Tanrı'nın varlığını reddeden görüş
ATEİZM
Ateizm,
Tanrı'nın varlığını kabul etmeme olduğu gibi, aynı zamanda dini inançsızlığı ve
tüm dinlere karşı olmayı da içerir.
Ateizm kelimesi
Yunanca’da Tanrı anlamına gelen “Theos”tan türemiştir. Bu kelimeden de Tanrı inancına sahip olmak ya da
Tanrı'ya inanmak anlamına gelen Theism
anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de
İngilizce Theism kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup, Türkçe’de tanrıtanımazlık
anlamına gelmektedir.
Ateizm terimi öncelikle
felsefî bir kavram olup, Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile
getiren dünya görüşünün ismidir. Çok yaygın olmasa da, tarih öncesi dönemlerden
akıp gelen ve Karl Marx,
Feuerbach, Nietzsche, Jan Paul Sartre gibi bazı saygın filozoflarca da savunulan, önemli
bir marjinal görüştür. Yirminci yüzyılın ilk yarısında, tarihte hiçbir zaman
olmadığı kadar yaygınlaşmış kendine taraftar bulmuştur. Günümüzde ise eski
gücünden uzaklaşmakta ve fikrî dayanaklarını giderek yitirmekte olduğu
söylenmektedir.
Teistlere göre, Tanrı bütün var olanların
nedenidir, ama, kendisinin nedeni yoktur. Ateistler, “her neden başka bir nedenin eseridir” savı
ile bu görüşü reddeder. Bu sava göre, nedeni olmayan neden olarak Tanrı
var olamaz.
Nietzsche'ye göre, Tanrı ölmüştür. Tanrı ile
beraber tüm eski değerler de yıkılmıştır. Tanrının yerini ise, Tanrısal
özelliklerinin farkına varan “üstün” insan almıştır. Yıkılan eski değerlerin
yerini de bu üstün insanın değerleri alacaktır. Bu değerlere sahip olan insan,
netice itibariyle özgürleşecektir.
J.
Paul Sartre'a göre, insanın özgür olmasının yolu Tanrı'nın yokluğundan geçer,
çünkü, Tanrı'nın varlığı, insanın özgür olarak kendi değerlerini yaratmasını
engeller.
Ateistlerin düşünceye
başlangıç noktası, Üç Semavi Dinin Tanrı anlayışının reddidir. Yorum farklarını
bir tarafa bırakırsak, bu dinlere göre Tanrı, özünde ezelî ve ebedî olan, irade
ve kişilik sahibi, aşkın bir varlıktır. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan
kişiye ise ateist denmektedir.
Ateizmin Çeşitleri
Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de Tanrı’nın
varlığına inananlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar, ya da en
azından aynı sonuca varsalar da Ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla
tek bir ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır. Ana hatlarıyla,
Ateistleri kendi görüşlerinden hareketle şöylece sınıflandırabiliriz:
a. Mutlak
Ateizm :
Bazı Ateistlere göre Ateizm, Tanrı’yı reddetmekten
de öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan
doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de
bulunmamaktadır.
b. Teorik
Ateizm
Teorik Ateizm, Mutlak Ateizm yaklaşımdan biraz
farklı olarak, Tanrı’nın varlığını reddetmek şeklinde de tanımlanabilir.
Aslında Ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve
Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten Ateizm biçimi de budur. Bu görüşte,
düşünerek, tartışarak, zihnî bir çabayla Tanrı’nın varlığı reddedilir ve ilgili
iddialar çürütülmeye çalışılır.
Teorik Ateizmde Tanrı'nın
varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen
mûcize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve âhiret hayatı gibi
inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir Ateizmde sadece
Teistik Tanrı kavramını hedef almamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik,
transandantal (aşkın) veya antropomorfik (İnsan Tanrı) anlayışlarla, panteizm
ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer inanç sistemleri de
reddedilmiştir.
c. Pratik
Ateizm
Pratik Ateizm, diğer iki yaklaşımdan farklı olarak,
sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak veya Tanrı’yı günlük yaşama sokmamak biçiminde
tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır
ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, tanrısız bir dünya
ve tanrısız bir yaşam kurmayı düşlemektedir.
