye’ye geçmiştir. Euclides’in yanı sıra
Archimedes, Aristarchus, Hero İskenderiye’de yetişen bilgin-mühendisler
arasında başta gelen adlardır. Göksel nesnelerin devinimlerini matematiksel
olarak açıklayan Ptolemy de ünlü Almagest adlı yapıtını İskenderiye’de yazmıştır. Ptolemy sistemi Copernicus
devrimine kadar geçen 1500 yıl boyunca egemenliğini sürdürecektir.
Helenistik dönem metafiziksel
spekülasyonların değil, bilimsel ve teknolojik etkinliklerin ön planda yer
aldığı bir dönemdir. Modern uygarlığın özünü oluşturan bilimin oluşmasında, iki temel
öğenin (Babillilerin sayısal ve nicel bilgi edinme tekniği ile Yunanlıların
ispata yönelik mantıksal düşünme yönteminin) kaynaşması başlangıç noktası
olmuştur. Archimedes’in hidrostatik ve kaldıraç yasası gibi, Ptolemy
astronomisi de bu kaynaşmanın daha o dönemdeki ürünleridir. Ne var ki bu dönem,
MS 3. yüzyıldan sonra atılım gücünü yitirmeye başlar; çok geçmeden pek çok
yaratıcı etkinlik gibi bu dönemin bilimsel gelişim süreci ortaçağın karanlığına
gömülür.
Avrupa’da
ortaçağ süresinde bilimsel gelişim hissedilir oranda yavaşlarken, sekizinci
yüzyıldan on ikinci yüzyıla kadar İslam dünyasında önemli bilimsel çalışmalar
gerçekleşmiş; tıp, kimya ve matematik alanlarında çeşitli ilerlemeler
kaydedilmiştir. Arapların bilimsel atılımları öncelikle Yunan kaynaklarını
aktarma ve yorumlama ile başlamış, daha sonra çeşitli alanlarda bilimsel
gelişmeler oluşmuştur. Fakat bu gelişme 12.Yüzyılda Gazali’nin ortaya çıkması
ve Gazali düşüncesinin (Gazali felsefeyi, dolayısıyla özgür düşünceyi, tümüyle
yok etmeye yönelik olan kendi düşünce sistemini ortaya atmış ve bulduğu
yandaşları ile gelişime karşı gelmiştir)devrin güçlü hükümdarı tarafından
desteklenmesi Arap Müslüman atılımını sona erdirmiştir.
Ortaçağ’da
bilim kilisenin tekelinde, dinsel bağnazlığın buyruğuna girmiştir. Bu kısır
ortamda daha sonra ortaya çıkan skolastik felsefe, her ne kadar Aristoteles
mantığı çerçevesinde rasyonel düşünceye büyük bir güç kazandırdıysa da, temelde
teolojik içerikli bir metafizik olmaktan ileri geçmemiş ve daha da kötüsü,
zamanla tüm özgür arayışlara kapalı; olgusal dünyayı anlamaya değil, dinsel
dogmaları ispatlamaya yönelik döngül düşünme geleneğine dönüşmeye yüz
tutmuştur. Özgür atılımları ölüm cezasıyla yasaklayan engizisyon bu geleneğin
bir aracı olmuştur.
Bilimde ilk
canlanma on ikinci ve on dördüncü yüzyıllar arasında Batı Avrupa’da kimi
öğretim merkezlerinin oluşmasıyla baslar. Bu merkezler çok geçmeden Paris,
Oxford, Cambridge ve Padua Üniversitelerine dönüşür. Çeviri yoluyla klasik
Yunan kaynaklarına dönüş, düşünce ortamına büyük bir canlılık getirmiştir.
Bilimin yeni
bir gelişim sürecine girmesi belli önyargıların
yıkılmasını beklemiştir. Matbaanın ortaya çıkmasıyla kilisenin bilgi üzerindeki
tekelinin kırılması, iletişimin hızlanıp yaygınlık kazanması bu sürece yol açan yeni
arayışları beslemede büyük etken olmuştur.
