ENTELEKTÜEL – AYDIN KAVRAMLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Günlük dilde kullanılan sözcüklerin hemen hepsi önemli
bir hastalıkla maluldür: Bunların ne anlamda kullanıldıklarını, anlam
sınırlarının belirsizliği nedeniyle, kesin olarak bilemeyiz. Bizde son
zamanlarda aslında bir sıfat olan "entelektüel" deyimi fikir adamı
yerine kullanılıyor olsa gerek. Fikir adamı da; aklıyla iş gören sorunlara
aklını ve zekasını kullanarak, soracağı sorularla yanıt çözüm arama çabasında
kişi olarak yorumlanabilir. Her hal ve karda burada işe; zekanın, anlama ve
kavrama yeteneğinin, bilginin karıştığı yadsınamaz. Bazen kafa sözcüğünün, zeka
ve anlama yeteneği anlamında kullanıldığını da biliyoruz.
Konunum ‘Entelektüel Kavramı Üzerine’ başlığı
taşıdığına göre, bunda entelektüel sıfatının belli bir kavramı dile getirdiğini
düşündüğüm sonucunu çıkarmak mümkündür. Oysa günlük dilde kullandığımız hiçbir
sözcük, bu düşüncemin doğruluğunu belgelemez. Gerçi pratik hayatta çoğu zaman
elmayı armuttan ayırt ederiz ama; sevgi, tutku, acıma hele iyilik, kötülük,
adalet gibi sözcükler söz konusu olduğunda, bu iş hiç de kolay değildir.
Nitekim Stendhal sevgi üzerine 400 sayfalık, John Rawls ise
Adalet üzerine 600 sayfalık yapıtlar yazmışlar. Bilge'lik üzerine yazılacak bir
yapıtın daha da hacimli olması beklenebilir. Felsefe de olduğu gibi, Sanat
hatta Bilim içinde aynı şey geçerli. Herhangi bir sözcüğe belirli değişmeyen
bir anlam kazandırma; yani formelleştirme girişimleri, sınırlı kalmaya mahkum
gibi görülüyor.
Etimolojik açıdan bu sözcüğün Latince ‘Intelectus’ dan
(zihin) türediğini söyleyebiliriz. Geçen yüzyılda Rusya'da kullanılan
‘Entelijansiya’ kavramını da gözden kaçırmamak gerek. Bir yandan Çarlığın
despotizmine öbür yandan Ortodoks Kilisesine karşı çıkan hukukçular, doktorlar,
öğretmenler, mühendisler gibi okumuşlar kümesini mimlemek için kullanılmış ve
tek, tek bireylere değil de, bir gruba verilen ortaklaşa isim. Ben entelektüel
deyiminin Türkçeye bu yolla girdiğini düşünüyorum. Ancak entellek, akla ve
diskürsif düşünmeye karşıt, soyut ve mantıksal
düşünme yetisi, genel düşünceleri üretme ve kullanma gücü, kavramlarla düşünme
yeteneğidir. Bence entelektüeli, entelijansiya ile ilişkilendirmek doğru
değildir. Çünkü; Entelijansiya dış dünyaya, doğaya duyulan pragmatik (yararcıa)
ilgiyi gösterir, dünyayı biçimlendirebilen teknik kapasite anlamına gelir. Entelijansiya,
ustaca kullanabilen yetenekte, meslek kapasitesinde, uzmanlık becerisinde ve
gücünde ortaya çıkar.
Entelektüel'in kültür diline yerleşmesi ise, ünlü
Dreyfus Olayı sırasında oluyor. Zola'nın izinden giden bir grup yazar, düşünür
ve sanatçı; 1898'de ‘Protestation’ adlı manifestoyu yayımlıyorlar. Bunun
üzerine, Zola’nın karşıtı durumunda olan Maurice
Barres, bu çıkışı - Entelektüellerin Protestosu -
olarak niteliyor. Barres, entelektüel sözcüğünü küçültücü anlamda kullanmasına
rağmen, manifestocu grup anılan kavramı benimsiyor.