Bu tür ateistler,
Tanrı’nın varlığını kabul edenlerle her zaman mücadele etmeyi ve onları
dinsizleştirmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu yüzden bu kişilere bazen
militan ya da eylemci Ateistler de denmektedir. Felsefedeki temsilcileri
arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), Frederich Nietzsche (1844-1900), Sigmund
Freud (1856-1940) ve Karl Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de
bulunmaktadır. Söz konusu filozoflar teorik açıdan Tanrı inancını çürütmeye
çalışmakla kalmamış ayrıca pratik olarak inançsız bir toplumun hayalini de
kurmuşlardır.
d. İlgisizlerin Ateizmi
Bir kısım düşünürler Tanrı'nın varlığını veya
yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmiştir.
Her iki hususun da eşit derecede anlamsız bir iş olduğunu öne sürerek konuya
ilgisiz kalmayı yeğlemişlerdir. Bu tür Ateistlere göre insan, sadece var olanla
yetinmeli görünen âlemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla bunlara göre,
dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir
yargıda bulunmaya yada konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.
Ateizm
bir din midir? Kesinlikle hayır. Ateizm bir din değil, dinsizliktir, dinden
kurtuluştur, dinden çıkıştır. Dinle ateizm en uzak iki noktadadır. Bu konuda
söylenmiş şu ünlü söz, kısaca her şeyi açıklıyor: "Dinsizlik bir dinse,
sağlıklı olmak bir hastalıktır" Eğer ateizmi (yani dine en uzak
olanı) din olarak nitelendirecek olursak "din" kelimesi, anlamını,
özelliğini yitirecek, içi boşalacaktır. Ateizm bir din ise, dünyada dinsiz
insan yoktur. Bu durumda din kelimesi herkes için farklı anlamlara gelir ve
ortada tartışılacak bir şey kalmaz. Oysa Ateizm bir din değil, dinden
sıyrılıştır.
Dinler tarihi incelendiğinde görülür ki, Ateizm
zaman zaman, dönemsel olarak popülarite kazanmış veya kaybetmiştir. Kitleler,
dinsel taassubun karanlığından bunaldıkları ve bir aydınlık ihtiyacı
hissettikleri dönemlerde, reaksiyon halinde antiteze kayarak, Ateizmin kucağına
düşmüşlerdir. Bireyin, böyle marjinal rüzgarların etkisi altında, inanç
yelpazesinin bir ucundan diğer ucuna savrulmaması için, ilk önce, Tanrı’nın
varlığı veya yokluğu sorusuna yanıt aramak yerine, “Tanrı’ya inanmak yararlı
mıdır, zararlı mıdır?” sorusuna kendi vereceği cevabın ayırdına varması
yeterlidir. Günümüzün bir çok Ateisti, önce bunu yapmadan, salt, içinde
yaşadığı ortamda meydana gelen, ve kaynağında din bulunan tersliklerden şikayet
ettiği için Ateisttir,
Tanrı'nın varlığı yada yokluğunun bilinemeyeceğini öne
süren görüş
AGNOSTİSİZM
Bu
anlayış Tanrı'nın varlığı karşısında şüpheci bir tavır almaktır. Bu görüş
İlkçağda Sofist filozof Protagoras tarafından öne sürülmüştür. Protagoras'a
göre, Tanrı’nın duyularla algılanamaması, insanın ömrünün kısa oluşu Tanrı
hakkında bilgi edinmeyi engeller.
Agnostisizm
resmi olarak ilk defa 1800'lü yılların sonunda ünlü biyolog T. H. Huxley
tarafından ortaya atılmıştır. "Bilinmezcilik" olarak da tanımlanır.
Agnostisizm, Tanrı’nın varlığının "bilinemez" olduğunu savunur.
Dinlerin Tanrı’dan gelmediğini söyler ve dinlerin tanrısını da reddeder ve
ancak başka bir Tanrı’nın, bir yaratıcının varolup olmadığının hiçbir zaman
bilinemeyeceğini söyler. Bu bakımdan agnostisizm, kendini, Tanrı kesinlikle
vardır diyen Teizmden de, Tanrı kesinlikle yoktur diyen Ateizmden de ayrı tutar.
Agnostisizm, doğrudan Tanrı’yı reddetmemekte, ancak
onu bilmenin mümkün olmadığını öne sürmektedir. Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu
hakkında hiçbir şeyin bilinemeyeceğini, bu sebeple “Tanrı vardır diyemeyiz eza Tanrı yoktur da diyemeyiz, zira bilemeyiz.” De
İNANÇ SİSTEMLERİ ARASI İLİŞKİLER
Düşünce tarihinde, Teizm
ve sadece belirli çevrelerde etkili olan Ateizm, birbirlerine karşıtlıklarıyla
dikkat çeken iki yaklaşımdır.