İlk atılımları
on altıncı yüzyılda başlayan modern bilim, günümüze değin giderek artan bir
ivmeyle ilerlemesini sürdürmektedir. Modern bilimin doğuşunda, dört büyük bilim
adamının çalışmaları önemlidir. Bunlardan ilki Güneş-merkezli dizgesiyle modern
astronominin temellerini kuran Copernicus’tur. Onu Kepler ile Galileo izler.
Kepler, Copernicus dizgesini matematiksel yoldan doğrular; Galileo matematikle
deneyi birleştirerek bilime bugün bildiğimiz yöntemi kazandırır. Nihayet
Newton’la bilim kuramsal düzeyde 20.yüzyıla gelinceye dek tartışılmaz bir
senteze ulaşır.
Bilimin on yedinci yüzyıldaki bu büyük
atılımında rol oynayan önemli etkenler nelerdir?
Ne olmuştur?
Ne değişmiştir?
Daha önce de
vurgulandığı gibi bilim aynı zamanda sosyal ve kültürel bir olaydır; salt kimi
seçkin kişilerin olağanüstü yetenek ve öğrenme tutkularıyla açıklanacak bir
oluşum değildir. Gerekli sosyal ortamın ve desteklerin oluşması gereklidir. Unutulmamalıdır
ki sanat etkinlikleri bile elverişli koşullar içeren toplumsal bir ortamla
olasıdır ancak! Bu dönemde Avrupa Rönasansının yarattığı sosyal iklimin bilimsel
gelişimin ivmesini arttırmış olması en temel gerçektir.
Kuşkusuz, bilimi,
olup bitenleri kendi içinde anlamaya yönelik ussal bir etkinlik sayabiliriz. Ama
bu soyut bir tanımdır. Bilimin belli bir dönem ya da yerdeki gelişim atılımını
açıklamaz. Daha önce de belirtildiği gibi sosyal koşullara da bakmamız gerekir.
Copernicus, Galileo ve Kepler tüm kişisel atılım gücü ve üstün yeteneklerine
karşın bildiğimiz kimlikleriyle Rönasans öncesi dönemde, kişisel olarak ortaya
çıkabilirler miydi? Çıkamazlardı, çünkü ortaçağın karanlık ortamında öyle bir
gelişmeye olanak yoktu. Her şeyden önce entelektüel iklim buna elverişli
değildi. Dinsel bağnazlığın tek düze düşünce çerçevesinde yeni arayışlara
girişmek istense bile göze alınamazdı. Bir sapıklık olarak dışlanır, gerektiğinde
cezalandırılırdı. Rönesans bu tekdüze, dar çerçeveyi kırmıştır. İnsanlar
dünyaya açılma, öğrenme yolunda yeni arayışlara girme; antik çağın bilgi ve
düşünce kaynaklarıyla doğrudan tanışma olanağı bulmuştur. Artık Aristoteles
üzerindeki basmakalıp yorumlar değerini yitirmiş. İnsanlar taze ve eleştirel
bir yaklaşım içinde göreceli de olsa düşünme, tartışma ve iletişim kurma
özgürlüğünü yaşamaya başlamıştırlar. Klasik yapıtlar ulusal dillere çevrilmiş, matbaanın
icadı bu çevirilerin geniş halk kesimlerine ulaşmasını sağlamıştır. Giderek
ivme
kazanan bilgi anlayışı çok geçmeden
yerleşik normları sarsmaya başlayarak; insanlar – doğru
- diye
bellenen dogmaları açık ya da üstü örtük sorgulamaya
başlamıştır. Bu entelektüel uyanış, bilim için
elverişli
bir ortam hazırlamıştır.