İşte şimdi işler iyice karışıyor, zira günlük dildeki pek çok sözcük gibi,
entelektüel’in de sınırları belli değil. Yani bu kavramın içinin doldurulması
konusunda şimdilik pek bilgimiz yok. Hele felsefeyle ilgilenmemiş yani hiç
sorgulamamış birinin bu konuda net bir fikrinin olması olanaksız gibi
görünüyor. Buna göre sokaktaki insan, yani dili yalnızca pratik amaçla, üstelik
empirik (deneyimsel) yöntemlerle öğrenmiş olanlar bu konuda çaresiz kalmaya
mahkum gibidir. Belki onlara kendilerine nedirli sorular sorarsak, sorunun bilincine vardırmak mümkün. Ama bu da bir çeşit
felsefe yapmak değil mi? Felsefe sözcüğü de daha şanslı değildir. Zira 2500
yıllık tarihi boyunca, insanın bilme yani düşünme yoluyla olguları
sorgulayarak, verdiği yanıtlarıyla sorunları çözme arzusunun bir ifadesi olsa
gerekir. Merak dolayısıyla sorgulama zekanın, yani anlama ve bilme arzusunun
bir dışa vurumu olduğuna göre; bütün filozofların entelektüel olduğunu
söyleyebilir miyiz?
Bana birkaç uç (ekstrem) durum haricinde, filozoflar genelde
entelektüel’dir diyebiliriz gibi geliyor.
Bunu söyleyince ilk başta akla gelen soru şu: Acaba
bütün bilim adamları da birer entelektüel mi? Burada da bilim adamı deyimini
analiz etmemiz kaçınılmaz. Bu deyim belli ki; bilimle, dolayısıyla bilgiyle
uğraşan herkesi kapsamı içine alıyor. Ancak bilgimizin çoğunluğunu
başkalarından (eğitim kurumlarından, kitaplardan, bilimsel dergilerden ve
kongrelerden) öğrendiğimiz de bir gerçek. Burada öğrenmenin de değişik
anlamları olduğunu unutmayalım. Nitekim ‘ezberleme’ bunlardan biridir. Bir şeyi
ezbere bilen bir kişiye, o şeyi iyi biliyor diyebilir miyiz? Sanırım diyemeyiz,
yani demememiz gerekir. Ama ne yazık ki bilgilerimizin ezici bölümü, bu tür
ezberlenmiş önermelerden oluşur. Zira bize doğru diye öğretilen bilgilerden pek
çoğu tarafımızdan denetlenmiş değildir. Bütün bu bilgileri ‘ezberleme’
kategorisine sokabiliriz.
Entelektüel’le
ilgisi bakımından bizi burada ilgilendiren soru şudur:
Ezici çoğunluğu bu tür kendisi tarafından denetlenmemiş ve belgelenmemiş
bilgilerden oluşan bir bilim adamını bir entelektüel saymak doğru olur mu?
Kanımca olmaz. O halde bilimle uğraşan herkesi aynı zamanda entelektüel saymak
doğru değildir. Buna göre entelektüel sayılmak için bir insanın, edinmiş olduğu
bilgileri tam özümsemiş, yani bildiği bütün bireysel denetleme kurallarına
uygun bulmuş olması gerekir. Bununla birlikte entelektüelin dolaysız veya
dolaylı olarak insanla, insani şeylerle ilgili bir şey söyleyen bir insan
olduğu, olması gerektiği de açıktır. Entelektüel asal sayılardan, üçgenden,
gezegenlerden, amiplerden, detoksdan, bütçe ve muhasebeden söz eden biri
değildir. Sanırım doğrudan ve dolaylı olarak iyiden kötüden, bireysel özgürlük
ve esaretten, insana yakışan ya da yakışmayan şeylerden söz eden biri
olmalıdır. Darwin’in;
türlerin menşei ile ilgili bilimsel araştırmalar
yapmış bir insan olduğu için, entelektüel olduğunu düşünmeyiz. Acaba ikinci
dünya savaşının sonuna doğru ABD’ de, atom bombasının yapımı için çalışan bilim
adamlarının, çabalarını entelektüel bir çaba olarak niteleyebilir miyiz?
Hiç sanmıyorum.
Peki; Aydınla Entelektüel bir ve aynı anlama mı gelir?
Entelektüel'in ayırt edici özellikleri nelerdir veya neler olmalıdır? Önce
aydından başlayalım. Dilimizde genel olarak aydınla entelektüel’i aynı anlamda
kullanıyor gibiyiz. Ancak onlar arasında bir ayrım yapmamızın mümkün, hatta
gerekli olduğunu söyleyebiliriz.
