Doğa Felsefesinin Çöküşü - Günümüz ekonomik krizi ile ilgisi


Doğa felsefenin çöküşüyle günümüz ekonomik krizlerinin ilgisi var mı?

Felsefe, bugün bildiğimiz kadarıyla İonya'da Thales ile birlikte doğdu. Thales ve ondan sonra gelen düşünürler, varoluşun sırrının ne olduğu, doğanın neden meydana geldiği, evrenin ezeli ve ebedi olup olmadığı gibi sorulara cevap aradıkları için "doğa filozofları olarak adlandırıldılar. Doğa felsefesi yaklaşık iki yüzyıl boyunca çeşitli düşünürler tarafından ele alındı ve Demokritos ile son buldu. Bu iki yüzyıllık dönem felsefe tarihinde Presokratik dönem olarak adlandırıldı.

Sokrates ile yeni bir dönem başladı. Doğa araştırmaları bir tarafa bırakıldı. Yeni yetişen düşünürler, toplumsal olaylar, insanlar arası ilişkiler, ahlak gibi sosyal konularla ilgilenmeye başladılar.

İon felsefesi neden sosyal konulardan ziyade doğa üzerine yoğunlaşmıştı?
Neden Sokrates ve ondan sonra gelen düşünürler, kendilerinden öncekilerin hiç yapmadığı biçimde topluma yön verme ihtiyacını duydular?
Felsefede bu dönüşümü tetikleyen neydi?

Yanıt tek sözcüktür: Ekonomi

İon kentleri, topraklarının bolluk ve bereketi sayesinde insanların refah içinde yaşadığı, çağının en ileri ticaret olanaklarına sahip, geniş bir özgürlük ortamının bulunduğu kentlerdi. Doğa filozofları, İon kentlerinin sakin ve uyumlu yaşamı içinde, çalışmalarını doğa üzerinde yoğunlaştırdılar. İon kentlerinin bu parlak yaşamı Pers işgaline kadar sürdü. Sonrasında Anadolu'dan çeşitli Hellen kentlerine göç eden düşünürler, gittikleri yerlerde İon ekolünü sürdürdüler.

Ancak M.Ö. 5.yy'dan itibaren, Hellen kentleri arasındaki uyum bozulmaya başladı. Atina ile Sparta site devletleri arasında M.Ö.431 yılında bir savaş patlak verdi. Toplam 27 yıl süren Peloponnesos savaşları, toplumsal değişimlere sebep oldu.

"Atina'nın diğer site devletleri üzerindeki nüfuzu kırıldı. Sermaye sahipleri ile sıradan halk arasındaki uçurum derinleşti. Toplum içi uyum kayboldu. Halk arasında bir sefalet başladı. İsyanlar, yağmalar gündelik olaylar haline geldi. Ekonomide yaşanan çöküş tefeciliği yaygınlaştırdı. Toplumda yaşanan hızlı değişim eski ideolojileri sarstı. Eski sakin ve uyumlu yaşam üzerine oluşmuş normlar adetler değer yitirdiler. Bir dönüşüm oluyordu. Yeni olaylara yeni felsefeler gerekti. Yetişen felsefeciler, yeni düşünceler ortaya attılar, ahlakın, geleneklerin, hukukun gözden geçirilmesini ve düzeltilmesini talep ettiler.. “( 2 )

Böylece eski doğa felsefesinin zemini de ne yazık ki tümden kaymıştır.

Bundan sonra felsefenin ilgi alanı, artık etik ( ahlak ),  politika ve ekonomiye yönelmiştir.
 
Gelelim günümüze; günümüzde kapitalist sistemle idare edilen ülkeler iki kısımdır:

1-Sanayi devrimini bundan 250 yıl kadar önce yapmış, sermaye birikimi olan, gelişmiş bir sanayiye sahip, bundan 100 yıl kadar önce de emperyalist bir düzene geçmiş olan ülkeler. Yani ABD, Batı Avrupa ülkeleri, Japonya.
2-Sanayilerinin gelişmesi emperyalist ülkelerin bilinçli müdahalesi sonucunda engellenmiş, sermayesi yetersiz, gelişmeye çalışan ülkeler.