Entelektüel uyanışa koşut olarak dinde
reformun da önemini unutmamak gerekir. Katolik kilisesinin
egemenliğini kıran Protestan hareketi ister istemez özgür arayışlara daha
fazla olanak sağlamıştır. Weber ve Merton gibi tanınmış sosyologların, Protestan
Ahlakı dedikleri,
dünyaya daha açık tutum ile bu tutuma
koşut ussal doğa anlayışı bilim için olumlu bir gelişme olmuştur. Ussal doğa
anlayışı, doğa ve doğaüstü varlıkların birbirinden ayrı olduğu, doğal düzenin
ussal olduğu, insanın doğal düzenini anlayabileceği gibi düşünceleri
içermekteydi. Protestanlar din ile bilimi bağdaşmaz iki ideoloji gibi
görmüyorlardı. Tam tersine doğayı anlamanın Tanrı’yı anlamayı
kolaylaştıracağı inancındaydılar. Doğa Tanrı’yı yansıtmaktaydı.
Rönesans
sonrası dönemde bilimin gelişimini etkileyen bir faktör de ekonomik ve
teknolojik gelişmelerdir. Ekonomi günlük gereksinmelerin ötesinde dışa dönük,
uzun vadeli bir gelişme sürecine girmiştir. Bu süreçte teknoloji giderek önem kazanmış ve yeni teknolojiler
için bilimsel araştırmalar yapılmaya başlamıştır.
Bilimde
Newton’la yükselen mekanik dünya anlayışı 20.yüzyılda aşılır. Mekanik dünya
anlayışını en keskin çizgileriyle Pierre S.Laplace (1749-1827) dile
getirmiştir. Ona göre belirimcilik (determinizm) tüm olguları kapsayan evrensel
bir ilkedir; önkoşulları verilen gelecekteki her olgu kesinlikle
belirlenebilir. Doğadaki tüm süreçlerin maddesel devinime indirgenebileceği
beklentisi paradigma tik bir güç kazanır. Ne var ki Newton mekaniğine olan bu aşırı güven
geçen yüzyılın sonlarına doğru sarsılmaya başlar. Kimi gözlemsel verilerin
mekanik teoriyle yeterince açıklanamadığı görülür.
Bu güçlükleri
giderme çabasında devrimsel nitelikte iki büyük teori doğar.
Bunlardan biri,
uzay, zaman ve evrenin yapısına ilişkin Einstein’ın görecelik kuramı; diğeri
temelini Max - Planck’ın
attığı kuantum teorisi. Bu iki sistem kendi alanlarında Newton mekaniğini aşmakla kalmayıp,
insan düşünce ve imgesine yeni ufuklar da açmıştırlar.
Özel Görecelik
kuramının öncüllerini oluşturan iki temel ilke vardır:
1) Doğa
yasaları ivmesiz devinen tüm sistemler için aynıdır.
2) Işığın hızı, kaynağına göre devinim içinde
olsun veya olmasın her gözlemci için aynıdır.
Özel Görecelik kuramı düzgün doğrusal (ivmesiz) devinen sistemlerle
sınırlıdır. Einstein’ın 1915’te ortaya koyduğu - genel görecelik - kuramı ise
birbirine göre hızlanan yada yavaşlayan (yani ivmeli devinen) sistemleri de
kapsamaktadır.
Özel Görecelik Kuramı, Newton’un mekanik
yasalarını değiştirmiştir. Genel Görecelik daha ileri giderek – çekim - dediğimiz
gravitasyon kavramına yeni ve değişik bir içerik kazandırır.
Özel Görecelik
gibi genel göreceliğin de ilk bakışta, çelişik görünen kimi ilginç sonuçları
vardır. Örneğin kurama göre, evren sonlu büyüklükte, ama sınırsızdır. Gene
kuram evrenin giderek ya büyümekte ya da küçülmekte olduğunu içermektedir.
Einstein bu
kuramıyla da yetinmez; yaşamının son otuz yılını daha da kapsamlı bir kuram
oluşturma çabasıyla geçirir. Evrende olup bitenleri bir genel ilke altında
açıklamak, insanoğlunun kökü klasik çağa uzanan değişmez bir arayışıdır.