Aydın; daha önce kullandığımız münevver (nurlanmış)
kelimesinin bugünkü dilimizde karşılığı olan şeydir. Münevver etimolojik olarak
nurdan (ışık) gelir ve aydınlatılmış, aydınlanmış (enlightened) demektir. Bu
kelime son iki yüzyılda ve hiç şüphesiz Batıdaki Aydınlanma olayının etkisiyle
dilimize girmiştir. Batıda Aydınlanma denince 18.yüzyılda Batı Avrupa'da ortaya
çıkan tarihsel kültürel bir hareket kast edilir.
Fransızların ‘Siegle
des Lumières’
(Aydınlıklar, Işıklar yüzyılı) İngilizlerin
‘Enlightenment’, Almanların ‘Aufklaerung’ dedikleri bu hareketin temel tezi:
İnsanın tarih boyunca tutsağı olduğu saçma, yanlış, akıl dışı gelenek ve
inançların etkisinden kurtularak kendine, kendi aklına, kendi doğal imkanlarına
dönmesi ve kendi akıl, tecrübeleri, dünya ve kendisi hakkında sahip olduğu
bilgi birikimi ışığında kendi hayatını, kurumlarını, değerlerini,
davranışlarını aydınlatması ve inşa etmesinin mümkün olduğu iddiasıdır. Bundan
hareketle bu sıfat; yani aydın, aydınlanmış, aydınlatılmış sıfatı sadece
insanını kendisi için değil, onun söz konusu kurumları, değerleri ve idealleri
içinde kullanılabilir. Bu bağlamda olmak üzere, özellikle aydın(ca) bir dinden,
ahlaktan, aydın bir dünya görüşünden bahsetmek mümkündür. Bu anlamda aydın
kelimesinin Batı'da artık bir hayli eskimiş olduğuna işaret etmemiz gerekir.
Çünkü bu terimin gerisinde bulunan hareket yukarıda belirttiğimiz gibi tarihsel
bir harekettir. Bu hareket zamanında mevcut olan; geleneksel, dinsel görüşe
karşı çıkarak bir anlam kazanmıştır. Söz konusu geleneksel, dinsel görüş artık
Batı’da eskidiği, aşındığı veya hatta modası geçmiş olduğu için, ona karşı bir
itiraz olarak yükselen hareketin kendisi de doğal olarak onunla aynı kaderi
paylaşmıştır.
Buna karşın ülkemizde aydın olgusu, hala çok bilen bir
uzman konumunda önemini korumakta, konuşmasıyla, giyim ve kuşamıyla toplumca
örnek alınması gereken kişi olarak düşünülür. Klasik Türk romanlarında, bu
müzminleşmiş aydın profillerine sıklıkla rastlamak mümkündür. Ülkemizde aydın,
toplumla yabancılaşma yani, ona bütünsel tavır almak yerine toplumla; yüceltilen
ile küçümsenen, kabul edilen ile reddedilen gibi farklı yönlere bakan güç ve
otorite ilişkisi kurmaktadır. Bu durum bazen Batılı bir düşünürün, hiç
bilmeyenler için sunulma biçiminde yansımasıdır.. Böylelikle, Türk aydını, bu
yandan küçümseyici bir bakışla toplumla kendisi arasındaki elitist mesafesini
korurken, diğer yandan bilinçaltında, kendinden üstün olarak kodladığı Batılı
bilgi formları karşısında aynı tavrı gösterememektedir. Öte yandan, ortalıkta
aydın olarak gördüklerimizin çoğu; bir amacın, bir dünya görüşünün
hizmetindedirler ki, özellikle bu tutumlarıyla bağımsızlıklarını feda ettikleri
ve her biri spesifik sahalarda parlamış oldukları için, kendilerine entelektüel
diyemeyiz. Onlar kendi konumlarının uzmanlarıdır, stratejistleridir. Ne yazık
ki ötekini anlamak gibi, bir amacı olmadıkları için aydın’da diyemeyiz.
Şimdi Entelektüele dönebiliriz. Entelektüeller acaba
seçkin bir grup mudurlar? Yoksa entelektüel deyince bir bireyden söz edildiğini
mi? algılamalıyız. Entelektüellerle ilgili çağımızda birbiriyle zıt konumda,
iki ünlü tanım yapılmıştır. İlk tanım, İtalyan siyaset felsefecisi Antonio
Gramsci’nindir.
Diğeri ise; Julien Benda’nın, entelektüelleri,
insanlığın vicdanı olan süper yetenekli, ahlaki donanımları gelişkin filozof
krallardan oluşan bir avuç insan olarak gösteren ünlü tasarımıdır.