Bu yaklaşımlardan Teizm,
kaynak itibariyle ilâhî olan ve evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inanan
üç Semavi dinin, Tanrı kavramını felsefî bir üslûpla dile getirir ve savunur.
Ateizm ise, başta ilâhî olmak üzere bütün Tanrı kavramlarını reddeder.
Bu arada, Deizm ve Teizmin,
gerekirciliğin [1][1]
varlığını kabul ettiklerini belirtmek gerekir. Ancak aralarındaki temel fark
şöyle özetlenebilir :
Deizm; “Tanrı
sadece yaratandır. Evreni yarattıktan sonra evrenle ve insanla hiçbir ilişkisi
kalmaz. Evren kendi yasalarıyla kendini yönetir ve varlığını devam ettirir”
der.
Öte yandan Teizm ise, “Tanrı
evreni yasaları ile beraber yaratmakla birlikte, evren varolduğu sürece onu
yönetendir de. Yaradılış ve oluş devam ettiğine göre, Tanrı’nın âlemle ilişkisi
ve yönetme fiili de devam etmektedir. Gerekircilik yasası ve düzeni, Tanrı’nın
kudretinin ve fiillerinin bu âlemdeki yansımasından ibarettir ve bu yansıma da
süreklidir.” Demektedir. Görüldüğü
gibi, Teizmin Deizmden farkı, Teist görüşün Tanrı’nın zat ve sıfatlarını
içermesidir.
Tarihsel
süreç içinde, Deizm önce en basit tarifiyle, Tanrı tanımazlık olan Ateizme
karşı Tanrıcılığın savunusu olarak kullanılmıştır. Daha sonra asıl hedefleri
Tanrıcılığı hakim kılmak olan Kilise teologları, kendi amaçları doğrultusunda
Teizmi, özgür düşünce yandaşlarınca benimsenen Deizmden ayırmışlardır.
Metafizik
ile ilgilenen çevrelerde önceleri geniş anlamda Teizmle anlamdaş olarak
kullanılan Deizm, giderek Ateist bir anlam kazanmış ve ardından da doğal
din ile anlamdaş kılınmıştır.
Osmanlı çevirilerinde bu fark kavranamamış her iki terim içinde “İlahiyye”
sözcüğü kullanılmıştır.
Teizm; Tek
Tanrı’nın varlığını kabul ettiği için Politeizmin (Çoktanrıcılık) zıddıdır.
Tanrı’nın varlığını kabul etmesi bakımından Ateizme de karşıttır. Tanrı, âlemin
üstünde ve onu yarattığı için Panteizmden ayrılır, âlemi hâlâ ve sürekli
yönettiği için de Deizmden ayrılır.
Deizm, bir bakıma
utangaç bir Ateizmdir. Ünlü bir özdeyişte; "Panteistler tanrıyı işten
attı, Deistler tanrıyı emekli etti, Ateistlerde onu öldürdüler."
denmiştir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Din
unutuldu, unutulacak, bitti, bitecek denilirken, günümüzde hiç beklenmedik bir
anda, insanlığın gündeminde en baş sıralara oturuvermiştir. Bundan sonra
insanlığın geleceğinde etkin olacak temel faktörlerin en önemlileri, doğru
bilgi ve din olacaktır.
Toplumsal
boyutta birleştirici çok önemli bir unsur olarak din, insanlık tarihi boyunca,
insanlığın doğal akışında daima etkin olmuş; hatta bu akışa ciddi olarak
damgasını vurmuştur. Yapılan araştırmalar, tarihte tümüyle dinden uzak bir
toplumun mevcut olmadığını; toplumun olduğu her yerde, mutlaka din olgusunun da
kendiliğinden varolduğunu ortaya koymuştur. Bugün gelinen noktada, dînin
yeniden ön plana çıkmış olması, en azından yakın gelecekte de din olgusunu
dışlayarak yada görmezlikten gelerek herhangi bir toplumsal yapılanmanın pek mümkün
olmayacağını göstermektedir.
İnsan,”oluş” halinde bir varlıktır. İlk
hücrelerin oluşumuyla birlikte başlayan bu sürecin ilk aşaması, insanın son
nefesini vermesiyle birlikte tamamlanmış olur. İnsanın yaratılış amacı, ömür
denilen kısa zaman diliminde, toplum içinde, kendini gerçekleştirmedir. Bu
bağlamda din, insan için, insanın kendini gerçekleştirebilmesi için, bir “araç” niteliği taşımaktadır.