Evrenin
düzenliliği Einstein’da bir tür dinsel inançtı. “ Seçeneğim kalmasa, doğa
yasalarına bağlı olmayan bir evren düşünebilirim belki; ama doğa asalarının istatistiksel olduğu
görüşüne asla katılamam. Tanrı zar atarak iş görmez!” diyordu.
Kuantum
teorisine gelince, bu teori atom altı düzeyde Newton mekaniğinin yetersiz
olduğunu göstererek fizikte etkisi giderek büyüyen, 20 yüzyılda ve halen
günümüzde geçerli olan ikinci devrimi gerçekleştirir.
Başta Einstein, kimi seçkin fizikçilerin
belirlenmezcilik ilkesini (Heisenberg) içlerine sindiremediklerini, hız ve
konumun birlikte belirlenme olanaksızlığını ilkede değil, araştırma
yöntemindeki yetersizlikten kaynaklanan geçici bir handikap saydıklarını
biliyoruz.
Ne var ki
aradan geçen yaklaşık seksen yıllık sürede, ölçme tekniklerindeki gelişmelere
karşın, belirlenmezcilik ilkesi bugün de geçerliğini korumaktadır. İlkenin
kalıcımı yoksa geçici mi olduğunu ancak zaman
gösterecektir. Söyleyebileceğimiz
kesin bir şey varsa o da bilimin geçmişte olduğu gibi gelecekte de beklenmedik
atılımlara, sürpriz gelişmelere açık olmasıdır.
Görüldüğü
gibi bilimin gelişim süreci devam ediyor. Burada önemli olan bu devamı ve
süreci algılayabilmektir.
Buraya kadar konu ile ilgili tanımları ve – bilim - ve
paralelinde - bilimsel bilginin - tarihsel süreç içinde gelişimini özetlemeye
çalıştım.
Sununun bundan sonraki bölümünde tarihsel süreç içinde
niye kopukluklar olduğunu veya neden geri dönüşler veya duraklamalar olduğunu
tartışmak istiyorum. Ayrıca nedenlerin bugün içinde var olup olmadığını ve
gelecekte nasıl olabileceğini birlikte aramak istiyorum.
Bilimi oluşturan Bilimsel
Bilgi, belli bir zaman süreci içinde oluşmuştur. Eğer ortam uygun değil ise,
güç ve sistem onu desteklemiyor ise, böyle bir ortamda bilimsel faaliyetin
gelişmesi söz konusu olamaz. Ancak bilimsel faaliyetlerin tamamen durması da
söz konusu olamaz; bilimsel faaliyet olamasa da, zaman, zaman mevcudun tekrarı
olarak devam eder.
Bunun en güzel örneklerinden
birini eski Hint uygarlığında görmekteyiz. Eski Hint uygarlığında, M.Ö
5000’lerde başlayan bilimsel faaliyetin giderek yoğunlaşıp çok verimli ürünler
ortaya çıkarttığı görülmektedir. Hindistan’da M.S V.ve VI. yüzyıllara
bakıldığında matematik, astronomi ve tıp alanında önemli ürünler verildiği
gözlenmektedir. Bunlar arasında matematik, astronomi adına Aryabbahata’yı ve Brahmagupta’yı
verebiliriz. İlki – pi - sayısının
hesaplamasını yaparak günümüzde kullanılan “3.1416” değerinin nasıl
hesaplandığını verirken ve de dünyanın yuvarlak olduğunu ve kendi etrafında
döndüğünü söylerken ve bunu delillerle gösterirken, Brahmagupta, günümüz trigonometrisinin
temellerini atmış ve sinüs, kosinüs gibi trigonometrik değerleri belirlemiştir.
Daha önce Eski Yunan da bu değerler kiriş hesapları şeklinde belirlenmekte idi.
İslam dünyasında da ilk çeviri eserler arasında bu iki bilim insanının
eserlerini görmekteyiz. Böylece bu çalışmalar İslam Dünyasını ve daha sonra
İslam Dünyası vasıtası ile Avrupa’yı etkileyerek günümüze kadar gelmiştir.