Bunun üzerinde biraz durmak istiyorum. Benda’nın
kitabı (Aydınların İhaneti); görevlerini bir yana bırakıp, ilkelerinden ödün
veren aydınlara yönelik zehir zemberek bir saldırıdır. Bu kitapta ona göre;
gerçek entelektüeller bir tür ruhban sınıfı oluştururlar, pek nadir bulunan
yaratıklardır. Çünkü bu dünyaya ait olmayan sonsuz gerçeği ve adaletin
bayraktarlığını yaparlar. Benda’nın bu insanlar için ruhban gibi dini terim
kullanmasının nedeni, onlara maddi olarak kendini geliştirme ve mümkünse
dünyevi güçlerle yakın ilişkiler kurma gibi dertleri olan, sıradan
insanlarınkine karşıt bir davranış tarzı atfetmesidir. Gerçek entelektüeller,
der Benda: “Özünde pratik menfaat amaçlan gütmeyen yani bireysel gelişimiyle
ilgili faaliyetler yürüten, her tür bilgiyle, sanat ya da metafizik
spekülasyonla ilgilenmekten, özetle manevi avantajlara sahip olmaktan keyif
alan; yani bir bakıma şöyle diyen kişilerdir: Benim krallığım, bu dünyanın
krallığı değil!”. Bununla beraber Benda’nın anlatımı; entelektüellerin dünyadan
tamamen elini eteğini çekip, kendi fildişi kulesine kapanmış, kendini son
derece özel, karmaşık ve hatta belki de karanlık denecek ölçüde esrarlı
meselelere adamış düşünürler olmadığını da gayet net biçimde gösterir.
Benda’ya göre, bugün entelektüel olduklarını savlayan
aydınların sorunu: Sahip oldukları ahlaki otoriteyi; sekterlik, kitle
dalkavukluğu, milliyetçi çığırtkanlık, sınıf çıkarları gibi ‘kollektif
ihtirasların örgütlenmesi’ adını verdiği şeye devretmiş olmalarıdır.
Benda’nın tanımına göre; gerçek entelektüeller kazığa
bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek
durumundadırlar. Başat özellikleri, dünyevi kaygılarla aralarındaki gevşemez
mesafe olan simgesel şahsiyetlerdir onlar. Bu yüzden de sayıları çok olamaz.
Her şeyden önce de statüko karşısında, neredeyse daimi bir muhalefet durumunda
olmaları gerekir.
Benda’nın
tasarladığı biçimiyle, gerçek entelektüel imgesinin hala çekici ve güçlü bir
imge olduğunu düşünüyorum. Çünkü onun tasavvurunda, derinde bir yerlerde ayrı
bir varlık, iktidarın yüzüne karşı doğruları söyleyen biri; hiçbir dünyevi gücü
eleştirilemeyecek ve sorgusuz sualsiz itaat edilecek denli büyük ve nüfuzlu
görmeyen haşin, uz dilli, olağanüstü cesur ve öfkeli bir birey olan bu
entelektüel figürü vardır. Yukarıdaki sorumuzun yanıtı: Demek ki entelektüel
deyince bir bireyden söz ediyoruz. Artık entelektüellerin özelliklerinden
bahsedebiliriz.
Sorgulamak
entelektüelin ilk ayırıcı özelliğidir.
Ama sorgulamak yalnızca bir entelektüel merakın
sonucu, spekülatif bir araştırma, bir zihin jimnastiği değildir. Sorgulamak,
özgürlüğü tahkim etmek üzere devreye giren zihinsel özerkliğin; dış
dayatmalara, kerameti kendinden menkul yetkeciliklere, ya da düpedüz siyasi baskılara
meydan okumasıdır. Dolayısıyla burada -Entelektüel'in
ikinci ayırıcı özelliğinin meydan okumak- olduğunu görüyoruz. Meydan okumak bir tavır alıştır. Ne
var ki, tavır almak, taraf tutmak değildir; tam tersine taraftar düşünmez
inanır. Tavır alan kişi özgür bir seçişle tutumunu belirlemektedir. Bir olgu,
bir olay, bir doğru ya da inanç karşısında araştırarak ve öznel yargı gücünü
kullanarak kavradığı düşüncesini, daha açık bir deyişle; kendi doğrularını
dayatmamak ancak ortaya koymaktır. Demek ki: Entelektüel'in üçüncü bir ayırıcı özelliği tavır almaktır. Bu üç
özellik, entelektüeli o role soyunmaya iten nedenleri/sorunları hem yaratmış,
hem beslemiş, hem de onlardan beslenmiştir. Çünkü entelektüel aynı zamanda sorun çıkartan ve sonuçlarına katlanan
kişidir; Bu da onun dördüncü ayırt edici
özelliğidir.