Tıpkı
akıp giden nehirler gibi, toplumlar da sürekli değişmektedirler. Buna bağlı
olarak, insanî olan her şey de, bu değişimden hissesine düşeni almaktadır.
İnsanın ürettiği kültür, uygarlık, siyasal yapı ve sonuçta da değerler alanı
bile değişmektedir. Dinamik bireylerden meydana gelen toplum da, doğal olarak
sürekli değişim içinde evrimleşecektir. Bu değişimin fark edilmesi, sürecin çok
yavaş yada çok hızlı işlediği dönemlerde, bir hayli güçleşebilmektedir.
Din,
çift yönlü kesen bir kılıç gibidir. Doğru anlaşılmadığı zaman, insanları
olumsuz yönde etkileyebilir. Doğru din anlayışı ise, ilerleme, gelişme, hatta
uygarlık yaratma yolunda motor görevi görür. Bu bağlamda din olgusu, çift yönlü
olarak bu değişim sürecinin içindedir. Zaman, zaman değişim sürecinin
istikametini belirlemekte, hem onu etkilemekte, hem de, değişimden kendisi
etkilenmektedir.
Din
insanlara temel iletişim kodlarını verir. Bireylerin inanıp inanmaması, dindar
olup olmaması bir yana, insanların birbirlerini doğru anlayabilmeleri, büyük
ölçüde din hakkındaki doğru bilgiye bağlıdır. Din hakkında doğru bilgi sahibi
olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. Fiziksel boyutta yaşlanmakta olan
dünyamız, bilişim teknolojisindeki süratli gelişim nedeniyle gittikçe
küçülmektedir. Eğer, barış içinde yaşamak gibi toplumsal bir amacımız varsa,
görüşümüz, ideolojimiz, din anlayışımız ve din konusundaki yorumumuz ne olursa
olsun, öncelikle birbirimizi hoş görmeyi ve tolerans göstermeyi öğrenmek
zorundayız. Bu ise, insanların birbirlerini doğru anlamalarına bağlıdır. Din,
bu konuda bize yardımcı olacaksa, kişisel hesapları bir kenara bırakıp, din
konusunda birey ve toplum olarak doğru bilgi sahibi olmanın yollarını aramak
durumundayız.
İslam dininin en kutsal
mekânı olan Kâbe etrafındaki insanlar, eğer sadece Kâbe’nin taşına toprağına
secde etmiyorlarsa ve eğer o insanlar, 1400 yıl önce Muhammed’in Kâbe’nin içindeki
putları kırdığı gibi, binanın taşını toprağını aradan kaldırabilseler,
karşılarında görecekleri kendilerine secde eden İnsan – Tanrıları fark etmeleri
pek kolay olacaktır. O halde, acaba dinler, “Çıplak kralın giysileri
midir?” Umarım, hepimiz hayatımızda hiç olmazsa bir kez, bu soruyu
kendi kendimize sorumuşuzdur ve ötesinde umarım ki, hepimizin o soruya verdiği, vicdanımızda saklı bir yanıt
vardır...
Theo’nun Kutsal Yolculuğu
adlı bir eserde yer alan; “Dinler bir
ağacın dalları gibidir. Tek büyük bir ağaç, kökleri tüm yeryüzünün altına
dağılmış, dalları gökyüzüne doğru büyümekte ve kabuğuna da yazı
yazılabilmektedir.” şeklindeki görüş, din olgusuna, doğru yaklaşımın
ifadesidir. Hangi ulus ve toplumdan olursak olalım, bu ağacın dalları altında
yaşamımızı sürdürmekteyiz. Ağacın dalları ve yaprakları arasından süzülen ışık
ve nur’dan yararlanma oranı ve yoğunluğu, bireyin Tanrı’ya bakış
açısı, inanç algılaması ve ağacın kabuğuna yazabileceği yazının içeriğine göre
değişecektir. Kabuğa oyulacak bu yazılar, sevgiyi, hoşgörüyü, insanlar ve
insanlık için ortak amaca yönelik düşünsel boyutta bir birlikteliği içermeli,
ağacın içindeki öze ulaşmamızda da bizlere yardımcı olmalıdır.