Bir toplumda varlığını
yeterince iyi sürdüremeyen bilim, bir başka toplumda, daha elverişli şartların
oluşmuş olduğu ve ona önem veren bir toplum ve siyasi yapının içinde varlığını
sürdürür. Mevcut bilimsel çalışmalar, bu yeni yerdeki bilim insanları
tarafından öğrenilir ve yeni bir temel üzerinde değil, bir devamlılık içinde
bilim yoluna devam eder.
“Bilimsel bilginin serüvenini bize veren bilim tarihi,
aynı zamanda, bilimin hangi şartlarda gelişip serpildiğini ve hangi şartlarda
gerilediğini bize gösterir; Bilimin toplumla, siyasi yapı ile ve de dinle olan
münasebetlerini de belirler. Böylece bir anlamda hangi şartlarda bilimsel bilginin
üretilebileceğini de belirlemiş olur.”
Bilimsel bilginin gelişmesi
ve de onun gelecek kuşaklara aktarılabilmesinde eğitimin ayrıcalıklı bir yeri
vardır. Bilimsel bilginin sistemli bir şekilde yeni nesillere aktarılması ve de
daha önemlisi, onların dogmalarından arındırılarak özgür düşünceli bireyler
olarak bilimsel çalışmalara özendirilmesi son derece büyük önem taşır. Bilimin
tarihsel süreç içindeki gelişimine baktığımızda, bilimsel faaliyetlerin şekillenmeğe
başladığı yerlerde ilk olarak ele alınan faaliyetlerden birinin eğitim olduğu
görülmektedir.
Örneğin; Avrupa’da 12.yüz yılda
bilimsel faaliyetlerin temeli atılırken, ilk şekillenen kurumlar cami okullarını
örnek alan kilise okulları - bunlar temel eğitim vermek üzere kurulmuştur-
olmuştur. Üniversiteler ise medreseleri örnek almıştır.
İlk bilim tarihçi olarak
genel bir kabul gören Auguste Compte toplumu belli bir gelişim süreci içinde
değerlendirir ve aynı paralelde bilimlerinde belli bir gelişim süreci içinde
ortaya çıktığını öne sürer. Auguste
Compte, “ evrenin sürekli bir değişim sürecine tabi olduğunu ve bu değişimin de
daha çok bir gelişme şeklinde olduğunu” savlamıştır. Dolayısıyla, O’na göre
nasıl bir canlı varlık belli bir gelişime konu olmakta ise, aynı şekilde
kültürel bağlamda da belli bir değişim ve de gelişime tabii olacaktır. İnsanın
biyolojik gelişmesi, zihinsel gelişimi ile bir paralellik gösterir. Auguste Compte’a göre, (Burada Auguste
Compte’un, kendi dönemindeki yaygın olarak etkin olan evrim görüşlerinden
etkilendiğini söyleyebiliriz) eğer
bilimsel bilgi belli bir çizgi izleyebiliyor ve gelişme yolunda önemli adımlar
atabiliyor ise, bu toplumun geliştiğini gösteren en iyi ölçüttür.
İlk bilim tarihçi olarak
kabul edilen Auguste Compte’dan iki yüz yıl kadar sonra, bugün, çağımızda, Bilimin ve tabii ki Bilimsel Bilginin konumu ve
gelişim süreci farklı tartışmalara konu olmaktadır. Bu konuda en iyi örnek
olarak Thomas Kuhn’un düşüncelerini inceleyebiliriz.
ABD’li bilim tarihçisi Thomas
S. Kuhn (1922-1996) bilim felsefesinin, bilimin ilerleyişine dair önermelerini,
yaptığı tarih incelemeleri yoluyla eleştiren ve alternatif bir bilimsel
ilerleme biçimi öneren bir araştırmacıdır. Kuhn’un temel eleştiri noktası,
Rönesans sonrası bilimin yekpare bir bütün olarak algılanıp, ilerleyişinin düz
bir çizgi üzerine yerleştirilmesinin tamamen yanlış olduğudur. Kuhn bunu
tarihin geriye doğru yeniden yazılması olarak görmekte ve bilim insanlarının
geldikleri noktayı en ileri nokta
olarak gösterme ideallerine hizmet eden bir edim olduğunu söylemektedir.