Önce gelişmemiş ülkelerdeki ekonomik duruma bakalım.
Türkiye gibi gelişmeye çalışan ülkelerde sermaye (makine, donanım) yeterli olmadığı için, üretim yetersizdir.
Bu ülkeler ürettikleri kadar tüketmek zorundadırlar.
Eğer kalkınmak isterlerse, ürettiklerinden de az tüketmeleri gerekir.
Çünkü, kalkınmak için yatırım yapmak zorunda olduklarından, üretimlerinin bir bölümünü yatırım harcamalarına ayrılmaları gerekir.
Bunun için tüketim sınırlı olmalı, halk bu gelir düzeyine göre yaşam düzeyini ayarlamalıdır.
Ancak emperyalizme bağlı yönetimler altında bulunan gelişmemiş ülkeler bunu yapamaz.
Çünkü gelişmiş (emperyalist) ülkelerde sermaye yeterinden de fazla olduğundan, üretimleri kendi iç pazarlarına tüketilememekte, fazla üretimin ihracı gerekmektedir.
Bu fazla üretimin gelişmemiş ülkelerce alınabilmesi için, o ülkelere sermaye ihracı yapılır. Yani o ülkelere borç verilerek işlevleştirilir.
Böylece gelişmemiş ülkelerde cari açık meydana gelir. Yani aldığı, sattığından fazla ( biz de ki mevcut dış ticaret açığı olur) .
Cari açık finanse edilebiliyorsa (yani emperyalist ülkelerden gelişmemiş ülkeye sermaye akımı - sıcak para girişi - devam ediyorsa) sorun yoktur.
Yani denklem şöyledir:

Cari açığın finanse edilebilir olması = Sıcak paranın giderek artan bir şekilde girmeye devam etmesi = emperyalist ülkelere borçlanmadır.

Bu politikanın sonucu, toplumda tüketim terbiyesizliğinin yaygınlaşması olarak görülür.
Yani, ürettiğinden fazlasını tüketmek, üretmeden tüketen bir ekonomi.
Böylece emperyalist ülkelerin üretim fazlasına talep yaratılır, talep yetersizliğinden kaynaklanan bunalım ve çöküntü ertelenir.
İşte, emperyalizm dediğimiz şey de budur.
Başka bir deyişle, emperyalizm, kapitalizmin bunalım sonucu çökmesini geciktirecek bir önlemdir.
Kapitalizmin çökmemek için son çırpınışı.
Lenin'e göre: “ Kapitalizmin en yüksek aşaması.”
Hikmet Kıvılcımlı'ya göre:  “Geberen kapitalizm.”
Mehmet Akif'e göre: “ Medeniyet denen tek dişi kalmış canavardır. “

KAPİTALİZMİN YAPISAL ÇELİŞKİSİ

Kapitalizmden önceki üretim biçimleri çok uzun yıllar kriz, istikrarsızlık gibi hastalıklara yakalanmaksızın sürdürülebildi.
Çünkü üretim aletlerinin gelişmesi ve emek verimliliğinin artışı çok uzun zaman alıyordu.
Kapitalizm ise sanayiye, yoğun teknolojik gelişmeye ve bunun üretimde kullanılmasına, yani sermayeye dayalı bir üretim biçimidir.
Aşırı teknoloji üretim ve kullanımı, tüketim ihtiyacının çok üzerinde üretim sağlanmasına yol açmış, üretim-tüketim dengesi bozulmuştur.
Fazla üretim sermaye olarak biriktiği ve yatırım olarak yeniden üretime katıldığı için üretim artışı giderek hızlanmış, artan üretim için yeni iş gücü talebi işsizliği azaltmış, dolayısıyla sistemin çalışmaya başladığı ilk senelerde fazla üretim bir sorun olmamıştır.

I.           MADDE :
Ancak, teknolojik gelişme gittikçe emeğin verimliliğini ve üretimi arttırmaya başlayınca kapitalizmin yapısal çelişkisi ortaya çıkmıştır.
Çünkü emeğin verimliliğinin artması, giderek daha az emekle daha fazla üretim yapma sonucunu verir.
Teknolojisini geliştiren işyeri işçi çıkarır, daha az işçi ile eskisinden daha da fazla üretim yapar. Ve bu böyle devam eder.
Böylece işsizlik artar.
İşsizlerde para yoktur, üretilen malları alamaz.
İşte çelişki: Üretim artıyor, fakat bu üretilen malları alacak olan insan sayısı azalıyor.

Teknolojik gelişme = Daha az emek, daha fazla üretim = İşsizliğin artması, talebin düşmesi = Satılamayan fazla mallar

A. Fazla malın eritilmesi için ilk bulunan formül, piyasaya mal arz etmeyecek, ancak mal talep edecek iş alanları yaratmak oldu.
Bunun için hizmet sektörü geliştirildi. Mal üretmeyen, hizmet yaparak para kazanan ve mal alabilecek bir kitle yaratıldı.