Bu özellikleri kendinde toplayan kişiyi; felsefeci,
bilim adamı, sanatçı, akademisyen, ya da hoca, ulema, münevver ya da aydın gibi
sıfatlarla ihata edebilmek mümkün değildir. Çünkü bu sıfatların hepsi de,
öncelikle bir ‘Edinim’ olgusunu çağrıştırmaktadır. Bu sıfatlan taşıyan
kişilerin entelektüel olamayacaklarını asla söylemeksizin; Entelektüel'in
‘Intelectus’ sözcüğünün anlamına bağlı olarak bir ‘Edimci’ olduğunu biliyoruz.
Sokrates’den başlayan bir gelenek içinde, onu bir edimci olarak görmek eğilim,
arzu ve beklentisindeyiz. Hiç şüphesiz aynı nedenden ötürü onun; her dönemde,
yüceltildiği ölçüde de horlandığına, küçümsemeye hatta aşağılanmaya, bertaraf
edilmeye (toplum ya da sürü dışına atılmaya) çalışıldığını biliyoruz ve tanık oluyoruz.
Bugün bütün ülkelerde ‘Entelektüel’ sözcüğünün alaycı tınılarla yüklü
kısaltmaları, kısır idraklilerin kibirlerini beslemek üzere argodaki yerini
almıştır.
Demek ki, entelektüel sorguladığı, meydan okuduğu,
tavır aldığı, sorun çıkarttığı ve bunları yaparken de sonuçlarına katlanmaya
hazır olduğu için edimcidir. Kimi ya da neyi sorgulamakta, kime ya da neye
meydan okuyup tavır almakta, kimler ya da neler için sorun olmakta, bunları
yaparken de kimlerden ve nerelerden ile nelerden risk almaktadır. Besbelli bir
şey ki, bu sorunun yanıtı düşünsel/kültürel olmaktan önce daha çok
toplumsaldır, siyasidir. Bütün toplumsal düzenler; kaçınılmaz bir şekilde
içlerinde barındırdıkları hoşnutsuzluklar ne olursa olsun, yerleşik kalıplardan
oluşurlar. Bu kalıplar, düzenin korunması için yaşamın her alanında
dayatılmışlardır. Gelenekleştirilirler, örf ve adetlerle taşınırlar, inanış
biçimleriyle tahkim edilirler. Sonuçta bu dünyaya, evrene, hayata ilişkin bir
bilme tarzı oluştururlar. Eğitim, bu bütünün özümsenmesidir. Bu yüzden de en
baştan beri üstünde durulan, özellikle de yönetenler açısından önemsenen bir
sorundur. Ama eğitimin öncelikli hedefi yöneticilerin yetiştirilmesi olsa bile;
halk kitlelerinin yani yönetilenlerin ya da sürüyü oluşturanların da eğitilmesi
gerekir ki; siyasetin şekillendiği sitenin içinde, siyasetin kendilerine
biçtiği yerde ve işlevde kalabilsinler, yani sürüyü bozmasınlar. Antikçağdan
beri siyaset ve eğitim birbiriyle örtüşmüştür. Platon; logos’un sahibi olan
yönetenlere, yönetilenleri mitoslarla, ‘O Güzel Yalan’ la eğitmelerini sağlık
veriyordu.
Machiavelli de, hükümdarın; bilgisizler sürüsünü
yönetebilmek için, onları aldatmaya yönelik teknikleri öğrenmesi gerektiğini
anlatır. Bu tekniklerin başlıca araçları da, yine mitoslar ya da propaganda
olmaktadır. Bilgi ve iktidarın özdeşliği tarihin eski çağlarından beri bilinse
de, iktidar sahipleri, bilgi sahibi olanlarla her zaman belli bir işbirliği
içinde olsalar da; Entelektüel’i, bilginin evreni içinde yer alan ötekilerden
farklılaştıran şey: Varlığını sürdürdüğü düzenin yerleşik kalıplarıyla
hesaplaşmaktan kendini alamamasıdır.