Compte’un pozitivizminin toplum tarihini, bir amaca yönelmiş olarak gören, doğru topluma doğru bir ilerleme tarihi
olarak okuyan anlayışının, bilim tarihinde de etkili olduğu, bilimsel
ilerlemenin de yönelmiş düz bir çizgi üzerinde devam ettiğinin söylendiği
düşünülürse, Kuhn’un önerisi bunun tersi olur. Kuhn’da, bilim; böyle bir
süreklilikten uzak, çeşitli görüşlerin birbirleriyle acımasız bir savaşım
içinde olduğu, hâkim bir görüşün saltanatının başka görüşler tarafından
devrimler yoluyla sonlandırıldığı ve ilerlemelerden ancak kısıtlı zaman
dilimleri içinde bahsedilebilen bir uğraşıdır. Günümüzde özellikle Cemaatlerce ülkemizde çok ilgi gören, düşünceleri ve tezleri
sürekli kendi amaçlarına yönelik olarak kullanılan Kuhn’un, Wallerstein ve
Fayeraband’de benzer ekolün savunucularıdır)görüşlerini kısaca da olsa
anlamakta fayda olduğuna inanıyorum.
Kuhn’un mevcut bilimsel
ilerleme modellerine karşı eleştirel bir tutum takınması, fen bilimleriyle
sosyal bilimler arasında gözlemlediği bir farktan ileri gelmektedir. Fen
bilimlerinin birbirini tamamlayan, birbirleriyle uyuşan bir kuramlar bütünü
olarak top yekûn ilerleyen ve temel felsefi ve yöntemsel sorunları çoktan
çözmüş bir görünümde olmasına karşın, sosyal bilimler birbirini tamamlamak
şöyle dursun, birbirleri ile toplamda elle tutulur bir ilerlemeye tabi olmayan
ve felsefi ve yöntemsel sorunlarla boğuşan bir haldedir.
Bu durum, Kuhrı’u şüpheye düşürmüş ve fen bilimlerinin
de göründüğü gibi, temel sorunlarını çözmüş ve düz bir çizgi üzerinde ilerleyen
bir şey olmayabileceğini düşündürmüştür. Bunun üzerine Kuhn, fen bilimleri ile
sosyal bilimlerde ortak olanı bulmaya çalışmış ve ikisini de açıklayabilecek
bir model üretmeye çalışmıştır.
Kuhn’un bilim tarihi
modelinde; Bilimin ilerleyişi iki döneme ayrılır: olağan bilim dönemi,
olağandışı bilim dönemi. Bilimlerin tarihleri, bu ikisinin sürekli birbirini
izleyen bir tekrarıdır. Olağan bilim döneminde, hâkim bir bilim yapma şekli
yani temel kabuller, denklemler, uygulamalar ve beklentiler vardır ki bunların
tümüne paradigma deniyor. Paradigmanın içinde olan bilim ilerler. Olağandışı
dönemdeyse, yeni keşiflerin yarattığı aykırılıklar, bunların oluşturduğu genel
bir bunalım, bunalıma tepki olarak ortaya çıkan diğer paradigmalar ve en
sonunda da devrim vardır. Bu modelin
ışığında Kuhn, sosyal bilimlerin farkının henüz hâkim bir paradigmaya
ulaşamamış olması olduğunu söyler ve temel sorununun çözümüne yönelik bir
yaklaşım geliştirmiş olur.
Bir bilim topluluğunda
bir paradigma olduğunu düşünelim. Bu bir süre iş görür. Bir süre sonra bir
yerde kuramla olgu arasında uyuşmazlık çıkar. Bunu ele almak bunalıma yol acar.
Paradigmanın çözemeyeceği bir durum olduğunda bunalım derinleşir. Bu
paradigmanın işe yaramadığını gösterir. Yeni paradigmaya zemin hazırlar.