B. İkinci formül ise, birinci bölümde anlattığımız sermaye ihracı, yani gelişmemiş ülkelere borç vermek idi.
Gelişmemiş ülke, gelişmiş ülkeden aldığı borçla, gelişmiş ülkedeki fazla üretimi satın alacak ve sistemin çökmesi önlenecekti.
Ancak, üretim fazlasının az gelişmiş ülkelere borç verilerek pazarlanması sistemi de işlerliğini giderek yitirmektedir.
Çünkü bu durumda, borçlar gelir transferi ile değil, servet transferi ile ödenecektir.
Yani az gelişmiş ülkede üretim yetersiz olduğu için borcunu üretimle ödeyemez, özelleştirme perdesi altında milli kuruluşlarını emperyalist ülkelere vererek borcunu ödeyebilir.

II. MADDE:
Morgıç krizi, yukarıda söylediğimiz çelişkiden çıktı.
ABD'de işsizliğin artması ile, işçi sınıfının gelirleri düştü ve ev kredilerinin (mortgage - morgıç) geri ödemeleri aksamaya başladı.
Ev kredilerinin dondurulması veya faizsiz uzun vadelere bağlanması olanağı da yoktur.
Finans kurumlarının alacaklarını iflas masası işlemlerinden alma gayretleri sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

Peki, gelişmemiş ülkeler borçlarını nasıl ödeyecekler?

Sistemin esası ürettiğinden fazla tüketmek olduğundan, fazla tüketimi karşılamak için alınan borçların yurt içinde meydana getirilecek gelirle, yani üretimle ödenmesi olanaksızdır.
Bu durumda, borçlar, gelişmemiş ülkede yıllardır oluşturulmuş servetin yani fabrikaların, işletmelerin (milli sermayenin - Ulusal birikimlerin) emperyalistlere verilmesi ile ödenecektir.

Bu olay, el koyma biçiminde kaba bir şekilde değil, serbest piyasada özelleştirilmeye çıkarılan işletmelerin satın alınması gibi şık bir biçimde yapılır.

Bunların yanında, dünyada ki enerji ve hammadde kaynaklarının sınırlı olması ve kapitalist ülkelerin bu kaynaklara sahip olma, bu enerji kaynaklarına hakim olarak dünyadaki yönetime sahip olma istekleri ve en önemlisi de dünya pazarlarına hakim olma kavgalarıdır.

İşte insanın insanı sömürmesi;  bunca acımasız  ve ahlaksız doğa dışı düşünüş ve pragmatik ( çıkarcı ) felsefi bakış açılarındadır ki büyük savaşlar, kıyımlar kaçınılmaz olarak engellenemiyorlar.

Belki de engellemek istemiyorlar. Çünkü bu kez de silah satarak, insan öldürerek, öldürterek para kazanmaya devam ediyorlar.

Bunun yanında da dini bir çıkar aracı olarak ahlaksızca,  pervazsızca ve insafsızca kullanmaya devam ediyorlar.

Sanıyorum insanlığın kurtuluşu için yeni ve daha insancıl felsefi yaklaşımlar gerekiyor.

Yoksa insanlığın büyük çöküşü kaçınılmazdır!

Sanki; Anadolu Aleviliğinin özünde, insana ve doğaya bakışında bu insancıl düşünüş ve felsefi yaklaşım var mıdır nedir?
“ Karanlıktan şikayet etmeyi bırakıp " Işığı " yakmaya bakalım! “
 P Doğaya saygı;  bu sayfayı okumadan önce ve sonra,  su ve diğer doğal kaynakları kullanırken gelecek nesilleri düşünüyor musunuz?  “
“ Ama çok geç olmadan.!”
“ Eleştirmek değil, değiştirmek için gönüllü olmalıyız! “   - Alıntılardır –
Kaynakçalar:

1)   Kerem Göksel; felsefi yazışmalar.
2)    İsmail Hüsrev Tökin; Antik İon da doğa Felsefesi
3) Teori Dergisi Aralık 2007 "Kapitalist Sistem Sonuna Geldi        mi?" Şefik Çakmak Maliye Bakanlığı Eski Gelirler Gn. Md. Yard.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İnsan doğuştan kötü müdür?

İnsan doğuştan kötü müdür? “ Her ne arar isen, kendinde ara.” Hacı Bektaşı Veli ” Kendisini olduğu gibi kabul etmeyen tek varl...