Uygarlığın gelişimini, hiç şüphesiz, öncelikle
bilginin küresinde konumlananlara; sanatçılara, filozoflara ve bilim adamlarına
borçluyuz. Ama toplumların gelişiminde, o bilgiyi kullananlar; yani,
siyasetçiler ve ekonomik edimciler belirleyici olmuşlardır. Entelektüel’in de
dramı: Bu iki koşturmacanın örtüşememesinden, kavgalı beraberliğinden kaynaklanır.
Bilgiyi arayanlar, ‘Doğrunun’ zamana tabi göreceliğinin farkındadırlar. Onun
için durmadan sorgularlar. Ama maalesef bilgiyi kullananlar doğruların kalıcı
olmasını isterler ki, iktidarlarını sürdürebilsinler.
En hüzünlü yazgılardan biridir SÜRGÜN ve adeta iki arada kalma durumunda olma halidir. Ne yeni
ortamıyla birleşebilir ne de eskisinden kopabilir; ne bağlanmışlıkları tamdır
ne de kopmuşlukları; ama gizlice toplum dışına atılmış yani dışlanmış biridir.
Burada sürgünlüğü yüzünden uyum gösteremeyen, daha
doğrusu göstermeyen, bunun yerine çoğunluğun dışında kalmayı, iktidarda yer
edinmemeyi, onunla işbirliği yapmayıp direnmeyi tercih eden Entelektüel üzerine
odaklanmak istiyorum. Yaşamları boyunca bir toplumun mensubu olmuş
entelektüeller bile, oranın yabancılarıdır. Bunlar Hayır-Diyenler,
toplumlarıyla yıldızı barışmayan, bu yüzden de imtiyaz, güç ve şan, şöhret
edinmeme anlamında yabancı ve sürgün olan bireylerdir. Bir yabancı olarak
entelektüeli, en iyi anlatan söz sürgünlüktür. Yani asla tamamen uyumlu olmama,
kendini her zaman deyim yerindeyse ‘Yerliler’ in işgal ettiği; aşina muhabbet
dünyasının dışında hissetme. Çoğunluğa intibak etmek ve milli çıkarları
gözetmek gibi tuzaklardan uzak durma eğiliminde olma, hatta bu tuzaklardan hiç
hazzetmeme durumu. Bu metafizik anlamıyla sürgün, entelektüel için huzursuzluk,
hareketlilik, devamlı tedirgin olup başkalarını da tedirgin etmek demektir.
Geçmişte kalmış ve herhalde daha istikrarlı bir nitelik arz eden, evde olma
durumuna asla geri dönemezsiniz. Maalesef yeni evinize de asla varamazsınız.
Entelektüel bir yaşam, temelinde bilgi ve özgürlükle
ilgili bir yaşamdır. Ama bu sözcükler şu bildik ‘İyi bir hayat yaşayabilmek
için, iyi bir eğitim almalısın’ cümlesinde olduğu gibi soyutlamalar olarak
değil, fiilen yaşanan deneyimler olarak görüldüklerinde anlamlıdırlar. Bir
entelektüel gemisi battıktan sonra karada değil, karayla birlikte yaşamayı
öğrenen birine benzer. Amacı küçük adasını sömürgeleştirmek olan Robinson Cruso
değil, olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen ve bir fatih ya da
yağmacı değil de, her zaman bir gezgin, geçici bir misafir olan Marko Polo'dur.
Entelektüel için sürgünle yerinden olmak; asli
yapıtaşlarını, ‘idare etmenin’ ve önceden çizilmiş yollardan gitmenin
oluşturduğu, bildik bir yaşamı yaşamaktan kurtulmak demektir. Sürgün, her zaman
bir marjinal olacağınız ve önceden belirlenmiş bir yolu izleyemediğiniz için;
‘Bir Entelektüel’ olarak yaptığınız her şeyi: Kendi kendinize ve kendiniz için
yapmanız gerektiği anlamına gelir. Bu yazgıyı bir mahrumiyet, hayıflanacak bir
şey olarak değil de bir tür özgürlük; her şeyi önünüze koyduğunuz belli bir
amaç tarafından belirlenen, kendi kendinize oluşturduğunuz bir modele göre
yaptığınız, hangi bilgiye ulaşmak istiyorsanız, onunla uğraştığınız bir keşif
süreci olarak yaşayabilirseniz, eşi benzeri olmayan bir haz alırsınız.