Yalnız, aykırı tek bir örnekten ötürü paradigma doğrulanmadı diye kenara
bırakılamaz. Paradigmanın güvenli olmadığı durumlarda, yani açıklayamadığı bir
şey olduğu durumlarda bunalım yaratmak gerekir. Eski paradigmaya inanan
bilgiler kopsun diye yapılır bu. Böylece olağan üstü bilim etkinliği dönemi
gelir. Bu yeni paradigma ortaya çıkana dek sürer. Olağan üstü bilim etkinliği
iki paradigma arasındaki bir geçiş dönemidir. Bu geçiş birikimsel değil,
devrimseldir.
Kuhn bilimin bu işleyişini bilim tarihine bakarak
çıkarttığını söyler.Bilimin iki türlü boyutu vardır:
SOSYOLOJİK BOYUT: Bilgi saf toplumda yaşamaz. Mutlaka çevre etkisi
vardır. Topluluk onları belirler. Bu nedenle birtakım paradigmalar olmak
zorundadır.
PSİKOLOJİK BOYUT: Yeni paradigma oluştururken ki durumdur. Eski
paradigmadan yeni paradigmaya bağlanmak zordur. Kuhn bunu din değiştirmeye
benzetir.
Kuhn’un, bilimsel
topluluğun rolüne, ortak normlarına, devrimci kriz dönemlerindeki çözümlere
dair rolüne, bilimsel iletişim ve eğitimin örgütlenmesine ve bilimsel
devrimleri kışkırtan bilim ötesi baskıların farkına varılmasına gösterdiği
ilgi, çalışmalarının - felsefeci ve bilim tarihçisi çevrelerinin ötesinde -
sosyal bilimciler arasında da etkin olmasını sağlamıştır.
“Kuhn’un önemi tarihe bir doğrultu ve yön dayatarak,
bireylerin ve toplumların iradelerini sınırlayan, her şeyi bir - üst akıla - havale
eden pozitivizme bilim tarihi alanında ciddi bir saldırı yapmasındadır. Kuhn
tarihten verdiği örneklerle bilimsel gelişmenin doğrusal bir çizgi izlemediğini
gösteriyor ve doğanın önceden belirlenmiş tek bir yorumu olduğu ve bilimin bu
yoruma yaklaşmaktan başka bir şey yapmadığını reddediyor. Kuhn’un yıkmaya
çalıştığı şey, tartışılmadan kabul edilmiş ve bilinçsizce dogmatikleştirilip
bir ideoloji haline getirilen pozitif bilim anlayışıdır.”
Kuhn ayrıca tarihsel
süreçte birbirini takip eden herhangi iki kuramın gerçeğe yakınlık gibi bir
sıralamaya tabi tutulamayacağını söyler. Çünkü bizim ilerleme olarak gördüğümüz
bir durumun içinde aynı zamanda gerileme de vardır. Bilim sosyolojisi alanında
ise Kuhn, bilimsel toplulukların belli davranış biçimlerini açıklaması
bakımından önemlidir. Örneğin, belli bir paradigmaya bağlanan bilimsel
toplulukların dogmatik olmaları, kendi varlıklarını yaratıcı düşünceye borçlu
olduklarından, çelişkili görülür. Ancak Kuhn’un şemasında dogmatik dönemler ve
yenilikçi dönemler aynı oranda önemli ve gereklidir.
Kuhn’a getirilebilecek en
önemli eleştiriyse, doğrudan onun bilim tarihi anlayışıyla ilgilidir. Aslında
Kuhn, ne kadar uğraşsa da paradigmaların önceliğini gösterememiştir. Örneğin,
fizik alanında Galileo’dan beri birçok kuramsal değişiklik olmuş, ancak temel
bilimsel metot neredeyse hiçbir değişime uğramamıştır. Newton fiziği ile
Einstein fiziğinde evrenin geometrisi, zamanın ve uzayın doğası farklıdır. Yine
Newton fiziği ile kuantum fiziğinde maddenin yapısı ve davranışı kökünden
farklıdır. Ancak bu değişimler bilimsel yöntemin özünü etkilememiştir. Newtoncu
da, Einsteincı da, doğaya bakar ve onu anlamaya çalışırken aynı ölçütleri
kullanırlar. Deneysellik, niceliksellik, mümkün olduğunca az girdi kullanma vs.
gibi.