Düşünsel
yönden birbirlerine çok benzeyen ve birbirlerini her boyutta etkilediklerinden
şüphe edilmeyen dinler, temel algılayışlar bazında birbirleriyle büyük ölçüde
örtüşmelerine rağmen, yetersiz toplum liderleri ve yöneticileri tarafından,
ortaya çıkma nedenleri olan ahlâki ve içsel olgunlaşma amaçlarından
saptırılarak, kolayca istismar edilen popülist politika malzemeleri ve birer
siyasal araç haline dönüşmüşlerdir. Rönesans ve Reformdan sonra dinlerin böyle
amaç dışı kullanımından büyük ölçüde kurtulan Avrupa’da ise, din olgusu sadece
ahlâki ve içsel gelişim ve dayanışmayı destekleyen temel bir unsur olarak ele
alınabilmektedir. 21. yüzyılın başında, yönetimle, dinin ayrılması ve laisizm
denen evrensel düşünce tarzının, başta ulusumuz olmak üzere diğer İslam
ülkeleri ve hatta tüm insanlıkça benimsenmesinin zamanının geldiğini düşünmemek
elde değildir.
“Bütün
öğretiler pencere camını andırır. Arkasındaki gerçeği görsen de, cam nedeniyle,
sen ve gerçek birbirinizden ayrılırsınız.”
Halil Cibran
[2][1] Kelam: İslâm
felsefesinde Tanrı'nın varlığını ve birliğini akıl ve mantık yoluyla kanıtlamak
isteyen görüştür.
[3][2]
Transandantal:
Transcendence veya transcendency (transandans) kelimesinin “transandantal
olma”, transcendental (transandantal) kelimesinin ise “üstün, faik”, felsefî
kullanımda “deneyüstü, tecrübeden üstün olan, fizikötesi, tabiatüstü, doğrudan
tecrübeyi aşan ama rasyonel bilgiye karşı olmayan” şeklinde tanımlanır.
Transcendent (transandan) kelimesi ise “üstün, faik, insan aklından üstün,
sıradan yaşantının sınırlarının ötesine taşan veya onu zorlayan”, Immanuel
Kant’ın felsefesindeki kullanımıyla “mümkün olan bütün tecrübe ve bilgilerin
ötesinde olan” gibi anlamlarla karşılanmaktadır.
[4][3] Doğal Din: Aydınlanma
felsefesi içinde sayılan düşünürlerden bir kısmı ateist iken, bir kısmı da
Tanrı’ya inanmaktadırlar. Ancak ilginç olan, inançlı olan düşünürler de dinin
kaynağını “vahiy”de değil “akıl”da ararlar. 18.Yüzyıl Aydınlanma Felsefesinin
din görüşünde “akıl dini” yada “doğal din” kavramı ne çıkar ve dini insanin
aklında ve doğasında yerleşik inançlar olarak alır. Dolayısıyla bu dinin her
insanda her zaman var olduğu iddia edilmektedir.
[5][1] Gerekircilik (Determinizm): Her
olayın bir nedeninin olduğu ve aynı nedenlerin, aynı şartlar altında her zaman
aynı sonuçları doğurduğunu, dolayısıyla olayların zorunlu ve evrensel kanunlara
uyarak ortaya çıktığını kabul eder. Bu görüşe göre, insan, doğa ve sosyal
yasaları bilmek, tanımak ve onlara hakim olmakla, zorunluluk alanından özgürlük
alanına geçer ki bu da zorunlu-özgürlük diye adlandırılır. Bu durumda, insan
doğa ve sosyal yasaları yaratamaz, edemez ve değiştiremez, ama onları
tanıyıp bilmekle korunur, zararlı sonuçlarını
yararlıya çevirebilir.
KAYNAKÇA
1. AĞAOĞLU,
Murat - Tanrı Kavramının Geçmişten Günümüze Evrimi
2. AKİN,
Asım (Prof.Dr.) - Pozitif Düşüncenin Soyağacı, Dinler
3. ECEVİT,
Özgür - Teizm ve Deizm
4. GÜRKAN,
M. Bülent - Din Felsefesi
5. KÖKDAMAR,
Yusuf - Felsefesel ve İnançsal Bazı Terimlerin Anlamları ve Açıklamaları
6. ONAT, Hasan (Prof. Dr.) -
Türkiye’de Din Anlayışı, Din Alanında Yeniden Yapılanma
7. SAYGIN,
Hasan - Kader ve İrade
8. TOPALOĞLU,
Aydın (Dr.)
– Ateizm
9. YILDIRIM,
Halit makale 21.03.2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.