Yerleşmenin, evet demenin, uyum sağlamanın sunduğu
ödüller tarafından ayartılmak istenen, hatta dört bir yandan kuşatılan
entelektüel için bir modeldir sürgün. Kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa
bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele rağmen hayal kurup sorgulaması
ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp, daima uçlara çekilmesi mümkündür hala. Bu
uçlarda, alışılmış ve rahat olanın ötesine hiçbir zaman geçmemiş kafaların
göremediği şeyler görür insan.
Sürgün
olma hali için son sözlerim: Bir
entelektüel için, gerçekten sürgün olan biri kadar marjinal ve yabancı olmak,
otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve
rizikoya, statükoya değil yeniliğe ve deneyime duyarlı olmak demektir. Bir
sürgün olan, entelektüel cüret ve küstahlığa açıktır. Alışılmışın mantığını
değil, değişimi ve dolayısıyla bireysel evrimi temsil eder, yerinde saymayı
değil. Onun ilgilendiği de eleştiri ve büyü bozumu, sahte peygamberlerin ifşa
edilmesiyle, kadim geleneklerin ve bütün kutsalların ipliğinin pazara
çıkarılması olmalıdır.
Peki;
artık bağımsız bir ses olarak entelektüel birey, gerçekten var olabilir mi? Diye sormak zorunda kalıyoruz: Entelektüelin çabası
aslında, kendi olma çabasıdır ve kendini yeniden yaratma cesaretidir. Onlarda
bu maddi dünyanın içindedirler, mesela geçinmek için, çalışmak zorundadırlar. O
halde; entelektüelleri sadece hayatlarını bir üniversitede, bir şirket de ya da
gazetede çalışarak kazandıkları için, satılmış olmakla suçlamak kaba ve son
kertede anlamsız bir itham olacaktır. ‘Dünya
öylesine yozlaşmış ki eninde sonunda herkes para denen puta teslim oluyor
dersek’ onların değerlerini anlamamış ve bilmemiş oluruz. Ayrıca
Entelektüel olmak hiç de akademisyen, avukat, doktor ve mühendis olmakla ya da
sözgelimi, piyanist olmakla bağdaşmaz bir şey değildir. Öte yanda entelektüel
bireyi bir ideal, maddi çıkarlarla hiçbir alakası olmayacak ölçüde saf ve soylu
bir tür şövalye olarak görmenin de yanlış olduğunu düşünüyorum
Entelektüel
amatördür.
Amatörlük
nedir?
Kâr yada ödül beklentisiyle değil, tabloyu daha geniş
çizmeye, belli çizgiler ve engeller arasında bağlantılar kurmaya duyulan aşk ve
dinmez bilmek merakla her tür bilgiye ulaşmaya çabalayarak ve sürekli
sorgulayarak; bir uzmanlık alanına kapatılmayı reddederek, belli bir meslekten
olmanın kendisine getirdiği her tür kısıtlamaya rağmen, değerlerini bıkmadan
yeniden değerleyerek hareket etme isteğidir. Ancak entelektüel'in amatörlük
isteği; profesyonelizmin çeşitli baskılarıyla karşılaşır.
Bu baskıların ilki uzmanlaşmadır. Günümüzde insan
eğitim sistemi içinde, ne kadar yukarılara çıkarsa, o kadar dar bir bilgi
alanıyla sınırlanmaktadır. Uzmanlaşma: Sanat yapılırken ya da bilgi üretilirken
harcanan katıksız çabayı gözden kaçırmak demektir. Bunun sonucunda bilgiye ve
sanata seçimler ve kararlar düzeyinde bakamaz, bunları salt gayri şahsi
teoriler ya da metodojiler halinde görürsünüz. Edebiyat alanında uzman olmak
çoğu zaman, tarihi, müziği, felsefeyi ya da siyaseti devre dışı bırakmak
anlamına gelir. En sonunda edebiyat alanında tamamen uzmanlaşmış biri olarak,
alanınızda sözde liderlerin her dediğini kabul eden, ehlileştirilmiş biri olur
çıkarsınız. Uzmanlaşma heyecan duyma ve bir şeyler keşfetme duygusunu da
öldürür ki, bunların her ikisi de bir entelektüelde mutlaka bulunması gereken
duygulardır.
Uzmanlaşma her yerdeki bütün eğitim sistemlerinde
bulunan genel ve etkili bir baskı iken, bilirkişilik kültü; daha çok günümüz
dünyasına özgü bir baskıdır. Bilirkişi olabilmek için uygun otoritelerden
tasdikname almak durumundasınız; bunlar size doğru dili konuşmayı, doğru
otoriteleri zikretmeyi, doğru sahada bulunmayı öğretirler. Hassas ve karlı
bilgi alanları söz konusu olduğunda bu daha da geçerlidir.