Kuhn’un düşüncelerine
baktıktan sonra biraz da fütürist yazarların en önde gidenlerinden Ray Kurzweil’in
düşüncelerine bakalım.
Bu düşünce sisteminin temel
çıkış noktası teknolojik ve bilimsel ilerlemenin kitlelerin çoğunun algıladığı
gibi doğrusal değil üssel/geometrik şekilde bir seyir izlediğidir. Diğer
yandan, bilindiği gibi, günümüzde teknolojik ilerlemenin hızı insanoğlunun o alandaki
bilgi üretim hızının yanı sıra kullanılan bilgisayarların da gelişme hızı ile
de doğrudan orantılıdır. Bu ilişkiden dolayı da bilgisayar teknolojisindeki
ilerlemeler insanoğlunun nanoteknoloji, biyoteknoloji, yapay zeka teknolojisi
ve malzeme bilimi gibi alanlardaki ilerlemeler üzerinde son derece etkili ve
hatta bu alanlar arasında birbirini geliştiren nitelikte sinerjilere ulaşmasına
olanak sağlamaktadır.
Kurzweil’in son yaptığı araştırma sonuçlarına göre,
yapay zeka, organik bilgisayar, nanoteknoloji ve biyoteknoloji alanındaki
ilerlemelerin hızı insanın evrim geçirme hızından dahi daha yüksek seviyededir.
Tüm bu bilgileri referans
olarak alan Kurzweil, 2050’li yılların başında teknolojik gelişmelerin
insanoğlunun makineler ile birleşmesi zorunluluğunu doğuracağını ve bu aşamadan
sonra yeni bir insan nesli oluşacağını hesaplamaktadır.
I. İnsan/Versiyon; Dört
ayağı üzerinde duran atalarımızı
II. İnsan/Versiyon; günümüz
insanını olarak düşünürsek,
III. İnsan/Versiyon; oluşacak
yeni tür insanın da olarak adlandırılması gerekecektir.
Kurzweil, yeni nesil insanın her yeni teknolojik
gelişme ile birlikte kendi yazılımını güncelleyen, hastalanmayan ve ölümsüz bir
insan olacağını destekleyici argümanları ile birlikte ileri sürmektedir.
Kurzweil ve benzer gelecek
kurgucularının geliştirdikleri öngörüler ışığında bizlerde bilimsel gelişimin
alacağı biçimi öngörebilir ve buna göre konumlanabiliriz!
SONUÇ:
Çalışmanın önceki
kısımlarında da değinildiği üzere, bilimsel düşünce ve bilgi üretme süreci
insanlık tarihi içinde bazı dönemler içinde dogmaya yenilmiş ve kesintiye
uğramıştır. Burada tabi ki gücün olumsuz tarafının ve boş tutkuların hakim
olduğu dönemleri kastediyoruz.
Bilimsel bilgi üretiminin
de tetikleyici unsurunun insanın bilme eğilimi ve toplumun üretim
gereksinimleri olduğunu düşünürsek bilimin insanlara nesnel yasaların bilgisini
verdiğini ve insanların da pratik eylemlerini gerçekleştirebilmek için bu
bilgiye ihtiyaç duyduğunu görürüz. Bundan dolayıdır ki emek insan
yeteneklerinin bir gerçekleşme biçimi olarak algılandığı takdirde doğanın
insansal özünü ya da insanın doğal özünü kavramak olanaklaşır.
İşte bu gerçeklerden dolayı, bugün geldiğimiz noktada
dogmanın bilimsel düşünceye karşı gücünün azaldığını, ama hep varlığını
koruyacağını görürüz.
Kaynakçalar:
1. Murat Özgen
Ayfer , Türkçe Felsefi Sözlük
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.