Profesyonelizm’in getirdiği üçüncü baskı ise;
taraftarlarının kaçınılmaz olarak, iktidar ve otoriteye doğru, iktidarın
gerekleri ve imtiyazlarına doğru, ayan beyan iktidar adına çalışmaya doğru
sürüklenmeleridir. Buna örnek olarak, Amerika'da üniversitelerin bilim ve
teknoloji araştırmalarına en çok bağışta bulunan kurumlar; Amerikan Savunma ve
Dışişleri Bakanlıkları olmuşlardır. Bu yüzden entelektüel’in en önemli sorunu:
Modern profesyonelleşmenin saldırılarıyla onları yok sayarak ya da nüfuzlarını
yadsıyarak değil, farklı bir dizi değer ve önceliği temsil etmek suretiyle baş
etmeğe çalışmaktır.
Ben bu temsil edimine ‘Amatörizm’ diyorum. Yani kar
amacıyla değil, dar uzmanlaşmayla değil, özenle ve sevgiyle beslenen bir
etkinlik. Her entelektüelin bir muhatabı vardır. Mesele o muhatabın yani
otorite ve iktidarın; orada memnun edilmesi gereken bir müşteri konumunda mı
durduğu, yoksa entelektüelin meydan okuyup, topluma daha demokratik bir biçimde
katılmaya ikna edebileceği biri mi olduğudur. Entelektüel otoriteye Profesyonel bir ricacı olarak
değil, onun itibar görmeyen Amatör
vicdanı olarak hitap eder.
Sonuç olarak; Entelektüel, aklın geçmişte sıklıkla doğruya değil
aklileştirmeye (rasyonalizasyona) hizmet ettiğini, ama bunun yani
aklileştirmenin aklın doğru bir kullanımı olmadığını, aşılması gerektiğini
bilen insandır. Bundan dolayı o aklını, aklileştirmeden gelebilecek her türlü
ayartmalara ve aldatmalara karşı sürekli uyanık tutmaya çalışır. Bunun
sonucunda, entelektüel her zaman toplumla çatışma halinde olmak durumundadır. Entelektüel
doğası gereği muvafık değil, muhaliftir. Onaylamaz, itiraz eder. Bu itirazında
o sadece çoğu kez sanıldığı gibi, yalnızca otoriteyi karşısına almaz. Tersine
onun karşısına aldığı halk kitleleri, çoğunluktur. Entelektüelin doğal
müttefiki halk değildir. Sadakati de halka değildir. Onun sadakati kendi
aklına, kendi kişiliğine, sorgulama yetisine, kendi bilgi birikimi ve
deneyimlerinedir. Hatta bir anlamda onun, kendisine bile sadık olduğu
söylenemez. Onun sadakati kendi entelektinedir.
O şüphesiz; bir yandan toplumun sınamadan geçmemiş
yargılarına, bir yandan da eleştiri karşısında tutunamayan inançlarına karşı
savaş verir. Onlara karşı çıkma cesaretini gösterir. Ama öte yandan, onun asıl
savaş verdiği bizzat kendisidir. Entelektüel biyolojik, psikolojik ve toplumsal
olarak kendisiyle değil, mantıksal olarak kendi aklı ve benliği ile tutarlı
olan adamdır. O halde yine birçoklarının sandığı gibi, entelektüelde değişmek
daha doğrusu evrim geçirmek bir kusur değildir. Tersine eğer aklı, ulaştığı
yeni bilgilerle bireysel değerleri değişmişse, kendi kendisiyle tutarlı kalıp,
toplum nezdinde itibarını kaybetmemek gibi bencilce; çıkardan kaynaklanan bir
kaygıyla değiştiğini, yanılmış olduğunu, şimdi artık farklı düşündüğünü, en
azından kendisine bile itiraf edememesi bir kusurdur diye düşünülmelidir.
Kısacası
entelektüel: insanoğlunun yeryüzündeki var oluş serüvenini anlamaya çalışan,
bilgi ve deneyimleriyle içselleştirmeye yönelendir.
Kaynakça;
1)
Benda, Aydınların İhaneti
2)
Naci YAZICI, Entelektüel Kavramı Üzerine Düşünceler yazısından alıntılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.